Sınırlarda

“Beden, dünyayla iletişim kurduğumuz sınır; ev, bizi dünyadan ayıran sınır. Bedenlerimizle yargılanıp evlerimizde öldürülmemiz de bundan sanıyorum.”

Kadın olarak yazmak bir sınır kavgası. Dünyayla arasına bir çizgi çekip kendi iç bütünlüğünün ritmiyle yazmak isteyen kadınların çeperlerini delmeye çalışan şeyler bitmiyor hiç. Kimi için okula yollanacak çocukların sesi, kiminin önünde kim bilir hangi hikâyeden kalma bir adamın yargılayan gölgesi, kiminin kalemini bileklerinden bağlayan “edebiyat otoriteleri”… Oramızdan buramızdan çekiştiriliyoruz yazarken.

Yazısının başına geçen kadınlar için her şeyden sıyrılmış bir yazarlık söz konusu değil. Yazarken “hiç” de olamıyoruz “her şey üstü” de… Oysa erkeklerin edebiyatı ya “yokyazar” olacaksınız diyor ya da “tanrıyazar”. Uymuyor bize bu. Erkeklerin çukur aynalardan kendi devlerini okuyup da mutlak doğru ilan ettikleri diğer tüm şeyler gibi bu da uymuyor bize. Çünkü bir yandan yazıyor, bir yandan çizmeye çalıştığımız sınırları ihlal etmek için çatlayıp kuduran hetero-patriarkayla[1] boğuşuyoruz. Parmak sallayan erkekler ile kadın kimliğine yüklenmiş toplumsal sorumluluklar arasında kendimize ait bir ben bulmaya çalışarak yazıyoruz.

Cishet[2]- erkekler gibi her şeye sırtımızı dönme ve yazımızı yazma lüksümüz yok. Kendimize ses ararken her an bir başka kadının daha susturulduğunu bilerek yazıyoruz.  Emine Bulut’tan, Hande Kader’den, Ceren Damar’dan, Şeyma Yıldız’dan, Didem Akay’dan ve erkeklerin öldürdüğü tüm kadınlardan gırtlağımıza oturan öfkeyi ve yası yutkunup da buluyoruz sesimizi.

Evde bakım emeği gibi sorumluluklardan sıyrılmak için uğraşıyoruz, iş yerinde hak ettiğimiz değeri görebilmek için erkeklerden fazla çalışıyoruz, sokakta tacizcilerden kurtulmak için mücadele veriyoruz, adliyede kadın katillerini tutuklatmak için koşturuyoruz, kadınlarla bir araya geldiğimizde birbirimizin yaralarını sarmak için gayret gösteriyoruz, her yerde toplum ve aile baskısıyla sınanıyoruz… Bir günün sıradan akışında, kadın olmanın ve kadınlıkların yükünü taşıyarak yolumuza devam etmeye çabalıyoruz yani. Bu yüzden bir cishet erkek gibi gündeliğimizi yaşayıp kendimize çekilerek yazmamız mümkün değil. Biz, bir gün içerisinde bütün kadınların hayatlarını yaşıyoruz.

Yazarken çizmeye çalıştığımız sınırı eğip büken, esneten, hatta bazen delen o kadar çok şey var ki, yazmaya devam edebilmek ve iyi bir eser çıkarabilmek başlı başına bir zafer. Kadınlar tarafından kazanılmış bir sınır mücadelesi… Kadınların yazdıklarında bedenin ve evin sık görülmesi bu yüzden olsa gerek: Beden, dünyayla iletişim kurduğumuz sınır; ev, bizi dünyadan ayıran sınır. Bedenlerimizle yargılanıp evlerimizde öldürülmemiz de bundan sanıyorum . Sınır bilmez erkeklerin, sınır dayatma arzularından… Dilde de başımıza aynısı gelmiyor mu? Edebiyat  dünyası, kadınların dilini beğenmeyen erkek editörlerle dolu. Sınır kapılarında, bellerinde tüfekleri, dil bekçiliği yapıyor beyler. Bazen yetmiyor, dillerimizi işgal ediyorlar.

Kadınların dilde göçebe olduğunu düşünüyorum bu sebepten. Kadın olarak yazma, “yokyazar” ile “tanrıyazar” arasına çizilmiş sınır boyunca yürüyüp başka topraklara, başka özneliklere varmaya çalışma yolculuğu. Konduğumuz her yerden çabucak göçüyoruz. Nereye bir sınır çizsek orada bir bekçi yahut işgalci peyda oluyor. Yazarken, kadınlara çizilen sınırları yıkmak ve kendimize yeni sınırlar çizmek için uğraşıyoruz. Hayatta kalıyoruz. Yeni baştan yola koyuluyoruz.

Kadınların yazıdan uzak tutulması, yazın alanlarına dahil edilmemesi, yazma pratiklerinin bölünmesi veya engellenmesi daha geniş toplumsal bir resmin küçük bir parçası aslında. Bu resimde konuşulan dil “anadil” adını alıp kadınla özdeşleştirilirken, yazılı dil kadınların erişimine kapalı kalıyor. Anadilin evde konuşulan ve büyürken öğrenilen dil olarak kabul görmesi, konuşulan dilin neden kadınlarla ilişkilendirildiğini açık ediyor aslında. Hetero-patriarkal kültürde evde kalması ve çocuk büyütmesi gereken kişi kadın çünkü. Bir de yazılı dilin cinsiyetle ilişkisine bakalım: Türkiye’de okuma-yazma bilmeyenlerin yaklaşık %85’i kadın. Kız çocuklarının okullaşma oranı bugün hala çok düşük. Eğitimde ayrıcalıklı olan erkekler, yazılı kültürle yaygınlaşan sosyalleşme alanlarını kendilerinin kılıyor. Bu zihniyet, içeriyi ve dışarıyı ayırıyor, içeri kadınların, dışarı erkeklerindir, diyor. Ev içi emek kadınlara, okuma-yazma erkeklere, diyor. Sınır dayatıyor, dil yasaklıyor, kadın katlediyor.

İşte bu yüzden kadın olarak yazmak kelimenin her anlamıyla bir sınır kavgası. Yazarken tek bir kadının değil, bütün kadınların ve kadınlıkların kavgasını veriyoruz. Bekçilere rağmen, işgalcilere rağmen, edebiyatımızın pek meşhur “abilerine” rağmen…

Yaşasın kadın dayanışmamız, yaşasın feminist mücadelemiz!


 

GİRİŞ RESMİ:

 

Deniz Bilgin, İsimsiz
tarih belirtilmemiş, kâğıt üzerine karışık teknik, 16,5 x 20.5 cm.


[1] Hetero-patriarka, ikili cinsiyete dayalı kalıplarla şekillendirilmiş ataerki için kullanılan tabirdir.

[2] Cishet, “cis-heteroseksüel” kelimesinin kısaltmasıdır. “Cis” anne karnında veya doğumda atanan cinsiyet kimliğiyle uyum içinde yaşayan insanları nitelemek için kullanılmaktadır. Bu uyum görülmediğinde “trans” kimlikler ortaya çıkar.