Aşk üzerine bir roman olmaktan öte hayat üzerine, hayatlarımızda bizden neler beklendiği ve bizim nerelerde, nasıl ve niçin tökezlediğimiz üzerine bir yapıt Yedi Yıl
04 Ekim 2018 14:30
Peter Stamm’ın Türkçeye yakınlarda çevrilen Yedi Yıl[1]’ının başkahramanı Alexander’la, 2009’da çevrilmiş olan Böylesi Bir Günde[2]’nin başkahramanı Andreas kimi noktalarda birbirlerini bir hayli andırırlar. Her ikisi de orta yaşlarına yaklaşmışlardır ve roman boyunca geçmişi hatırlar ya da anlatırlar. Hayatlarındaki kadınlarla ilişkileri sorunludur, başka sıkıntıların yanında bu sorunlar gençliklerinden bu yana kendilerine eşlik etmiştir. Her ikisinde de aşamadıkları bir beyhudelik hissi olduğu söylenebilir –nedenleri, niçinleri farklı da olsa. Andreas’ın şu hisleri Alexander’a hiç uzak değildir, ama birebir aynı da değildir.
“Hayatının bir noktada kırılıp dönüşeceğine dair ümidini uzun süre önce yitirmişti. Uzun zaman önce hayatı için bir yön seçmiş, bir yola girmişti ve artık geri dönüş mümkün değildi. Şimdi, her şeyden vazgeçtiğinde bile, tek bir olası yol varmış gibi görünüyordu. Delikanlıyken yaşadığı o özgürlük hissini bir daha asla yakalayamamıştı.”
Geri dönüşün mümkün olup olmadığı konusunda benzeşmezler, Alexander bu konuda daha umutludur –en azından görünüşte öyledir ve işler kötüye gittiğinde yeni başlangıçlar yapma isteği duyar ve bunun için çaba harcar. Andreas bir kez girdiği yolun tek olası yol olduğu düşüncesiyle kolay kolay vaziyeti toparlamaya, yeniden başlamaya çaba harcamaz. Gelgelelim, delikanlıyken yaşadıkları özgürlük hissini her ikisi de unutmamışlardır ve bu hissi ya da benzerini yetişkinliklerinde bir daha yakalayamamış olma konusunda da aralarında fark yoktur.
Alexander’daki o özgürlük hissine mimarlık fakültesinden mezun olmasının yaklaştığı sıralarda tanık oluruz: “Kent merkezine doğru yürürken geleceğimi düşündüm. Her şey mümkün gibi görünüyordu, beni engelleyecek hiçbir şey yoktu.” Her şeyin mümkün olduğu hissini ne var ki kısa zamanda yitirecektir, oysa Alexander biraz daha uyanık gibidir Andreas’a göre, özgürlüğün yitirilebilecek bir şey olduğunun en azından söz düzeyinde farkındadır. Bu bilinçle buna neden olabilecek şeylerden sakınmıştır öğrenciliğinde. “O güne kadar, istediği an gidebilmek ve bağımsız olabilmek için az eşyaya sahip olmaya özen göstermişti[r].” Ne var ki, mezun olduktan sonra yeni bir eve taşındığında durum değişir. “Şimdi aldığım eşyalar çoğaldıkça yeni mülküm bana daha çok zevk vermeye başlamıştı” diyerek özetler bu değişimi. Aslında daha önce de bize küçük bir ipucu vermiştir. Sonja’ya birlikte hapishane olarak kullanılmış çok eski bir şatoyu gezerlerken, “böyle bir yerde kapalı kalmayı hayal etmeye çalıştı[ğında] tutukluluktan ziyade güvende olma hissi[nin] ön plana çıktı[ğını]” söylemiştir.
Andreas ve Alexander’ın yetişkinlerin dünyasına girdikten sonra özgürlüklerini zaman içinde yitirmeleri benzeşmekle birlikte apayrı kişiliklerdir, gündelik hayatlarında karşılaştıkları sorunlar da pek alakalı değildir birbiriyle. Beri yandan, Alexander’ın başat özelliğine Andreas’tan çok, Böylesi Bir Günde’nin yan karakterlerden birinde rastlarız, romanda kendisinden birkaç cümle dışında pek söz edilmeyen Nadja için şunu söyler romanın anlatıcısı.
“Nasıl ki Andreas kadını kendi amaçları için istismar etmişse, o da aynını Andreas’a yapmış olabilir. Ama başından itibaren içinde daima bir boşluk hissi olmuştu kadının.”
Alexander için, “Roman boyunca iki kadın arasında kalmıştır” demek ya da Yedi Yıl’ı “iki kadın arasında sıkışmış bir adamın romanı” olarak düşünmek, değerlendirmek mümkün olsa da, esasında “başından itibaren içinde daima bir boşluk hissi” olan birinin romanı demek daha doğru olacaktır, gelgelelim bunun da tek başına romanı açıklamaya yeteceği pek söylenemez. Beri yandan, Böylesi Bir Günde’deki Andreas için de geçerli bir önerme sayılabilir bu. Gençliklerindeki umutlarını ve özgürlük hislerini yitirmeleriyle giderek büyüyen bir şeydir bu boşluk hissi. Peter Stamm’ın insan hayatının bu kritik kavşağını önemsediği ve bunu sorunsallaştırdığı çok açık, ama onun romanlarında nedenler o kadar da ön planda değil aslında, geçmişe dönüşler, evet, nedenler konusunda bize fikirler veriyor, ama asıl olarak bu krizlerin nasıl yaşandığı, dibe doğru nasıl ilerlendiği, bocalama anları ve krizlerden çıkış imkân ve imkânsızlıkları ön planda. Stamm’ın insan hayatı üzerine felsefî bir noktaya parmak basmak ya da psikolojik süreçlere dikkat çekmek gibi bir derdi olduğunu, romanları böyle bir perspektifle yazdığını düşünmek yanlış olur kanaatindeyim, o aslında bu adamların hikâyelerini anlatma derdinde, az önce vurguladığım gibi nasıl bocaladıklarını, ne gibi çelişkilere düştüklerini, inişlerini ve çıkışlarını.
Yedi Yıl ile Böylesi Bir Günde’nin arasında anlatıcı yönünden de bir fark var. Yedi Yıl, Alexander’ın ağzından anlatılırken, Böylesi Bir Günde’yi anlatan dışarıdan bir anlatıcı, tabii, serbest dolaylı anlatımın imkânlarından yararlanan bu dış-anlatıcı Andreas’ın içinden geçenleri, duygu ve düşüncelerini de bize aktarıyor. Birinci tekil anlatıcılı metinlerde, anlatıcı-kahramanın söz ya da düşüncelerinin doğrudan o metnin ana fikri ya da mesajı olduğu yanılgısına sıkça düşülür, özellikle kendilerine dair söyledikleriyle ilgili olarak bu daha da yaygındır, oysa çoğu zaman sorunlu birer birey olan bu anlatıcıların kendilerine dair farkındalıkları o kadar da yüksek değildir. Dolayısıyla nasıl biri olduklarına ya da neyi neden yaptıklarına, neler hissettiklerine ilişkin saptama ve çıkarımlarını, yaşadıklarının, başlarına gelenlerin yanı sıra metnin başka kahramanlarının söz ve davranışlarının da süzgecinden geçirerek değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. (Dış-anlatıcının metnin kahramanına çok yaklaştığı, dolaylı olarak onun içinden geçenleri, düşünce ve duygularını aktardığı anlatımlar için de geçerlidir elbette bu durum.) Hiç değilse, anlatıcının kendisine dair önermelerinde anlatıcının duygularının, düşüncelerinin az ya da çok, iyi ya da kötü ifadesini bulduğunu, ama onun nasıl biri olduğu, sorunlarının nelerden kaynaklandığı gibi hususlarda bu önermelerin yetersiz kalacağını, kalabileceğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Yedi Yıl’ın anlatıcı-kahramanı Alexander da gençliğinde ya da romanın şimdiki zamanında yaşadıklarını aktarırken kendisine dair sıkça bir şeyler söyleyip saptamalar yapıyor. Özellikle daha sonra evleneceği Sonja’yla beraber olmaya başladığı günlerden itibaren hoşlanmadığını, hatta çekici de bulmadığını söylediği öbür kadını, Iwona’yı neden bırakamadığına, uzun aralarla da olsa onu arayıp bulduğuna, onunla yeniden beraber olduğuna dair gerekçeler, sebepler sıralarken. Alexander’ın hayatında bu kadının neye karşılık geldiği, ondaki hangi boşlukları doldurduğu ya da dolduramadığı sorularına yanıt ararken, salt Alexander’ın söyledikleriyle yetinebilir miyiz? Misal, şu cümle bizi doğrudan meseleyi Oidipus vs. üzerinden mi tartışmaya götürmeli? “Iwona’nın ağır bedenine sokuldum, yüzümü, tıpkı bir çocuğun annesinin göğsüne sığınması gibi, göğsüne gizledim.”
Başka örnekler de sıralanabilir: “Iwona beni ciddiye alan, kendisine bir şey ifade ettiğim tek insandı sanki. Bende kibar delikanlıdan ve gelecek vaat eden mimardan fazlasını gören tek kadındı.” “Çok tahrik olmuştum ama başka kızların yanında yaşadığım heyecandan farklıydı bu, uyarılan bedenimden ziyade ruhumdu; sıcak, belirsiz bir duygu, harikulade bir güven.” “Ondan kurtulamayışımın nedeni, mutlak adanmışlığıydı. Sıradanmış gibi görünen koşulsuz sevgisi beni dayanılmaz ölçüde çekiyor ama tatmin olur olmaz itiyordu.” “Beni ona bağlayan ihtiras değildi, çocukluğumdan beri duymadığım güven ve özgürlük karışımı bir histi. Onunla birlikteyken zaman âdeta duruyordu.”
Birbirine yakın, bazen birbirini tamamlayan, ama birbiriyle bazen de çelişen duygu ve düşünceler bunlar. Alexander, tumturaklı (dır’lı, dir’li) yanıtlar vermekle beraber Iwona’nın kendisinde neye karşılık geldiği sorusuna tam bir yanıt bulamaz roman boyunca. Dönüp dolaşıp aynı sorularla zihninin meşgul olmasından anlarız bunu. Yanıtın Alexander’ın önermelerinde olmadığı açıktır, tek bir yanıt da yoktur belki. Hatta tek bir soru da yoktur, sorular vardır, romanın ve Alexander’ın hayatının bütününe yayılmış sorular ve sorunlar. Farklı durumların, sorunların derinlerde bir yerde ilişkili olduğunu da sezeriz, Sonja’yla ilişkisi, iş hayatı, idealleri, Iwona’dan kurtulamayaşı, dibe doğru çekilişi…
Alexander da üzerinde pek düşünmediği (dolayısıyla bize de anlatmadığı) bir şeylerin alttan alta onu etkilediğinin farkındadır aslında. Bir birahanede karşılaşıp sohbet ettiği, sürekli suçluluk duyan ve bu konuda konuşup duran, sarhoş bir Fransız’ın sorularını ve söylediklerini aktarırken, “Bu suçluluk sorusu bana saçma gelmişti ama bu sorunun üzerine hiçbir zaman kafa yormamış olmama karşın yaşamımda baştan beri rol oynadığını fark etmiştim” der.
Yukarıda, sadece anlatıcının saptamalarıyla yetinmemek gerektiğine, metnin bütünündeki başka ögelere de bakmak gereğine değinmiştim. Bazen de başka metinlerden ipuçları derlemek yardımcı olabilir. Yedi Yıl’ı ele aldığım bu yazıda Stamm’ın Türkçedeki öbür romanına değinme gereksinimini bu yüzden duydum. Bu iki roman art arda okunduğunda bazı paralellikler hemen dikkat çekiyor. Bazısına yazının başında değindim. Şöyle bir benzer durum daha var bu iki adamın hayatlarında.
“Andreas çocukluğunda yaşadığı yazları düşündü. […] Dünya o zamanlar çok büyüktü ve sonsuz olasılıklara gebeydi.” Böylesi Bir Günde’den bu alıntıyla, Yedi Yıl’daki şu cümle arasındaki paralellik önemli: “Tuz kokusu, güneş ve gemiler bana ailemle geçirdiğimiz yaz tatillerini anımsatmıştı. Kendimi biraz o günlerdeki gibi, şaşkın ve bir o kadar da umut dolu hissettim.” Bunlara, yazının başlarında yaptığım alıntıdaki Adreas’ın delikanlıyken yaşadığı özgürlük hissinden söz edilen cümle de eklenebilir.
Bu adamların hayatlarındaki bir şeylerin ters gitmeye başlamasının miladını ömürlerinin devamında da sürmesini umdukları heyecan, umut, coşku, özgürlük hissi ve benzerlerini yitirdikleri âna kadar götürebiliriz sanırım. Bu durum yaptıklarının ya da yapmadıklarının mazereti değildir kuşkusuz. Alexander’ın özgürlüğünü kısıtlayacağı düşüncesiyle eşya edinmekten kaçınırken, bir yerden sonra yeni eşya tutkusuna kapıldığından söz etmiştim. Peki, sadece artık bir yetişkin olması, kendi hayatını kurması zorunluluğu mudur onu özgürlük hissini yitirdiğini düşünmeye iten? Burada bir başka önemli etken devrededir. Rekabetçi bir toplumda bireylerden beklenen en önde olmalarıdır, en iyi, en güzel, en hızlı. Böyle olmadığında, sadece vasat bireyler olduklarını düşünmek durumunda kalırlar.
“Projem, gözümde donuk ve yaratıcılıktan yoksundu […] vasatlık ve her zaman düşlediğim gibi bir deha olmadığımı kabul etmek canımı acıtıyordu. Kâğıtları bir kenara ittim, hevesim kalmamıştı. Iwona’yı düşündüm.”
Alexander’ın kendisinin vasat biri olduğunu hissettiğinde Iwona’yı düşünmesi manidardır aslında. Iwona yarışın, yarışmanın dışındadır; Sonja’ysa tam bir yarışmacıdır. İşte, Iwona’nın Alexander’a iyi gelmesinin bir nedeni de kadının yarış dışı olması, onun yanında kendisini de yarışın dışında hissetmesini sağlamasıdır.
Türkçede bu iki romanın yanında bir de öykü kitabı yayımlandı Peter Stamm’ın: Uçuyoruz.[3] Bu kitapta yer alan “Üç Kız Kardeş” öyküsünün başkahramanı Heidi, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına giderken trende yaptığı resimlerin basit (vasat) olduğunu düşünür, benzer biçimde onu bu sınava teşvik eden resim öğretmeninin de kendisi gibi vasat biri olduğuna kanaat getirir. Bilmediği bir kasabada trenden inip sınava gitmez Heidi. Planladığından çok başka bir hayat sürdürür bunun sonrasında. Başarısızlık korkusudur onu trenden inmeye zorlayan, işte Alexander’ın projesinin vasat olduğunu fark ettiğinde duyduğu da böyle bir şeydir. Çok sonraları sadece kendi zevki için bir projeye çalışırken öğrenciliğindeki, gençliğindeki coşkulu yaratma hissini yeniden duyacaktır Alexander –ortada bir yarışma ya da bir başarma eşiği olmadığında.
Bizi yarışmacı yapan bir etmen daha var: Zaman. Doğumumuzla başlayan ve geriye doğru sayan bir kronometrenin varlığını sıkça duymaktayız. Her an kalan zamanımız azalıyor. Bunun yarattığı gerilimi duymaya doğar doğmaz başlamıyoruz elbette, belli bir yaşa gelip planlar yapmaya başladıktan ve bu planların gerisinde kaldığımızı, hedeflerimizden çok uzak düştüğümüzü fark ettiğimizde ya da hedeflerimize ulaşamayacağımızı, bunu için yeterince iyi olmadığımızı, vasat olduğumuzu düşündüğümüzde. İşte, bundan sonra zamanın anbean geri saydığını düşünüyor ve telaşa kapılıyoruz. Nostaljisini duyduğumuz da zamanın böyle telaşla geçmediği yıllar oluyor esasında. Böylesi Bir Günde’de bu durum şöyle ifade edilir:
“Andreas mutluluk ve mutsuzluğu, sevgi ve korkuyu tam manasıyla yaşayabildiği çocukluğunu, delikanlılığını düşündü. Zamanın durduğunu, çıkışsız olduğunu düşündüğü zamanları. Yirmi yaşındaki gibi sevmek istemiyor, ama zaman zaman o yoğunluğu özlüyordu; ansızın her şeyin sonuna geldiği, mutlak manasızlık ve aynı zamanda sınırsız özgürlük anlarını. […] Duyguyu anımsıyordu ama artık duyumsamıyordu.”
Zamanın durması değilse de yavaşlaması bahsi Yedi Yıl’da da çıkar karşımıza.
“Yıllardır elime roman almamıştım ama çocukluğumda gecenin bir vakti ya da yağmurlu bir öğleden sonra okuduğum bir hikâyenin sonuna geldiğimde neler hissettiğimi hâlâ anımsıyordum. Algıların böylesi açıklığı, her şeyi daha net biçimde duyup hissedebilme ve öğretilen zamandan çok daha ağır akan gerçek zaman… […] Güvendeyim, yatakta uzanıyor ve artık bana ait olan, asla sonu gelmeyecek, sürekli gelişip kendine özgü bir dünyaya dönüşen hikâyeye düşüncelerimde geri dönüyorum. O günlerde içinde yaşadığım birkaç dünyadan biriydi bu dünya, derken kendi dünyamı kurmaya ve ötekileri yitirmeye başlamıştım.”
Andreas’ta zamanın durma hissini yaratan duygularındaki yoğunluktur, Alexander’ın ise hikâye okurken algıları keskinleşmekte, açılmaktadır, bunu sağlayan zamanın daha ağır geçiyor olmasıdır. Andreas’ın yoğun duygusunun sadece sevmek olmadığına, çıkışsızlık duygusundan da söz edildiğine dikkat çekmek gerekir. Baudelaire’in, Paris Sıkıntısı[4]’nda “zamanın korkunç ağırlığı” karşısında “şarapla, şiirle ya da erdemle” sarhoş olmamızı önermesini andırır biçimde, Stamm’ın roman kişileri de ancak her zamankinden daha yoğun duygulara kapıldıklarında (olumlu ya da olumsuz olması gerekmez bu yoğun duygunun) ya da bir hikâye okurken algılarının açılması durumunda zamanın korkunç ağırlığının hafiflediğini hissetmişlerdir, ne var ki bunlar gençliklerinde kalmıştır.
Yedi Yıl’da Iwona bahsinde de “zaman[ın] baskısı”na değinilir:
“Oysa Iwona’nın hırsları yoktu. [Sonja gibi] yetişmesi gereken randevuları yoktu, yaşamı basit ve düzenliydi. […] Onunla olduğum zamanlar bu yaşamın bir saatliğine parçası oluyor ve her şeyi, zaman baskısını, hırslarımı ve şantiyelerde yaşanan sorunları unutuyordum.”
İşleri kötüye gidip iflasın eşiğine geldiğinde, kendisi de birahanelerden çıkmaz olmuştur bu dönemde, tuhaf bir biçimde bir rahatlama hisseder Alexander. “Meşakkatle geçen onca yıldan sonra çökmek âdeta rahatlatmıştı beni” der. Bu, başarmak-başaramamak dengesinin başaramamak yönünde mutlak biçimde bozulmasının verdiği rahatlıktır, artık başarma zorunluluğu söz konusu değildir, bunun için çaba harcaması gerekmiyordur. Kısa ve anlık bir rahatlamadır elbette, peşinden yeniden koşuya, yarışa devam edecektir.
Peter Stamm’ın Yedi Yıl’da anlattığı hikâyeyi sadece iki kadın arasında sıkışmış bir adamın hikâyesi ya da başka bir deyişle bir aşk üçgeni olarak görmek romandaki soruların önemli kısmını gözden kaçırmaya neden olacaktır. Aşk üzerine bir roman olmaktan öte hayat üzerine, hayatlarımızda bizden neler beklendiği ve bizim nerelerde, nasıl ve niçin tökezlediğimiz üzerine bir yapıt Yedi Yıl.
Meseleyi sadece modern hayatla, kapitalizmle, rekabetçi toplumla ilişkilendirmek de bir şeyleri eksik bırakmamıza neden olabilir. Zaman üzerine de bir roman çünkü, büyüyüp yetişkinlerin dünyasına girdikten sonra bazı duyguların sonsuza dek geçmişte kalacak olmasıyla da ilgili. Bütün bu saydıklarımın birbirleri üzerindeki baskısını, etkisini de sezdiriyor Peter Stamm. Hayatın yalınkat olmadığını, neyin neden olduğuna, neden yaşandığına dair ilk anda akla gelen yanıtların eksik kalacağını duyuran, Alexander’ın çocukluğunda okuduğu hikâyelerin etkisine benzer bir etki bırakarak algıları açan, yanıtlardan çok yeni soruları kovalayan bir roman Yedi Yıl.
Anlattığı basit bir hikâye belki Stamm’ın, üstelik minimal bir tarzı var; Alexander da Böylesi Bir Günde’nin anlatıcısı da soğuk, mesafeli bir dille anlatıyorlar hikâyelerini. Birer erkek anlatısı olan her iki romandaki bu anlatım tarzı erkeklerdeki yaygın (elbette Alexander ve Andreas’ta bulunan) coşkusal yalıtkanlığı da açık ediyor. Andreas gençliğinde duygusal şiirler yazdığında Delphine, “Senden hiç beklenmez […] Buz tutmuştu kalpte bir aşk kıvılcımı” yanıtını aldığında çok şaşırır mesela, kendisinin soğuk bir insan olduğunu kabul etmekle beraber bu niteleme onu hayli şaşırtmıştır. Alexander ağladığında Sonja’nın söyledikleri de farklı değildir: “Senin bunu yapabildiğini bilmiyordum.”
Stamm’ın minimal tarzı zaman zaman kahramanların kesinlikli saptamalar yapmasını dışlamıyor, bununla beraber bütün bu kesinliklerin ötesinde muğlak kalmış alanlar olduğunu duyuran bir tarz sözünü ettiğim. Sanırım, zamanın, rekabetçi toplumun, aşkın, cinselliğin, başarı ve vasatlık duygularının birbirleriyle yakın bağları olduğu sezmemize imkân veren de bu muğlak alanların varlığı.
İsviçre’nin günümüzdeki en önemli yazarlarından biri Peter Stamm. Vulture editörleri geçen günlerde 21. yüzyılın en önemli 100 kitabına dair erken olduğunu kabul ettikleri bir liste yayımladılar, Yedi Yıl o listede yer alan kitaplardan biri.[5] Stamm’ın değindiğim Böylesi Bir Günde’si 2009’da, Uçuyoruz ise 2010’da Türkçe olarak yayımlanmışlar, ama ne yazık ki yeni baskıları yapılmamış. Yedi Yıl, daha şanslı görünüyor, geçen Temmuz’da yayımlanmasının ardından ilgi görmüşe benziyor, umarım bu ilgi Stamm’ın daha önce Türkçede yayımlanmış ve henüz yayımlanmamış başka kitaplarının da okurlarla buluşmasına vesile olur.