“Dönüş bana ‘80’leri getirdi; bu tarihi ondan öncekilerle birlikte getirdi; 'dönüş' kelimesindeki ironiyi, yıllar ve yıllar içinde, her politik kuşağın ağına takılan sürgün, adalet, göç, kayıp, aile, parçalanma, direniş kelimelerinin etrafında ha bire nafile dönüp duruyormuşuz duygusunu getirdi.”
05 Ocak 2023 12:00
“Bence 2022'nin kitabı”na karşılık verirken aslında iki metin arasında kaldım, ve aslında ikisini de K24'te yazmıştım. İlki, Sylvain Tesson'un Kar Panteri: Bir Tefekkür Yürüyüşü, nedenini bütün yönleriyle kendi ağzından anlatıyordu zaten. İkincisi, Dönüş ise zaman-dönemler bakımından beni hem gerilere götürdü hem de bu "nedenleri" bulmama yardımcı oldu...
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin banklara, otobüs duraklarına, kahve sandalyelerine “bırakıldığı”, Yaralısın’ın baskı üstüne baskı yaptığı, Yarın Yarın’ın toplatıldığı, Kadının Adı Yok’un “zararlı neşriyat” denerek poşette satıldığı zamanlardan kalma, “eski” bir okursanız eğer, “yeni” şeyler ararsınız: Ernaux’yu ‘90’larda ilk baskılarından, Cem Yayınları’ndan okumuşsunuzdur; Bir Kadın’ı, Yalın Tutku’yu, Bir Adam’ı, Kürtaj’ı. O zamanlar Yalın Tutku yalnızca “tutkudan” bahsederken, yeni basım (Can Yayınları) “yeni jenerasyon” bir yazarın, Edouard Louis’nin sözlerine yer veriyor arka kapakta: “… Annie Ernaux’nun eseri yıkıcı olduğu kadar güçlü, öfkeli olduğu kadar da incelikli.” Neredeyse yarım asır sonrası bir okuma, Ernaux’daki “yüce edebiyatın” tersine, kafa tutan, kutsallıktan arınmış dili keşfediyor. Cinsellik gibi her kuşağın ancak bir ucundan tarif edebildiği bir meseleyi bütün içtenliğiyle, cesurca ortaya koyuşuna işaret ediyor. Ernaux sanki buna bir karşılık verircesine, 10 Aralık 2022 tarihinde yapacağı Nobel Ödülü konuşmasının “bir yazar ve angaje bir insan” olarak edebi ve politik olacağına söz verdi.[1] Aynı metnin, sizin okuduğunuz zaman-lar-daki haliyle günümüzde “dönüştüğü” haline birkaç örnek daha verelim: Eylül 1984’te 4. baskısını yapan Camus’nün Yabancı’sında kahraman, Dostoyevski’nin “iradesiz insanlarına” benzetiliyor, “uyuşuk ruhlu adam” tanımı getiriliyor Meursault’ya. Günümüzdeki baskılarından birinin tanıtımında ise, “XX. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşma”, “Bir türlü ele geçirilemeyen ‘anlam’ın sürekli aranışı, bilincin toplumdan ve dış dünyadan kopuşu” ifadeleri geçiyor. ‘90’ların başında, Murathan Mungan yönetiminde, Remzi Kitaplığı Çilek dizisine ait Ruth Rendell’in Taştan Hüküm ve Cam Hançer’i, P. D. James’in Doğal Bir Ölüm’ü “polisiye” başlığıyla yayımlansa da, karakterlerin ruhsal kaynaklarının derinlemesine analizi ve libidonun baskın bir yer işgal etmesi açısından olağanüstü dramatik yoğunlukta metinlerdi. Bunlardan ayrı olarak özellikle Taştan Hüküm’de sistem eleştirisi alttan alta kendini hissettiriyordu. İnsanların iyi ya da kötü oluşunu sorgulamaktan öte, iyiliğin de, kötülüğün de kapitalist düzenden kaynaklandığı bir dünya sunuyordu. Tekrar basılırsa neye benzerler bilmiyorum ama, yine aynı diziden çıkan Witold Gombrowicz’in Pornografi’si ve yine arka kapaktaki “Gençlik ve yaşlılık, toyluk ve olgunluk, masumiyet ve kirlenmişlik, cinsellik ve cinayet, kutsallık ve inanç, erkeklik ve şiddet, iktidar ve onur, aile ve ölüm…” temalarıyla günümüz okurunu doyurur niteliktedir. Devam edersek, yanılmıyorsam ‘80’lerden itibaren yayımlanmaya başlayan Virginia Woolf’un eserlerine vurgu, daha çok bilinç akışı tekniğine, onun tıpkı James Joyce gibi gelenek karşıtı yazma eğilimine odaklı yapılır; sadece bireyin izlenimleri, bu izlerin getirdiği çağrışımlardır yapıtlarına konu olan. Sonraki on yıllar içindeyse feminist yanıyla anılır olur Woolf, bugün adı geçince ilk akla gelen, kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitapların yazarı olmasıdır. Benim okuduğum zamanlarda Jean Genet’nin, özelikle Balkon, Hizmetçiler ya da Zencileroyunlarının alımlanması, onun pek öyle yenir yutulur cinsten olmayan şiirsel biçemini, “düş içinde düş, karabasan içinde karabasan, çarpık ayna, şiddetin estetiği” gibi bezemelere feda ediyordu. Yakın zamanların bir Genet okuması, Hırsızın Günlüğü yazarının, azınlıkların, siyahların, eşcinsellerin, kısaca bütün ezilenlerin yaşamlarından ilham aldığını, kurgularındaki karakterlere gerçek karakterler yerleştirdiğini ortaya koyacaktır. Hırsızın Günlüğü’nden bahsederken lafı dolandırmadan söylediği gibi: “İhanet, hırsızlık ve eşcinsellik bu kitabın temel konularıdır. İhanete, hırsızlığa ve aşklarıma olan düşkünlüğüm arasında bir tür damar ilişkisi varmış gibi geliyor bana.” Biraz pop, bana ters gelen bir örnek daha vereyim, 2000 yılında ilkin Om Yayınları’ndan çıkan Bret Easton Ellis’in Amerikan Sapığı romanında kahraman, kadınları, çocukları, köpekleri, dilencileri öldürmeyi, tüketmeyi, yok etmeyi sevmektedir. O derece ki, bazı sayfalardaki işkenceyle ölüm tasvirleri katlanılır nitelikte değildir. Bir Amerikan rüyası, materyalizm eleştirisidir söz konusu olan, yoksa şimdilerdeki tekrar basımında sunulduğu gibi hiç de toksik erkeklik kitabı değil. Bize, Türk edebiyatına kısaca dönersek, ‘90’lar okuru olarak benim kuşağım için Leyla Erbil, Tezer Özlü, Nezihe Meriç, Sevgi Soysal anlatım bakımından “devrim” niteliğinde metinlerdir; tarihsel tecrübelere yapılan atıflar sayesinde de politik. Bilge Karasu, Sevim Burak başka başka nehirler akıtır “Türk edebiyatına”. Bugün bu eserler, akademik bakış açısıyla, karşılaştırmalı incelemelerle, yazar-metin yoğunlaşmalarıyla “bütün zamanların” doğurgan okumalarına kucak açarlar. Tıpkı Ocak 1986’da Can Yayınları’ndan çıkan, Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı adlı öykü kitabının arka kapağında söylenenleri daha büyük bir boyut-anlamlara taşıyabileceğimiz gibi: “… Öyküler, kitaptaki sıralanışına göre okunduğunda belli bir sürecin vurgulandığı görülecektir. Değişik bir okunuş sırası ise, değişik vurgular getirebilir.”
Bir torba laf, bu kadar uzun girizgâh tek bir kitap için; demem o ki, her metin, yeni kuşağın elinde, kimi zaman kendi yaşayıp odaklandığı meselelere tam denk düşerek, kimi zaman günün fantezi ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tanımlanarak geçer zaman tünelinden. Dolayısıyla, beni eski günler kadar eski okumalara da götüren Hisham Matar’ın Dönüş’ünü bugünün yansıması bir geçmişi ya da onun imgesini aktardığı için sevmiş olabilirim. Yaşananlar kadar yazılanların da bir tarihi vardır zira. Bir de, Dönüş’ten bir önce okuduğum bir metnin, Joseph Andras’ın, De nos freres blessé[2] adlı romanının “tamamlayıcı” bir rol oynaması. Adalet arayışı, cezaevi gerçeği, hasret, savaş gibi muhtevalarla iki romanın, bazı anlarda yarattığı “atmosfer” bakımından birbirine benzemesi. Geçmişin okumalarından zihne takılan “siyasi”, “kaçak”, “işkence görmüş”, “mahpus”, “serbest kalmış” kahramanlar. Andras, 2016’da Goncourt Ödülü’ne değer görülmesine rağmen bunu reddetmiş, “Kendimle çelişmemek için ödülü kabul etmedim, bu hikâyenin ve karakterlerin taşıdığı ideallerin ‘kurumsallaşmasına’ izin vermek istemedim” demiştir. Bu romanda kahraman Fernand Iveton, Cezayir, Hamma’daki bir gaz fabrikasında torna işçisidir. Haziran 1955’te Cezayir Komünist Partisi’nin askerî örgütlenmesi olan Kurtuluş Savaşçıları’na üye olur. 14 Kasım 1956’da, örgütten iki arkadaşının yardımıyla, özellikle kimseye zarar vermemek için çalıştığı fabrikanın kullanılmayan bir odasına sabotaj amaçlı bir bomba bırakır. Ancak Iveton, fabrikadaki işçi arkadaşlarından birinin fark etmesiyle yakalanır ve ölüme mahkûm edilir. O, Cezayir Savaşı’nda giyotine gönderilen ilk ve tek Fransız kökenli Cezayirli olur, üstelik temyiz başvurusu dönemin Adalet Bakanı François Mitterrand’ın olumsuz görüş bildirmesiyle reddedilir. Uzayıp giden mahkemeler, Iveton’un komünist yetkililerce tek başına bırakılması, kendisini savunup koruyacak kimse bulamaması, bana zaman zaman Dönüş’te Hisham Matar’ın babasını ararken yaşadıklarını, onun ulaşılması imkânsız, hayalî bir merkeze doğru ilerleyen hikâyesini hatırlattı.
Dönüş için “yılın kitabı”ndan çok “yılların kitabı” desem –tabii ki kendi adıma– fazla abartmış olmam sanırım. Çünkü Dönüş bana ‘80’leri getirdi; bu tarihi ondan öncekilerle birlikte getirdi; “Demek o zaman burada bunlar olurken, yabancısı olduğunu sandığım bir ülkede de aynı şeyler oluyormuş” tahayyülünü getirdi; “dönüş” kelimesindeki ironiyi, yıllar ve yıllar içinde, her politik kuşağın ağına takılan sürgün, adalet, göç, kayıp, aile, parçalanma, direniş kelimelerinin etrafında ha bire nafile dönüp duruyormuşuz duygusunu getirdi. Deleuze’ün meşhur “orası ve burası”[3] ayrımını, acil sorunların bize “mahallemizdekilerden” daha yakın olan üçüncü dünyanın sorunları olduğu düşüncesini, “solcu olmanın” “ilkin dünyayı algılamak”, “uzağı algılamak”, “solcu olmamanın” ise aksine, oturduğumuz sokağa, yaşadığımız ülkeye odaklanmak anlamına geldiği tespitini getirdi. Yazarın kendi küçük hikâyesinde taşıdığı büyük hikâyeyi edebiyatın lezzetiyle aktarmasındaki zarafeti, içtenliği getirdi. Mısır gizli servisi tarafından kaçırılıp Kaddafi’ye teslim edilen, akıbeti belirsiz bir babanın izinde, Aristoteles’ten Joseph Brodsky’ye, Nabokov’a, Conrad’a, Dimitri Şostakoviç’e, Boris Pasternak’a, hatta Necip Mahfuz’a sayısız metnin, klasik tablonun, fotoğrafın içinden geçerek yapılan bir kurgunun bir o kadar sadeliğini getirdi. Hem politik, dayanışmacı bir yazını hem de tanıdığımı sandığım bir ülkenin kritik anlarıyla kendimizinkinin benzerliğini, bürokrasinin benzerliğini, korkunun benzerliğini, hapishanelerin benzerliğini getirdi. İhtiyarından, militan genç kuzenlere varıncaya kadar siyasetin içindeki bir ailenin üyelerini “bir yerlerden tanıyormuşum” hissiyatını getirdi. Yıllar önce okuduğunuz, meselesi ve parlaklığıyla sizi ele geçiren metinlerin hatırasını getirdi. O metinlerin belge, fotoğraf, resim, video anlatıları eşliğinde, yeni bir üslupla anlatılmasını getirdi… Daha ne getirsin!
•
NOTLAR:
[1] Peut-on critiquer Annie Ernaux? Enquête sur une icône intouchable, L’expresse.
[2] Ben Fransızcasından okumuştum. Joseph Andras, Yaralı Dostlarımıza, çev. Özgü Berksoy, İthaki Yayınları, 2022.
[3] Gilles Deleuze, Abécédaire’inde (“Gilles Deleuze ile A’dan Z’ye”, yapımcılığı Pierre-Andre Boutang tarafından üstlenilmiş, gazeteci Claire Parnet’nin Gilles Deleuze ile yaptığı röportajlar serisi)