Yokluğun hafızası

"Solnit’in yaşam ve yazısının anahtar kelimeleri: Tarif, bağlar, haritalama, örüntüler, iz sürme, parçalar, yeni örüntüler: 'Hayatınız çizgilerle değil, tekrar tekrar çatallanan dallarla haritalandırılmalıdır.' Kendi hikâyesini anlatırken dahi dilsizleştirilenlerin, çeperlerin, çatallanan dallarınkini eksik etmiyor..."

17 Mart 2022 15:00

 

“Öyküye, kitaplara, müziğe,
güce ve gerçekten benim olan bir hayata açtım,
bir şey olmaya, kendimi inşa etmeye,
yeniyetmeliğimde bulunduğum yerle arama
mümkün olduğunca mesafe koymaya,
kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacak bir yere varana dek
yola devam etmeye açtım.”

Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar 

Yokluğumdan Aklımda Kalanlar beyaz ve heteroseksüel erkek ve kadınlar dünyasında kabukları soyarak, perdeleri yırtarak değişen, dönüşen bir kadının, Rebecca Solnit’in oluş ve özgürleşme hikâyesi. Yazar Solnit, bu kitapta pek çok kurum ve alanda yok sayılmasını bedeninden kazıyarak kendini var etme tecrübesini anlatıyor. Çocuk, öğrenci, gazeteci, yazar, aktivist kadın olarak içine yerleşmesi beklenen rolleri reddetmesini, hetero-patriyarkal düzene karşı yeni ve başka bağlar kurma mücadelesini mekânlar, kişiler, geçmiş, okudukları, izledikleri, temas ve karşılaşma anları üzerinden genişleyip çoğalarak kurguluyor. Saçakların her birini birbiriyle konuşan patikalarda akıtıyor. Ortaya, cesaret bulaştıran bir yol anlatısı çıkıyor.

19 yaşındaki Solnit, “hayatım henüz bir yere gitmemişti; kim olacağımı ve nasıl olacağımı anlamaya çalışma sürecinin başlarındaydım daha” diyor kitabın ilk sayfalarında. “Genç, cahil, yoksul ve hemen hemen arkadaşsız olduğum sıralarda kışın bir pazar günü, kiralık daire bakmaya gittim.” Bu, tüm zorluklarına rağmen kabuğu kırma, kabı devirme, perdeyi yırtmanın önemli bir adımı. Sonrası şehrin çeperlerine ve yeryüzüne seyahat.

Kadınların fark edilmemesini, susturulmasını, yok sayılmasını ve alanlarının sürekli daraltılmasını; şiddetin edebiyat, sinema, resim, fotoğraf, akademi, TV dizileri ve gazetelerde görünmez, konuşulmaz kılınmasını hem yaşıyor hem bunlara tanıklık ediyor. Kitabında kendisinden hareket etmekle beraber tanıdığı tanımadığı, kendisine yakın-uzak kadınların tecrübelerini de anlatıyor. Bazı açılardan “yavaş yavaş solup giden”, bazı açılardan “asla sona ermeyen” çocukluktan çıkıp kendi başımıza devam ederken “yetişkinler ülkesinde yeni bir göçmen” olmayı öğrenme, “kendini yeniden icat etmeye” ve sorgulama ihtiyacı yaşamında ve yazdığında öne çıkıyor. Göçmenlikle beraber göçebelik ve seyyahlığı da içeren bu yaşantıda değişme, güçlenme ve güçlendirme, saflık ve telaş yerini zamanla olgunluk, sükûnet, intibak, berraklığa bırakıyor.

1980’lerden 2000’lerin sonlarına kadarki geniş bir zaman aralığında yollar seçip kararlar verdiği bu oluş/özneleşme sürecini Solnit, parçaları yüzeyler ve evreler arası geçişlerle kendi tercihlerine göre birleştirdiği bir anlatıya dönüştürüyor. Gündelik yaşamda ve kurmacada kuşatıcı eril bakışın kırılma imkân ve ihtimallerine, tüketim, iş ve ilişkilenme biçimlerinde, toplumsal, siyasal hareketlerde, evde, sokakta, şehirde yaşanan değişim ve dönüşümlere yer veriyor. Güneyden kaçmak zorunda kalıp yeni geldikleri yerlerde tutunmaya çalışmış komşularından savaş, sürgün, göç, yoksulluğun türlü şeklini dinliyor. Ohlone halkından İspanyollara geçen toprakların bağımsız Meksika’nın dış çeperi haline gelmesini, ardından Birleşik Devletler’in Kaliforniya’yı, Güneybatı’yı almasını, Meksikalı çiftçilerin sürgün edilmesini, topraklarının ellerinden alınmasını, tüm bu işgal ve çitleme ve çevirmeler, yeni duvarlar, hapishaneler, mezarların inşa edilmesini ve savaş sonrası “beyaz göçün” bir önceki neslin göçmenlerini tekrar tekrar sürmesini, bunun mimariden ortak yaşam kültürüne etkilerini tanıklıklar ve tecrübeleriyle aracısız dile getiriyor. “Daha az siyah”, “daha az orta sınıf”, daha “mutena” mahalleler arzusunun sebep olduğu erozyon karşısında Solnit, “hayati bir şey de solup gitti” diyor.

Var olduğu her alanda yok sayılıyor. Günler, geceler hangi kesimden, yaştan olursa kadınlar için birbirine benzemeye devam ediyor: Taciz, tecavüz, cinayet vakaları; ev/aile/partner şiddeti; dışlanma, mobbing; hiddet, hınç, haset ve sahiplik duygularının sebep olduğu tahribat ve tüm bunları örten, saklayan eril dil/bakış. Hep “adamların sözlerine” inanılıyor. Sıra kadınlara geldiğinde içten geçen cümle değişmiyor: “Sözcüklerim yine ağzıma tıkıldı.” Peki bu kuşatmanın içinden nasıl çıkıyor Solnit? Nasıl var oluyor? Kendisi ve diğerleri için ne yapıyor? Belki daha da önemlisi, bize neyi/neleri fısıldıyor?

Uzunca bir alıntıya yer vermek istiyorum burada:

“1980’lerde hızını almış bir feminist hareket vardı. Kadına yönelik şiddet hakkında söyleyecek çok sözü olan, hatta buna karşı Geceyi Geri Al yürüyüşleri düzenleyen bir hareket. Ama o sırada bu hareket benim için ulaşılabilir değildi. Çok gençtim; içinde çoğunlukla yaşça benden büyük kadınlar varmış gibi görünen o kültüre ayak uyduramayacak kadar başka kültürlerin içine gömülmüş haldeydim, üstelik bu kadınlar henüz öğrenmediğim bir dilde konuşuyordu. Benden uzakta bir yerdeydiler. Fakat bütün bu şiddet benden bir başıma feminist yarattığında o mesafeyi yavaş yavaş kapatacaktım. 1985’te bir punk dergisine yazdığım kapak hikâyesinde, 1990’larda çeşitli sanat eleştirileri ve makalelerde, 2000 yılındaysa yürümenin tarihini anlatan kitabımın dünyada yürüyüşe çıkan kadınların karşılaştığı bütün engelleri ayrıntılarıyla anlattığım bölümünde, kadına karşı şiddet hakkında yazıp çizdim.” (s. 65)

Duyduğumuz oldukça net, feminist olmak.

Sara Ahmed Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabında feminist eylemi sudaki küçük dalgalara benzetir. Suyun yüzeyindeki hareketlerin dışa doğru peş peşe halkalar doğurduğunu söyler ve ekler: “Feminizm bağlantılar kurma dinamizmidir.” Bunun için buluşma noktaları, yerler, mekânlar bulmak gerekir. Bu, diğerleriyle de buluşmak demektir. Kolektif bir hareket olarak feminizm, diğerleriyle “diyalog halinde feminist olmak üzere harekete geçmemizi gerektirir”. Solnit’in yazarlığını da şekillendiren yaşamı bunu adeta doğruluyor. “İçinde kadın düşmanlığı da vardır” dediği homofobiye karşı mücadelenin, 1988’deki nükleer karşıtı eylemlerin, yerlilerin yaşam alanlarının işgaline karşı direnişlerinin parçası oluyor Solnit. Irkçılıktan cinsiyetçiliğe, kapitalizmden homofobiye, sömürgecilikten köleliğe, eko-kıyıma kadar iktidarın nasıl işlediğini ve sebep olduğu ayrımcılığı, zulmü, zorbalığı diğerlerinin tecrübelerinden hareketle anlatıyor. Gerçekleri kaydediyor. Kişisel ile kolektif mücadelenin, estetik ve etik sorumluluğu göz ardı etmeden hem yaratıcı alana hem aktivizme nasıl akabileceğini de örneklendirirken iki önemli noktayı daha ekliyor fısıltısına: Kuir bağlar ile kesişimsellik.

Kitapta görüyoruz ki onun siyahlar, yerliler, doğa-insan ikiliğini ters yüz eden ekolojistlerle, heteroseksüel olmayanlarla bağları duygularında, söylem ve eylemlerinde dönüştürücü bir etki bırakıyor. Mesela, söylediklerinin bütün eşcinsel erkekleri “elbette kapsamadığını” belirtmekle beraber, eşcinsellerle arkadaşlıklarının kendisini özgürleştirdiğini sıklıkla vurguluyor: “Çünkü özgürlük bulaşıcıdır.” Sinema salonunda yaşadığı bir tecrübenin öğreticiliğini şöyle aktarıyor:

“(...) Mırıltılar ve iç çekişlerden, alkışlar, homurtular ve alaylardan, homoerotik alt metinler okumayı, filmin tuttuğu tarafı anlamayı, eski filmlerdeki nefretle ve yenilerindeki şişirme fikirlerle yüzleşmeyi öğrendim. Eşcinsel erkekler karanlığın içinde (genellikle) sessiz olduğumuz halde bana yakın okuma yapmayı, övmeyi ve eleştirmeyi, şakalara ortak olmayı öğretti.” (s. 190)

Cinsiyetin istenebileceğini, hayal edilebilir olabileceğini, olası/kesin bedellerine rağmen sınırların aşılabileceğini, cinsiyet rolünün içine işlenenlerin rahatsız edebileceğini, verili olanı reddetmenin güçlendirebileceğini de öğrendiği bu ilişkilenmeler, belki de onu kendi homojen olmayan kimliğini düşünmeye itiyor. Zira o, liberal bir İrlandalı Katolik’le bir Rus Yahudisi’nin kızı. Kendisinin de belirttiği üzere “muhafazakâr, hatta antisemit bir mahallede büyü”müş, “entelektüel karşıtı bir kasabada kitaplara âşık bir çocuk, erkek çocuklardan oluşan bir ailede kız çocuğu”. Buradaki tüm ikilik ve tezatlar, onun kendisinden bambaşka bir “ben” doğurmasının yollarından biri neden olmasın? Tanık olduklarını tek bir bakış ya da düşünceye hapsetmemesinin, duymaya ve öğrenmeye açık olmasının, yaşam ve yazısını saçaklı kurgulamasının, kurduğu bağların yenilenebilir, değişebilir olmasının da…

Ev ödevi olarak feminizm teoride ve pratikte öğretilen, dayatılanlar; yeniden üretilenler, vazgeçilmeyenler karşısında tereddüdü ve şüpheyi, bir arada görmeyi ve duymayı, bildiklerimizi sorgulamayı, ters yüz etmeyi, sınırları zorlamayı, aşmayı, hayatın hemen her alanında feminizmi işletmeyi öğretiyor. Meydan okumayı, direnmeyi… Sonit de bu kitapta ev ödevine sadık, inatçı, çalışkan ve oyunbozan bir feminist özne/yazar olarak sokakta, şehirde, gecede, davetlerde, söyleşi ve konferanslarda, edebiyatta, sanatta, toplumsal hareketlerde kendisine nasıl alan açtığını anlatıyor. Zira Ahmed’in de dediği gibi, “Feminist bir yaşam süreceksek alan açmalıyız. Alan açtığımızda, başkalarına da alan açarız”.

Kadınların yok olduğu/sayıldığı alanlara talip olmak değil de yeni alanlar açmak. Eğer feminizm özgürleştirici bir mücadele ise, Umut Tümay Arslan’ın Feminist Bellek sitesindeki Eril bakış maddesinde belirttiği gibi “Egemen ve eril çerçevenin içine kadınları dahil etmek değil, başka bir çerçeve hayal etmek, çerçeveyi, sahnelemeyi, yerleşik görme ve işitme düzeneğini dönüştürmek, kendimize ve birbirimize dair eril bakıştan farklı bakışlar inşa etmek” gerek. Bunun bir yolu da söz konusu başka her kimse ya da diğer, onunla temas etmek, karşılaşmak. Buluşma noktaları, ortak alanlarda birbirini duymak.

Yok sayılmayı ve yok sayılanların kimler olduğunu erken yaşlardan itibaren hem okudukları, izledikleri, dinlediklerinden hem yaşadıkları hem de tanık olduklarından öğrenen Solnit de iktidarın nasıl işlediğini tüm yok sayılanlar için/onlarla beraber düşünmeye başlıyor. Bakışını medyada, edebiyatta, sinemadaki erkek kahramanlar/yok kadınlara ve gündelik yaşamda kadının yaşadığı şiddete çevirmekle kalmıyor görüş alanını sürekli genişletiyor: Yaşadığı mahallelerdeki siyahlar, hakları için mücadele eden halklar, yerliler, nükleer karşıtı eylem yapan çevreciler, eşcinsellerin gündelik yaşam, kültürel entelektüel alan, beden pratikleri. Onun tecrübesini, Arslan’ın şu cümleleri özetliyor:

“Şayet eril bakış kavramı, güç ilişkileriyle yapılandırılmış bir toplumdaki görme ve zevk alma biçimlerini anlamaya itiyorsa bizi, egemen bakış açısından bakmaya zorlanmanın baskısı ve şiddeti demekse yani, eşitsizliğin birden fazla yüzeyi olduğu için eril bakışı tanımaya çalışırken sınıf, ırk, etnisite, cinsel kimlik konumlarının iç içe geçtiği, birbirine kilitlendiği kesişimsellikleri düşünmek zorunda kalırız.”

Hatta o zorunda kalmıyor. Nasıl ki feminist olmasının, feminizmle bağının kendiliğindenliğinden söz ediyorsa, kesişimsellikleri düşünmeyi de akış halinde tecrübe ediyor. Ve tüm eşitsizliklerin yüzeylerinde dolaşıyor. İç içe geçtiği, birbirine kilitlendiği yerleri anlamaya, duymaya, tanımaya çalışırken, bir yandan da düzenin sessizlik duvarlarında delikler açmak, onları yıkmak için hikâyelerin peşine düşüyor. Dinliyor, izliyor, okuyor, araştırıyor, seyahat ediyor ve yazıyor.

Çünkü Rebecca Solnit, mücadele etmenin yollarından birinin “Ağaçtan değil hikâyelerden müteşekkil bir orman ve içinden geçen bazı patikaların haritasını çıkaran yazılar”dan geçtiğini düşünüyor: “Noktaları birleştirdim ve dünya çapında bir salgın gördüm, gördüğüm kalıplar hakkında konuştum, yazdım ve bütün bunların herkesçe konuşulur hale gelmesi için otuz yıl bekledim.” Gençken sözünü söyleyebilmesi, güvenli alanlar inşa edebilmesi güç olsa, engellerle karşılaşsa da vazgeçmiyor. Araştırma, proje, arşiv çalışması, makale ve kitaplarının ana aksını yok sayılma üzerine kuruyor.

Sorular soruyor ve konuşmak, iştirak etmek, gezip dolaşmak, yaratmak, tanımlamak ve kazanmak için bize ne kadar alan açıldığı ya da ne kadarından mahrum bırakıldığımız gerçeğini hep hatırlıyor. Erkek editörler, akademisyenler, eleştirmenlerce acımasızca eleştirilmesi, çoğunlukla görünülmezleştirilmesi onu makbul olmayan alanlara dokunmaktan, yazmaktan ve bunları duyurmaktan alıkoymuyor. Sokaklardaki “tehdit ve gözdağının korku ve gerilimden perişan ettiği yılların ardından” diyor Solnit, “hem bir hayatım hem bir aşk hayatım olması için uğraşır”ken,

“Yazarlık yaparak görünür olmaya, söyleyeceğim bir şey olduğunu iddia etmeye, kültürü oluşturan sohbete katılmayı hak etmeye, bir ses sahibi olmaya çabalıyordum, bu da başka bölgelerde başka rekabetler anlamına geliyordu.” (s. 90)

Sonuç ve değişmeyen süreç: Dışarı itilmek, içeri alınmamak, katılımaya değer vasıflar taşınmadığının varsayılması, ertelenmek, ötelenmek, sürekli gözetlenmek, gözlenmek, mükemmellik beklentisi, yanlış, eksik, boşluk bırakma korkusu, tembellik, aylaklık, tutunamama hakkının elinden alınması, yargılanmak, suçlanmak. Bu şiddetin sadece evin, sokağın ya da gecelerin değil, edebiyattan sanata, siyasetten medyaya hemen her alanın gerçeği olduğunu yaşıyor, görüyor ve anlatıyor Solnit.

Zorlu, pek çok tecrübe ve tanıklığın içinden konuşup onların görülmesini sağlarken “umut” etmekten vazgeçmiyor. Depresyonun, beklentilerin, bedenin, nefretin ağırlığı altında ve hatta çöküntü halindeyken bunu yapıyor, şöyle söylüyor: “Gayet iyi tanıdığım o alçak yerlerden kendimi kurtarmak için kullandığım mantık merdivenlerini ve anlatılarını başkalarının da kullanımına sunmak için yaptım bunu.” Belki yazar olma isteğinin güçlü olması, belki gerçekleri duyurmak isteği, belki seslerin susturulmasına itirazı. Bir şey daha var ki, bu yazarlığının önemli itici gücü olsa gerek:

“Onlu yaşlarımda ve yirmili yaşlarım epey ilerleyene dek çoğunlukla heteroseksüel erkeklerin edebiyatla karşılaşmıştım; o eserlerde ilham perisi, sevgili, keşfe çıkılan şehir ya da fethedilen doğa hep kadın olurdu.”

“Başkahramanların neredeyse münhasıran erkek olduğu” hikâyelerden çocukluğundan beri ikrah etmiş olan Solnit, erkeklerin yazdığı bu metinler için şöyle söylüyor: “İliğine kemiğine dek tüketilmiş kadınlar övülür, kendi arzuları ve ihtiyaçları konusunda ısrarcı kadınlarsa sık sık yerilir ya da yer işgal ettikleri, gürültü yaptıkları için azarlanır.” Okullardan edebiyat eleştirmenlerine öğrenegeldiğimiz haliyle, Emma Bovary de nihayetinde gül gibi kocasını aldatmış, evladını hiç mi hiç düşünmemiş, her şeyi tamam evliliğini mahvetmiş, doyumsuz, acınası bir kadın değil midir? İşte Solnit buna itiraz ediyor. Yazar, editör, eleştiren, akademisyen, her ne olursa olsun eril bakışın elinden çıkan metinlerde kaybedilen, yok sayılan, görülmeyen, imha edilen, sessizleştirilen kadınları ve o kadınlar için yazıyor. Hikâyeler topluyor, araştırmalar yapıyor, arşivleri tarıyor. Anlatıyor. Birinci ağızdan, dolaysız anlatılar kuruyor. “Kendilerinin sanatçı”, onun seyirci olduğuna “ikna olmuş görünen”lere cevabını yazıyla veriyor.

Bu elbette kolay değil. Geçinmek de oldukça zor. Bir süre satış ve hizmet sektöründe çalışıyor. Ama bunların kendisine pek de uygun olmadığını görüp San Francisco Sanat Müzesi’nde bir işe başvuruyor. Kabul edilmesiyle yürüyüşü başka bir patikaya daha sıçrıyor. Arşivde çalışırken “küçük parçaları birleştirerek bir tarih oluşturma işine âşık” oluyor. Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’ın kurgusunun da temel özelliklerinden olan bu parçalı yapı onun yazısının da karakteristik özelliklerinden biri haline geliyor. Sanat eserlerinin tarihçesinde “seyyah gibi gezinen” Solnit, kendi kişisel tarihinde, hayatta da böyle geziniyor. Öğrenerek yol alırken kendi sesini, dilini bulmaya çalışıyor.

“Savurgan, incelikli, kışkırtıcı olabilecek, sadece gerçekleri ve somut nesneleri değil, pusları, ruh hallerini ve umutları tarif edebilecek yazılar istiyordum. Dünyanın örüntülerle, sezgilerle, benzerliklerle birbirine nasıl bağlandığının haritasını çıkarmak istiyordum. Dünyanın paramparça olmasından önceki kayıp örüntülerin izini sürmek, kırık parçalardan meydana getirebileceğimiz yeni örüntüler çıkarmak istiyordum.” (s. 138)

Solnit’in yaşam ve yazısının anahtar kelimeleri: Tarif, bağlar, haritalama, örüntüler, iz sürme, parçalar, yeni örüntüler: “Hayatınız çizgilerle değil, tekrar tekrar çatallanan dallarla haritalandırılmalıdır.” Kendi hikâyesini anlatırken dahi dilsizleştirilenlerin, çeperlerin, çatallanan dallarınkini eksik etmiyor. Bunların her biri onu ve onun yazısını kuran parçalar. Keçi yollarına, kıyı köşelere sapıyor. Göçebeliği, göçmenliği, seyyahlığı anlatıyor.

Yazı, yazmak onun için sanatta, edebiyatta, hayatta sık sık yaşadığı silinmişlik hissine karşı bir itiraz da aynı zamanda. Mesela Beat kuşağını “çoğu kadınları hor görüyordu”, Amerikan “kanonu tam bir erkek edebiyatıydı” diyerek eleştirmekten çekinmiyor. Yazarken de, yayınlarken de erkeklerin “hararetle engellemeye çalışmalarıyla” karşılaşıyor. Kendisi bunları aşabilmiş olsa da aşamayanlar olduğunu hep hatırlıyor, hatırlatıyor ve ekliyor: “Bazı kapılar cinsiyetim dolayısıyla yüzüme kapatıldıysa da bazıları ırkımdan ötürü açık kalmıştı.” Feminist temalar araştırma ve yazılarının önemli bir parçası haline geliyor. Bunların “hayatta kalmak üzere konuşan diğer kadınlar için, diğer kadınlar hakkında ve sık sık da onların sesini kullanarak yazıl”dığını söylüyor. Zira, “Filmlerde, şarkılarda, romanlarda ve dünyada tabur tabur kadın öldürülüyordu ve her ölüm küçük bir yara, bir ağırlık, o ben olabilirdim diyen küçük bir mesajdı”.

Yakın zamandaki ikinci okumamda ilkine göre oldukça sakin ilerlerken ona kendimi bu denli açmamı sağlayan, anlattığının hepimizin hikâyesi olması, hatırlattıkları ya da bulaştırdığı cesaret değildi sadece. Son derece politik bir metin de olan Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’ın örnek olmaya, öğretmeye değil, beraber düşünmeye davet eden, öfkesini, bakışını dayatmayan diliydi. Hemen hemen aynı günlerde denk geldiğim bir röportaj bunu çok daha güzel ifade ediyor. Küçük Anne (Petite Maman, 2019) filminin yönetmeni Céline Sciamma, kendisine sorulan “Siyasi ve toplumsal bir etki yaratmayı da arzuluyor musunuz?” sorusunu şöyle cevaplıyor:

“Elbette! Ama siyasi broşür hazırlayarak değil. Herkesi gıcık eden siyasi sinema kodlarıyla da değil. Tartışma yerine tecrübe sunarak. Başka çehreleri, tavırları ve ilişkileri göstererek. Kurmacanın her yerine sinen çatışma dramaturjisini geride bırakarak. Filmlerim bir gölde dalgacıklar yaratmayı hedeflemiyor. İbretlik hikâyeler, çıkarılacak dersler yok, hakikatler dayatmıyorum. Yeni fikirler yeşerten, yaşamanın ve düşünmenin başka yöntemlerini keşfe çıkaran hisler sunuyorum. Böyle fırsatlar gerçek hayatta pek karşımıza çıkmıyor.”

Solnit de kitabında çocukluktan yetişkinliğe kadınlar için engeller ve engebelerle dolu varoluş mücadelesini, kapanmayan yaraları, kâğıt kesiği acıları, bir yandan da temas, karşılaşma ihtimallerini, başka mümkünleri anlatırken “tecrübe sunuyor”. Kadınların yok sayılmasını, hor görülmesini, siyahların, yoksulların, eşcinsellerin, yerlilerin, ekolojistlerin –az ve azınlık addedilenin– yok sayılmasını kendi ve başkalarının tecrübeleriyle görünür kılıyor. Sahadan, içeriden bizzat bildiriyor. Tarihselleştiriyor, siyasal arka planını, söz konusu dışlama, yok saymada karşılaşılan şiddetin kökenlerini faş ediyor. Akıl vermiyor, ahkâm kesmiyor. Kendi tecrübelerini kabul ya da kural olarak dayatmıyor. Son dönem sinemada ve edebiyatta kadın yazar ve yönetmenlerde sıklıkla karşılaştığımız, Sciamma’nın da dediği “gerçek hayatta pek karşımıza çıkmayan” bir dil, üslup, biçimle kuruyor anlatısını.

Kadınların yerleşmeleri beklenen kap ve kalıpları reddetmeleri gibi anı, günlük, deneme arasında gidip gelen bu otobiyografik anlatı da edebiyatın öğrettiği tür, biçim, dil kap ve kalıpları reddeden melez anlatıların arasında kendisine esaslı bir yer açıyor; hikâye anlatmayı seksek oyununa benzeterek: “Her şeyi bir anda anlatamazsınız fakat aynı alanı birkaç farklı şekilde aşabilir ya da içinden geçen bir güzergâhı takip edebilirsiniz.” Kendi anlatısını da tıpkı seksek oyunu gibi kurguluyor. Geriye dönüyor, tarihe başvuruyor, arşivlerde dolaşıyor, şimdideki tek bir ânı defalarca başka kişiler, anlatılar, metinlerle aşıyor ve ötesine geçiyor.

Bir hayat, hakikat ve hayal anlatısı olarak Yokluğumdan Aklımda Kalanlar bizi kendi seksek oyunlarımızın kıyısına getiriyor. Orada ne yapabiliriz? Onu da Marguerite Duras’dan duyalım:

“Yazmak.
Yapamam.
Kimse yapamaz.
İtiraf etmek gerekir bunu: yapılmaz.
Ve oturup yazarız.”

  

KAYNAKÇA:


Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev. Beyza Sümer Aydaş, Sel Yayınları, Mart 2018.

Umut Tümay Arslan, Eril Bakış, feministbellek.org

"Celine Sciamma ile Son Filmi Küçük Anne: Sinema Hayat kurtarabilir", çev. Damla Kellecioğlu, Yiğit Atılgan, 1+1 Express, 19 Şubat 2022.

Marguerite Duras, Yazmak, çev. Aykut Derman, Can Yayınları, 1997.