"Görülmemiştir adlı sergide gördüklerimiz, tutukluluk döneminde Zehra Doğan’ın ısrarla ve dirençle, hapishanede bulabildiği her şeyin üzerine ve bulabildiği bütün malzemelerle (buna kendi saçlarından yaptığı fırçalar ve boya olarak kullandığı regl kanı da dahil; tam anlamıyla beden politikası) yaptığı işlerden ve kurduğu alternatif alandan oluşuyor."
15 Ekim 2020 17:10
Kıraathane’de devam eden Milliyetçilik Tartışmaları programı kapsamında Wenda Koyuncu ve Seval Dakman küratörlüğünde çok önemli ve ‘dikenli’ bir sergi açıldı: Zehra Doğan’ın Türkiye’deki ilk kişisel sergisi, Görülmemiştir.
Sergi Zehra Doğan’ın hapishaneyken yaptığı işler, tuttuğu günlükler, ses kayıtları ve diğer hapishane ‘kayıtları’ndan oluşuyor. Önce Zehra Doğan’ın hikâyesini hatırlayarak başlamak lazım, zira Doğan’ın hayatı (ya da ‘yaşayamadığı’ hayatı diyelim) işlerinin hem doğrudan malzemesini oluşturuyor hem de o işleri okumanın yollarını gösteriyor. Sergi metninden alıntılıyorum:
“Kürt gazeteci ve sanatçı. Mardin’in Nusaybin ilçesinde sokağa çıkma yasağı ve güvenlik operasyonları sırasında çizdiği resimleri sosyal medyada paylaştığı ve 10 yaşındaki bir çocuğun notlarını haberleştirdiği için hakkında örgüt üyeliği suçlamasıyla dava açıldı… sonra ‘örgüt propagandası’ suçundan 33 ay hapis cezasına çarptırıldı…”
Bu sergide gördüklerimiz işte bu tutukluluk döneminde Zehra Doğan’ın ısrarla ve dirençle, hapishanede bulabildiği her şeyin üzerine ve bulabildiği bütün malzemelerle (buna kendi saçlarından yaptığı fırçalar ve boya olarak kullandığı regl kanı da dahil; tam anlamıyla beden politikası) yaptığı işlerden ve kurduğu alternatif alandan oluşuyor. Gerçek anlamda ‘çıplak hayat’a (Agamben’in kullandığı anlamda) indirgenmiş birinin kapatıldığı yerde, elinden alınan imkânları bir imkâna çevirerek oluşturduğu görsel, işitsel ve metinsel bir ‘elbise’ ve mutlak yoksunlukta oluşturulmuş bir hayaller ve masallar kitabı olarak da okuyabilirsiniz bu sergiyi. Serginin adının Görülmemiştir olması bu bakımdan manidar, zira ‘görülmüştür’ damgasıyla ‘içeri’ gönderilen her şeyi ‘görülmeyen’ ya da görülmek istenmeyen veya ‘sakıncalı’ bulunup görünmez kılınan bir şeyleri gösteren birer araca çevirip dışarı iade etmiş oluyor böylece. Müthiş bir karşı-hamle! İçeriden dışarıya, dışarının malzemeleri üzerine yazılmış bir karşı-manifesto.[1]
Zehra Doğan serbest kaldıktan sonra ilk sergisini Tate Modern’de açmıştı. E Li Duman (Geride Kalanlar) adlı o sergide Cizre, Nusaybin gibi bazı ‘hassas’ ve yıkıma uğramış bölgelerden buluntu nesneleri kullanmıştı Doğan. O sergide ‘burada’ gösterilemeyecek (malum, ‘politik’ sebepler) bir yıkımın izlerini göstermişti. Sergiyle ilgili, şimdiki serginin küratörlerinden Wenda Koyuncu ile birlikte bir yazı yazmış ve Doğan’ın bu şiddet tanığı parçaları (yanık halılar, ayakkabı parçaları, diğer ‘hasar görmüş’ nesneler vs.) mesela İstanbul’da neden sergileyemediğini sormuştuk.[2] Burada, açılamayan bir ‘sergi’ olarak da politik bir önemi vardı o serginin: Yapılamayan sergiler de yapılmamış bir şey olarak, bir ‘yokluk’ olarak kayda geçebiliyor. O yazıda Zehra Doğan’ın sergisinin bir ‘sergi’ değil, bir eylem, hatta ‘sitüasyonist bir eylem’ olduğunu söylemiştik. Doğan o sergide bir şiddetin izlerini bir toplayıcı olarak biriktiriyor ve sergiye gelenleri ‘şimdi ve burada’ bir karşılaşma ve eyleme çağırıyordu.
Bu sergide de benzer bir hamle var: Bir yere çağırıyor bakanları, şiddet dolu ama kendi karşı-duruşunu da bir mağduriyet söylemine hapsetmeyen bir yere. Sergi alanında görülen bütün nesne, yazı ve görüntüler bir duvarı delme hamlesi içeriyor: O duvar, malum, resmî kuvvetlerin ve kapatma aygıtlarının duvarı. Sergide dolaşmak aslında bir bakıma ‘içeride’ olmayı ve içerideki birinin havsalasına temas etmeyi sağlıyor. Havada bir şiddet ve kasvet var, evet ama bunu bir eyleme dönüştüren bir meydan okuma da hissediliyor, belki de bir ‘duygu politikası’ olarak. Zehra Doğan’ın hapsedilen bir kadın olarak kadınlığa dair obje ve halleri de bir politik aygıt ya da yüzey olarak kullanması sergiye ayrıca feminist bir damar katıyor: Nihayetinde hapseden iktidar genelde ya reel ya da metaforik anlamda ‘eril’dir ve içeridekilerin üzerinde bir erkek-gözü dolaşır. O göze görmek istemediği şeyleri gösteriyor buradaki işler, bell hooks’un “karşı-bakış” dediği şey bir anlamda vücut buluyor burada.
Bu serginin çok iyi yaptığı şeylerden biri de şu: Abject addedilen her şeyi, her parçayı ve görüntüyü sahiplenip bir karşı-söylem geliştirmesi. Bir anlamda Tracy Emin ve benzeri ‘ihlal’ sanatçılarının yaptığı gibi. Malumunuz, iktidarın işleme biçimlerinden biri de hem bedensel hem de düşünsel anlamda bir ‘abject’ öğeler kataloğu yaratıp bunların lanetli ya da ‘korkulu’ imgeler haline gelmesini sağlamaktır. Abject’i sahiplenip bir ifade aracına dönüştürmek, onu ‘temsil edilebilir’ kılmak da bu nedenle bir politik hamledir.
Temsil ve yok sayma üzerine düşünürken son zamanlarda karşılaştığım en iyi ifadelerden biri Butler’a ait: Ontolojik isyan. Butler, yas ve şiddet üzerine düşündüğü kitabında,[3] var olduğunu ifade etmesine izin verilmeyip nullus nomen kılınanların bir noktada bir ontolojik isyana kalkıştığını söylüyor: Bir varlık isyanı. Bu yok sayılanlar resmî ideolojinin temsil şemalarının dışına düşen ya da atılan herkesi kapsayabilir: Göçmenler, gay’ler, azınlıklar, serseriler, radikal politik düşünürler, düşünce ‘suçluları’ ya da yoksullar. Kendi varlıklarını duyulur ve görülür kılmaya kalkıştıkları anda bir görünmezlik örtüsünü yırtmış olurlar ve varlıklarını kayda geçirirler: Yazıyla, eylemle, performansla, görüntüyle ya da ‘huzur bozan’ herhangi bir eylemle. Zehra Doğan’ın bir sanatçı olarak ne istediğini bunun üzerinden düşünebiliriz: Her şey bir yana, varlığı kayda geçsin ve şeylerin düzeninde bir titreşim yaratsın ister. Politik, estetik, simgesel ya da fiziksel bir titreşim.
Jinén Li Hember / Karşıdaki Kadınlar, Zehra Doğan.
"Cezaevinde sanat yapayım diye annem ve ablam yeni yöntemler bulurdu her zaman. Bence en etkili yöntemlerden biriydi. Kapalı görüşlere emiz kıyafet diye kendi fistanlarını getirirdi annem. Ben de üzerine resim yapar, tek tek diker, bir sonraki kapalı görüşte kirli çamaşırları tekrar anneme teslim edilmek üzere gardiyana verirdim. O hafta da annem başka bir temiz kıyafet diye yine farklı bir fistanı getirirdi. Bir sonraki hafta yine resim yapar, "kirli" diye gardiyana verirdim."
Yazının başlığında sorduğum “Zehra Doğan ne ister?” sorusu, yıllar önce Şener Özmen’le yapılan bir söyleşinin de başlığı olarak sorulmuştu: Şener Özmen ne ister?[4] O söyleşinin güzel tarafı şuydu: Meseleyi indirgeme pahasına, bir figür, dünyada bir varlık, sanatsal ve politik bir varlık olarak ne ister karşımızdaki? Bütün işlerin, müdahalelerin anlamı, bizi çağırdığı yer ya da bize gösterdiği şey nedir? Söyleşide mesele Özmen’in ‘Sanatçı Ne İster?” adlı videosuna gelir: Bu videoda sanatçı tek başınadır, çorak bir arazidedir ve hararetle bir şeyler anlatır. Ama sesi duyulmaz çünkü üzerinden savaş uçakları geçer ve militer makinenin anonim sesi, konuşan öznenin şahsi sesini boğar. Kritik nokta da budur: O makine hem metaforik hem de reel anlamda konuşan sesi yok eder. Sanatçı da ‘ne istediğini’ bir türlü anlatamaz. Burada kültürel ya da ‘ilişkisel’ bir kriz değil, ontolojik bir kriz vardır, yani ‘sanatçı’ yoktur, sesi yok edilir. Ama o videoda anlatamamanın kendisi anlatının ta kendisi olur. İronik bir politik hamle anlatılamayanın anlatılır olmasını sağlar.
Zehra Doğan da ontolojik anlamda benzer bir ‘sesini duyurma’ hamlesi sergiliyor ama ironiyle yapmıyor bunu: Son derece yüz yüze, burun buruna bir ciddiyetle, ‘kısılan sesi’ni son ses açmak istiyor. Bunun için de kendi varlığını, bedenini ve bir arte povera sanatçısı gibi kullandığı bütün ‘sanat-dışı’ malzemeleri birer megafon gibi kullanıyor. Sert ve ağır sesler çıkıyor bu metaforik megafondan: Beni duymak için bu sertliği ve ağırlığı siz de hissetmelisiniz.
Sergide bunu çok iyi yapan bir iş var: Sergiye yerleştirilen bir ankesörlü telefondan Doğan’ın hapisteyken yaptığı telefon konuşmalarını, sanki ‘onu ararmış’ gibi dinleyebiliyorsunuz. İronisiz, aracısız ve belki de hiç estetik dolayıma ihtiyaç duymadan… Ses açılıyor ve görünmez ya da duyulmaz kılınan biri varlık kazanıyor. Bu nedenle, Zehra Doğan bu işlerini birer varlık kaydı ya da ‘ontolojik kalkışma’ olarak, sergiyi de bir ontolojik (ve tabii politik) iade-i itibar sergisi olarak görmek mümkün.
Zehra Doğan işte bunu istiyor: Kendi sesini temsil sahnesine eklemek ve o sahnede politik şiddeti bütün şiddetiyle göstermek ve eğer şiddet sarmalından nefes alabilirse, kendi ‘şahsi masalı’nı da anlatmak. Gerekirse kendi bedenini de bir araca çevirerek…
Son bir şey daha: Doğan bir söyleşisinde Tate Modern’de açılan sergisinin verdiği özgürlük duygusundan bahsederken, aklında Türkiye’de sergi açamamanın burukluğu olduğunu, bunun tam bir özgürlük olamadığını anlatmak için şöyle demişti: “Burada bir özgürlük var ama onun da işte böyle tadı buruk.”[5]
Bu sergi sayesinde o burukluk biraz giderilmiş oluyor sanırım. Bir karanfil elden ele…
•
Zehra Doğan'ın Türkiye'deki ilk kişisel sergisi Nehatîye Dîtın / Görülmemiştir, Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde 9 Kasım 2020 tarihine kadar randevuyla gezilebilir.
NOTLAR
[1] Böyle bir karşı-manifesto oluşturan iki tutukludan daha bahsedelim: Sovyet hapishanelerinde bulduğu her malzemeden ‘iş’ üreten ve gerekirse metalleri tırnaklarıyla kazıyan Parajanov ve hapishanede romanlarını tuvalet kâğıdı üzerine yazan, 2020 Nobel Edebiyat Ödülü adaylarından Kenyalı yazar Ngugi wa Thiong’o. Selahattin Demirtaş ve İdris Baluken gibi tutukluların içeriden dışarı yazdıklarını da bu karşı-manifestolara da ekleyebilirsiniz, birer metin ya da ‘metinsel politik eylem’ olarak.
[2] Bkz. Wenda Mahmut Koyuncu, Ahmet Ergenç, “Bu Bir Sergi Değildir," unlimiteddrag
[3] Bkz. Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, Metis Yayınları, 2016.
[4] Bkz. Osman Erden, Levent Çalıkoğlu, Şener Özmen: “Şener Özmen Ne İster?”, Sanatak
[5] Zehra Doğan’ın ‘ne istediğini’ çok iyi anlatan bu söyleşi için bkz."Nusaybin'den Tate Modern'e Zehra Doğan'ın Hikâyesi", Euronews.
GİRİŞ RESMİ:
Ez u Ca xwe / Ben ve annem / Me and my mother, Zehra Doğan
"Ben cezaevindeyken, annem bahçede topladığı iki yaşlı dalla iki bebek yapmış. Kendi fistanlarından kesip bebeklere giydirmiş. Biri ben biri o. Bebeklerden birine ben yokum diye daha önce biriktirdiğim ve evde kendisinin sakladığı dökülen saçlarımdan dikmiş. Küçük yeğenim Havin de benzer bir bebek yapmış, saçlarımı bebeğine dikmiş. Kendilerine oyuncak bir Zehra yapmışlar. Kendilerince tutsak olan Zehra'yı özgürleştirmişler. İçerdide olduğumu kabul etmemişler, ben hep evdeymişim gibi beni hep bir odanın köşesine koymuşlar. Tüm bunlar hiç olmamış gibi, ben hep özgür ve yanlarındaymışım gibi..."