Kazım Öz’ün son filmi Zer, hiçbir hayat hikâyesinin bireysel olamayacağını, kişisel olanın önceden yazılmış ve yeniden yazılan anlatıların fragmanlarıyla harmanlanarak kurulduğunu ortaya koyuyor
17 Ağustos 2017 14:09
“Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.”
Michel Foucault
Bir roman, bir film, ya da kişinin kendi kimliğini inşa ederken birbirine bitiştirdiği anı parçacıklarından oluşan bir benlik anlatısı… hangisi olursa olsun anlatılar kendi süreksizlikleri içinde akarlar: Her biri, başka zamanda ve mekânda gerçekleşmiş, nereye doğru evrileceği önceden bilinemeyen etkileri ise başka zamanlarda ve mekânlarda gerçekleşmekte olan yaşanmışlıkları nakleden fragmanlar birbiri ardına dizilir anlatılarda. Anlatıyı kuran anı parçacıkları, bellekte çizgisel bir şekilde yerleşmiş değildir. Bellek, anıların depolandığı, deneyime özgü bir biçimde istiflendiği, eklenip yeniden yazıldığı, su yüzünde ya da suyun altında kalan izlerin süreksizlik mekânıdır. Anları sanki sürekliliği varmış gibi nakledense anlatılardır. İzleyici de anlatının süreksiz fragmanları arasında bağlantılar kurar, anlatıyı kendinin kılar. İzlerken, kendi deneyimlerimizin izleri ile anlatıyı oluşturan zaman mekân bloklarını yoğunlaştırıp, seyreltip, kesip, birleştirip birbirine bağlayarak başka bloklar oluştururuz. Her anlatıldığında yeniden kurgulanan bir anı gibi, yaşanmışlıkların oluşturduğu parşömenin üzerine yeniden ve yeniden yazılır. Artık izleyiciye ait olan yeni bir anlatı kalır geriye. Anlatı sadece belleğe kaydolmakla kalmaz, kendi belleğimizin öğeleriyle buluşur, anlatıyla birlikte bizi de değiştirir.
Kazım Öz’ün son filmi Zer hiçbir hayat hikâyesinin bireysel olamayacağını, kişisel olanın önceden yazılmış ve yeniden yazılan anlatıların fragmanlarıyla harmanlanarak kurulduğunu ortaya koyuyor. Kişiyi, benliği sınırlayan “kişisel” bir kabuktan çekip alarak karşılaşmalarla sürekli yön değiştiren bir oluşa açacak olan şey, duygulanımların gücüdür. Jan’ın hikâyesi, babaannesi Zarife’nin, küçük Kürt kızı Zer’in, Dersim 1938 katliamının ve bugün kendi başkalığını yaşayan Dersim’in hikâyeleriyle birbiri üstüne çakışırken, Jan’ın New York’tan başlayan yolculuğunun yönünü belirleyen de her karşılaşmada onu giderek güçlenen bir arzuyla sürükleyen yoğun duygulanımlar oluyor. Bir Kürtçe şarkının (klam) peşine düşerek başlayan yolculuk, artık önceki kendisi olmaktan çıktığı, kendi varoluşunu çoğalttığı bir çokluğa, Dersim’in büyülü, dağa taşa ruh vermiş canlı dünyasına açılış yolculuğu oluyor. Jan’ın Dersim yolculuğu, artık eskimiş sorudaki gibi “kim olduğunu bulmak” endişesiyle ilgisi bulunmayan bir kaçış çizgisidir; bir öze dönüş değil, bir başkalaşımdır. Kendisini kuran sabit konumları dağıttığı bir açılma. Ve bütün bunlar bir şarkıyla başlıyor.
Filmin adını ve yönetmenini görüp konusuna dair ilk ipuçlarını edinir edinmez nasıl bir hikâye olabileceğine dair bir dizi imge zihnimizde belli belirsiz oluşmaya başladı. Dersim 1938 katliamına dair, sinemada ilk kez filme aktarılan bir hafıza tazeleme denemesi mi? Dersim toplumunda güçlü bir etkisi olan kolektif hafızanın taşıdığı bitmeyen acılara dair, en azından bazılarımızın çok iyi bildiği anlatıların beyaz perdeye yansıtılması mı? Kürt sorununa ve hatta süre giden özgürlük mücadelesinin bugünle bağlantısına az da olsa yer verebilmiş politik bir film mi?
Merakla ve duygusal özdeşleşmeye hazır, Kazım Öz’ün yeni filmini izlemek üzere sinemaya giriyoruz. New York’un devasa binaları, yoğun bir Amerika atmosferi ve henüz menşelerine dair en ufak fikrimizin olmadığı, sevişme sonrası yatakta genç bir çift, bitmek üzere olan bir ilişkinin duygusal atmosferi, ardından gelen ayrılık notu. Sevgilisi tarafından terk edilen barlarda kafasını dağıtmaya çalışan orta sınıftan, konservatuvar öğrencisi bir genç adam, Jan. Acıyla özdeşleşmeye hazır gittiğimiz film, bu sahneleri ile içine giremediğimiz, nasıl bağ kuracağımızı henüz bilemediğimiz bir açılışla karşılıyor bizi. Kazım Öz, daha ilk sekanstan sonuna kadar bu önceden belirlenmiş beklentilerin çerçevesini kırmaya zorluyor, yerine ancak akışta kurulan bir süreç olarak yaşamın kestirilemezliğini öneriyor.
Jan’ın babası, kariyer ve konfora dayalı bir hayattan başka derdi olmayan, kapağı Amerika’ya atmış, iş dünyasında sağlam bir konuma gelerek varlıklı bir hayat sürdüren, kibirli, üst orta sınıftan bir adam. Türkiye’deki yaşamıyla ilişkisinin hemen hemen bittiğini, ileri yaştaki annesini, ancak tedavi için Amerika’ya gelmesi gerektiği zaman hatırlamasından anlıyoruz. Parasını konuşturarak vicdanını rahatlatıyor. Jan’ın annesi ile telefon konuşması sırasında babaannesine refakat etmesi gerektiğini öğrendiği zaman söylediği şey babasıyla öteden beri mevcut olan uyuşmazlığının da ilk işareti: “Bir annesi olduğunu yeni mi hatırladı?” Jan’ın babasının takım elbiseli iş adamı yaşamıyla hiçbir ortaklık kurmadığını görüyoruz.
Jan, başta pek istemese de kendisini babaannesi Zarife’ye refakat ederken buluyor. Hayatı Afyon’da geçmiş mazbut bir yaşlı kadın olan Zarife ile Jan’ın ortak hiçbir noktaları yok, henüz. İki yabancı arasında zoraki bir iletişim kuruluyor. Babaannenin torunu hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen meraklı, ama basmakalıp cümleleri bir soruyla Jan’ın dünyasına birazcık da olsa hitap etmeye başlıyor. Babaanne müzik okulunda okuduğunu öğrenince Jan’dan bir “türkü” söylemesini istiyor. Jan, çok bilindik bir ingilizce şarkı olan Boat on River’ı söyledikten sonra bu kez de o babaannesinden bir “türkü” söylemesini istiyor ve o andan sonra aralarında gerçek bir iletişim yaşanıyor. Zarife, bir “türkü” değil, çocukluğundan itibaren belleğine kazınmış bir Kürtçe klam söylüyor. Bu klamın, yani Dersim’de yaşanmış trajik bir aşk hikâyesine dayanan Zer’in sayesinde, bütün ömrü boyunca dipte saklamış olduğu 1938’i yaşamış Dersimli bir kız çocuğunun hikâyesi yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor. Jan’a o âna kadar sunulan gerçeklik yırtılmaya başlıyor. Zarife’nin çocukluğundan kalan bu Kürtçe şarkıdan, o zamana dek saklı kalmış hayatına dair küçücük bir ipucu açığa çıkıyor. Şarkı ve daha önemlisi babaannesinin belli belirsiz anlattığı rüyası ve çocukluk travması Jan’ı çok etkiliyor. Ancak babaannesinin ameliyattan sonraki ani ölümü nedeniyle Jan’ın, daha yeni tanıdığı bu yaşlı kadınla kurduğu bağ daha da sarsıcı bir hâl alıyor.
Jan, babasıyla birlikte babaannesinin cenazesi için Afyon’a doğru yola koyuluyor. Babaannesinin, izi silinememiş geçmişinden kalan bir heybe ve iki cevizle. Taziye evinde, Jan halasına, babaannesinin Kürtçe söylediği Zer şarkısının hikâyesini sorduğunda, babasının tokadı, geri plandaki sürgün, asimilasyon ve geçmişi bastırma hikâyesinin alameti olur. Ertesi gün, Jan hikâyenin diğer parçalarını, artık bu sırrın yükünü taşıyamayan halasından öğrenir. Afyon, babaannenin asıl memleketi değildir. Katliam sırasında ailesi askerlerce öldürülmüş ve sonrasında Afyonlu bir subaya evlatlık verilmiştir. Memleketi Afyon ve adı da Zarife olmuştur artık. Jan’ın kendi gerçekliği yırtılırken, Zarife’nin hakikati parçalar hâlinde şekillenmeye başlıyor. Jan, hem Zer’in hem de babaannesinin çocukluğunun izini sürmek üzere Dersim’e doğru yola çıkar. İki ceviz ve babaannesinden kalan ses kaydı ile çıktığı tren yolculuğunda, Zer’in Dersim’den Afyon’a doğru kat ettiği yolu zihninde canlandırarak tersine kat eder: Zer’le, askerler tarafından Dersim’den koparılıp başka şehirlere sürgün edilen ailelerle ve hiç susmadan havlayan köpeklerle karşılaşarak. Babaannesinin ona anlattığı Topal Martı masalının ses kaydını dinlerken, karşılaştığı Dersimli bir dede ona masalın Zazaca aslını anlatıyor: Topal Martı onu sakat bırakan adaletsizliğin izini sürdüğünde yoluna çıkan canlı ya da cansız her varlık ona yeni bir sebep sunarak bir sonraki karşılaşmaya yönlendirir. Bütün sebeplerin başında ise Tanrı ve onun yarattığı adaletsiz dünya var gibi görünür. Ama güç bela ulaştığı Tanrı, martıya her şeyin kaynağının, “insan Tanrı’yı yaratsın” diye yarattığı insan olduğunu söyler.
Filmin henüz New York’taki ders sahnelerinden birisinde -muhtemelen etnomüzikoloji dersinde- akademisyenin söyledikleri neredeyse Jan’ın tüm yolculuğunun üstüne kurulduğu tezdir bir anlamda: “Müzik ontolojik ve teknik özelliklerinin yanı sıra, toplumsal yaşamda birçok işlevin eklemlendiği bir anlam evreni olarak ortaya çıkar. Müziğin toplumsal olarak inşa edilmiş boyutlarını ve müzikal ifadenin biçimlendiği özgül kültürleri ve koşulları çözümlemeden müziği anlayamayız.” Filmin tüm seyri boyunca iç içe geçen temaların tek bir şarkı vasıtasıyla birbirine nasıl bağlandığını anlamanın anahtardır bu. Jan’ın yolculuğunun motive eden ya da bizim bir şarkının hikâyesinden bir halkın hikâyesine doğru yolculuğumuzu sürükleyen arzuyu. Jan, müziğin uzun dönemlere yayılan kolektif yaraların ve hikâyelerin taşıyıcısı olduğunun farkındadır. Bu arzunun asıl sebebi nedir peki? Bir şarkının hikâyesinin peşine düşmüş müzisyen olarak mı yola çıkmaktadır? Yoksa babaannesi ömrünün son anında hayatına dâhil olup o âna kadar bildiği gerçekliğin yırtılmasına sebep olduğu için mi? İçinde bunaldığı orta sınıf hayatından bir çıkış kapısı aralama arzusuyla mı? Bu motivasyonları birbirinden ayıramaz oluruz film boyunca. Jan’ın yolculuğu kendinden soyunup başka bir kendiliğe gidişin yolculuğu hâline gelir artık.
Tren yolculuğu boyunca Jan’ı saran kederli, düşünceli hava Dersim’e varır varmaz dağılır: yolda ve gittiği her yerde karşılaştığı sıcak, sohbet sever Dersim ahalisi ta Amerika’dan bir şarkı için buraya gelen bu acayip genç adamı pek sever ve ona yardımcı olur. Dersim’in köylerine doğru şarkının peşine düşer. Dolmuş şoförü, Jan’ı Hozat’ın bir köyüne, izini sürdüğü klamı kendisine söyleyebilecek Musa Dede’nin yanına götürür. Musa Dede’nin şarkının ancak bir kısmını söylemeye gücü yetmiştir. Zaten çok da hevesli değildir söylemeye, başka derdi vardır onun. Oğlu sürgün gitmiştir. Jan’ın izini sürdüğü klamı bulmuş olma umudu ile Musa Dede’nin sürgün olan oğlu Zeynel’ın gelmiş olma umudu çakışır orada. Musa Dede’nin dizeleri Zarife babaanneninkilerden farklıdır. Şarkı nasıl parça parça eklemleniyorsa, Jan’ın karşılaşmalar yoluyla edindiği hakikat de parça parça bütünleşmeye başlar. Artık sadece Zarife’nin hikâyesi değil, 38’i yaşamış tüm Dersim’in hikâyesi eklemlenir. Delileriyle meşhur Hozat’ta girdiği kahvede oyun oynayan insanlar bir şarkı için Amerika’dan gelen bu gencin de deli olduğunu düşünürler, ne de olsa yabancı değillerdir deli figürüne. Dersim’in delilerine bir yenisi daha eklenmiştir. Devlet aklına kafa tutan ya da devlet aklı tarafından bastırılan, herkesçe sevilen deliler. Sonra isim karışıklığı yüzünden Düzgün Baba Ziyaretgahına gider Jan. Ne de olsa Dersim’de her yol Düzgün Baba’ya uğrar. Modern öncesi zamanlardan kalan ritüeller, yıldızları yorumlayan derviş, adak adayan kadınlar, bağlama ve Alevi deyişlerinin toplandığı mekândır Düzgün Baba. En sonunda, Besé adlı yalnız yaşayan, kör bir bilge kadına ulaşır. Bir çeşit şaman olan bu kadın, ona Zer’in kalan dizelerini de söyler ve şarkının doğuşunun bütün hikâyesini anlatır. Besé, eski zamanlardan kalan bir bilge kadın figürüdür. Doğanın döngüsüne göre akan bir yaşamın bilgisine vakıftır.
Sözlü kültürün sürmesi sayesinde ayrıksılığını koruyabilmiş, devlet aklı tarafından teslim alınamayan, adına Kürt/ Kızılbaş dense de aslında kimliklendirilemeyen, belli bir yere sabitleştirilemeyen bir halktır Dersim halkı. Ayrıksılığı Kürt/ Kızılbaş olmasından gelmez. Tarih boyunca devletin merkeze tabi kılmaya çabaladığı ancak kendi dayanışmacı yaşam biçimlerini ve bunu beraberinde taşıyan bir kozmolojiyi, mitolojiyi, ritüelleri, ortak kültürü izole bir şekilde yaşadığı için devlet tarafından ayrıksı bir kimlik olarak kodlanan ve asimile edilmek istenen bir başkalık alanı olduğu için Dersim ayrıksıdır. Kimliği ayrıksılığının modern ulus devlet tarafından bastırılmak istenmesinden gelir.
Dersimin kimlikleştirilemeyen yönü Jan’ın öznelliğiyle kesişir. Jan içinde bulunduğu kurulu düzen içerisinde öne çıkan sembolik bir başkaldırı jestine başvurmaksızın, ama babasının kendisine sunduğu düzenin bir parçası olmayı reddederek başka bir hakikate açılma imkânı bulmuştur. Dersim gibi, Jan da ne bir kimliğe ne de bir öze indirgenebilir. Radikal bir figür değildir Jan, babasının kurduğu düzene dâhil olmamayı tercih ederek henüz nereye gittiği belli olmayan bir yola kendini bırakıp, karşılaşmaları sayesinde yavaş yavaş bu mekânın kültürünü tecrübe ederken kendisini de aynı zamanda bir iç yolculuk içinde kimliksizleştirir. Ne Dersim’e gidince, özünü asıl kimliğini, aslında bir Kürt olduğunu bulmuş, ne de kaynağa/ kökene giderek eksik yanını tamamlamıştır. Bir trajedinin anısının dokunuşu, varoluşunun vasatlığının ve bunaltıcılığının ötesine geçmesine vesile olmuş, bir şarkının ve babaannesinin hikâyesinin peşinden giderken, Dersim Kürt coğrafyasının içine çeşitli yönlere doğru kıvrılan bir kaçış çizgisi çizerek, şarkıda kristalleşen bütün bir toplumsal dokuyla hemhâl olmuştur. Artık temas edilen, Dersim Kürt katliamı trajedisinden daha fazlasıdır.
Jan’ın Zer şarkısının hikâyesinin çıktığı köyü, baraj göletinin suları altında gördüğü planda, filmin en başına döneriz. Bundan sonrası artık bir son değil, bir düştür. Şarkı nihayet tamamlanır. Anlatının en başı, Zer’in doğduğu çeşme başıdır. Filmin bittiği yer de orasıdır. Filmin anlatısında farklı zamanlar iç içe geçer. Jan’ın hikâyesi, Zer’le aşığı Çoban’ın hikâyesine karışır. Filmin en çarpıcı noktası, akışın bu süreksizliği içinde, zamanın çok katmanlılığını bize anlatmasıdır. Tek bir hikâye yoktur. Tek bir zaman yoktur. Tek bir anlatan ve tek bir izleyen yoktur. Seyreden anlatıya mutlaka başka bir yerinden bağlanacak, artık çoğullaşan bu anlatının bir parçası olacaktır: Pencereden Jan’a bakan Zer’in tarafından ve pencereye geçip dışarıdaki Çoban’a bakan Jan’ın tarafından.
Köklerinin bir ucu batıda, bir ucu Anadolu’daki coğrafyanın çeşitli yerlerinde olan herhangi birimiz, içine yaşadığımız bunaltıyı, sıkıştığımız rutini bir nebze olsun aşabilmek istiyorsak bile, gerçekliğimizin yırtılmasına ve başkalaşmasına yol açabilecek, aslında kim olduğumuzu bildiğimizi sandığımızda bile o olmadığımızın ve henüz bir kimse de olmadığımızın ayırdına varabilecek bir şekilde, gerçekliğin şiddetli bir çarpışmasına maruz kalma durumuyla karşı karşıyayız. Ancak başka başka hakikat anlatılarıyla iç içe geçtiğinde, şimdiki zamandan başka zamanlara dolanan, anlatıların katmanlaşmasıyla kavrayabileceğiz hakikati.
Üstelik, bu başkalığın, kendisini duymak isteyebilecek gönülsüz kulaklara, ömrünün son demlerinde pek de tanımadığımız bir büyük annenin yumuşaklığında, yarım kalmış bir hikâye olarak bile anlatılmasına imkân verdiğimizde, hakikatin şiddeti bizi, sadece gözümüzü kapamakla kalmadığımız, gözümüzü hiç açmadığımızın farkına bile varmadığımız, biraz olsun merak ettiğimizde merakımızın bir baba tokatıyla bastırıldığı bir başkalığa bakmaya doğru savuracaktır. Bir kez bakışımızı oraya çevirdiğimizde göreceğimiz sadece bugünümüzün böyle olmasına sebep olan trajik geçmiş değil, o geçmişin yükünden kendileri de kurtulmak için hâlâ mücadele eden ve bu mücadelenin trajedisini bugün de yaşayan bir halk olacaktır. Bize kendi sesiyle kendisini anlatacak, ama kendi varoluşunu ve başkalığını sadece trajedisine indirgemeyecektir. Bunu değiştirmenin tek yolu, gerçekliğin içeri dolmasını sağlayacak bir yırtılma, bir karşılaşma, bir yerini yurdunu terk etme, bir yolculuk, bir kaçış çizgisi: babalardan, mesleklerden, devletlerden, uluslardan, kurulu düzenlerden, ama en önemlisi kim olduğumuza dair bize anlatılan hikâyelerden ve bugünü salt trajik olana indirgeyen kimlikleşmiş yaralardan… belki sadece bir şarkının peşinden…