“Bugünlerde Netflix’e bir senaryo öneriyorsanız kadın başrollü olması ve/veya içinde eşcinsel ya da trans karakterlere yer verilmesi kabul şansını artırıyor ve bu da pozitif ayrımcılığın ‘pozitif’ yüzü elbette. Ancak bugüne kadar ilgi görmüş, beğenilmiş anlatıları alıp sadece erkek kahramanı kadınla değiştirdiğinizde işin rengi pozitif ayrımcılıktan ‘purplewashing’e uzanıyor.”
15 Eylül 2022 23:00
Şirketlerin herkesi çevre dostu olduklarına inandırmaya çalıştıkları ‘Greenwashing’ rüzgârının ardından şimdi de ‘purplewashing’ ile ‘çok affedersiniz’ feminist olmasalar da eşitlikçi veya daha da havalı bir deyişle ‘empowering’ nitelikleriyle, efendime söyleyeyim kadını güçlendirmeye adanmışlıklarıyla tüketiciyi kalbinden vurmaya çalıştıkları ilginç bir dönemden geçiyoruz. ‘Toksik erkeklik’, ‘mansplaining’ gibi terimler havada uçuşuyor... Bu niyetlerin ne ölçüde kâr odaklı, ne ölçüde samimi bir şekilde değişim yanlısı olduğu da tartışmalı elbette. Tarih boyunca emek ve ömür harcanmış hak ve özgürlük mücadelelerinin reklam sloganı ya da kampanya mezesi olmasına isyan etsek de, değişim rüzgârlarının ana akımdaki yansımalarını ‘buna da şükür’ tadında ‘teyze power’ söylemlerle kucaklarken buluyoruz kendimizi. Bu kadar gündemdeyse demek ki bir şeyler değişiyor ya da değişecek diye avunuyoruz. Doğal olarak sinema ve dizi dünyası da bu rüzgârdan payını fazlasıyla alırken ‘toksik erkekliği’ tanımlayan, ifşa eden yapımların sayısı gitgide çoğalıyor ve daha da önemlisi, ana akımda kendine yer bulmaya başlıyor. Burada ilk bakışta karşımıza çıkan iki eğilim var; bunlardan birincisi toksik erkekliğin ifşa edildiği yapımlar ve ikincisi de pozitif ayrımcılık. Ancak ben bu yazıda ikincisini de “toksik pozitif ayrımcılık” olarak ifade etmeye ve ele almaya niyetlenmiş bulunuyorum.
Geliniz birlikte bakalım, nedir bu ‘toksik’ pozitif ayrımcılık?
Bugünlerde Netflix’e bir senaryo öneriyorsanız kadın başrollü olması ve/veya içinde eşcinsel ya da trans karakterlere yer verilmesi kabul şansını artırıyor ve bu da pozitif ayrımcılığın ‘pozitif’ yüzü elbette. Ancak bugüne kadar ilgi görmüş, beğenilmiş anlatıları alıp sadece erkek kahramanı kadınla değiştirdiğinizde işin rengi pozitif ayrımcılıktan ‘purplewashing’e uzanıyor. İlk aklıma gelen örnek Killing Eve dizisi. Psikopat katilimiz kadın değil de erkek olsaydı bu dizinin ilginç bir yanı kalır mıydı? Kadın psikopat katillere karşı olduğumdan ya da kadın psikopat katil dizisine gerek yok, çekilmesin diye düşündüğümden değil, ancak ‘erkeğin yerine kadını koyma’ akımı da bir noktadan sonra kabak tadı vermeyecek mi kuzum? Aynı şekilde kadının kadınsı tüm niteliklerinden sıyrılıp erkekleştirilmesi de kadına hizmet etmiyor. Kadını güçlendirmek için ille eline silah verip adam dövdürtmek mi gerekiyor? Baba parasıyla dünya gezen Lara Croft‘un ‘külhanbeyimsi’ benden diliyle ortalıkta dolaşarak millete dayak atması kadın milletinin neyine hizmet ediyor? Fındıksı küçük kalçalar ve erkek fantezisi dev göğüsler kimi özgürleştiriyor?
The Power of the Dog, Jane Campion, 2021.
Toksik erkekliğin ifşası:
Power of The Dog, Selvi Boylum Al Yazmalım, Annette, A Bigger Splash
Aslına bakılırsa Piyano’dan Holy Smoke/Kutsal Duman’a 40 yıllık sinema kariyeri boyunca toksik erkekliğin ifşasını misyon edinen ve bunu yaparken hikâyenin kadına ait payını da sorgulayan 68 yaşındaki sinema çınarı Jane Campion bu işin ustası. Dolayısıyla 2022 yılında The Power of The Dog ile en iyi film ve en iyi yönetmen dalında Oscar ödüllerini kucaklaması da sürpriz olmadı. Filmde tüm karizması ve ahır kokulu hayvansı cazibesine rağmen taş soğukluğunda yargılayıcı bakışları ve zehirli yılan diliyle bulunduğu her ortamdaki mevcut oksijeni saniyesinde tüketen Phil karakteri, kadın, erkek ve eşcinsel tüm bireylerin yüreğine kâbuslar salan bir varlık. Bir tür eril kriz içindeki Phil, habitatındaki en sert, en bıçkın, en kaba ve en güçlü kişi olduğunu sürekli kanıtlamaya çalışır bir halde karşımıza çıkıyor.
Peki, halihazırda içinde bulunduğu kovboy klanının lideri pozisyonundayken Phil’in huzurunu bozan, onu bu hallere koyan, etrafındaki güçsüz varlıkları dürtüp rahatsız etmeyi hobi boyutundan çok daha ileri seviyelere taşıma mecburiyetinde bırakan nedir? Elbette gücünün ve pozisyonunun tehdit altında olduğunu hissetmesi…
Peki bu tehdidi oluşturan kim ve ne? Tombul bedeni, kibarlığı ve alçakgönüllü tavırlarıyla karşımıza çıkan erkek kardeşi Peter mi? Aslında Peter, Phil için bir tehdit unsuru değil, ‘eziğin’ tekidir. Neticede 2000’ler Türkiyesi’nde olduğu gibi 1920’lerin Vahşi Batısı’nda da nezaket ve iyi niyet “eziklik” demektir. Ne var ki Peter’in evlenmesiyle aile içi dinamikler tepeden tırnağa değişir. Evde yumuşak huylu ve merhametli Peter’in insancıl niteliklerini ‘değerli’ bulan bir kadın vardır artık – ve bir de eşcinsel oğlu… Dolayısıyla kadın ve çocuğun gelişi Phil’in o güne kadar geçer akçe sayılan kaba, hoyrat ve zalim güçlerini bir anda değersizleştirir. Kısacası, The Power of the Dog bize sadece Phil’in toksik erkekliğini ifşa etmekle kalmaz, aynı zamanda onun karşısına ne yazık ki bugüne kadar anlatılarda karizmasıyla pek de ışıldamayan ‘pozitif’ bir erkek modeli yerleştirir.
Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz, 1977.
Bu iki karşıt erkek modeline baktığımızda akla ilk gelen örneklerden biri de Selvi Boylum Al Yazmalım’daki İlyas ve Cemşit olacaktır elbette. Al Yazmalım’dan bize kalan mesaj her ne kadar “sevgi emektir” olsa da bu anlatının kahramanı İlyas’tır maalesef ve filmi izlerken Asya’nın İlyas’a duyduğu imkânsız aşkın acısıyla özdeşleşiriz. Burada imkânsız olan tek şey İlyas’ın kendisidir ve Asya, sevgiye ‘emek’ veren Cemşit’i seçmiştir. Buna rağmen Cemşit’in varlığı filmde İlyas’a ve Asya’nın ona olan aşkına nazaran çok küçük bir yer kaplar. Dolayısıyla bu Asya’nın, Cemşit’in, sevginin ve emeğin değil, İlyas’ın erkeklik destanıdır aslında. Ve Cemşitlerin hikâyedeki rolü büyümediği, odak noktamız İlyasların görkemi olduğu sürece de böyle olacaktır zaten. Oysa İlyas’ın Asya’dan oğlu Samed’i büyüten, ona babalık eden Cemşit’tir ve büyüdüğünde onunki farklı bir erkeklik modeli olacaktır. Bundan sonra bizi ilgilendiren hikâye Samed’inki olmalıdır belki de…
Annette, Leo Carax, 2021.
Gelelim Leo Carax’ın Annette’ine… Zaten müzikal karşıtı bir insan olduğumdan bu filmin finaline varabilmek için gerçekten büyük çaba sarf ettim. Aldığı tepkilerle izleyiciyi ikiye bölerken beni de televizyonun karşısında ortadan ikiye ayıran filmde “kötü bir babanın” öyküsünü anlattığını bizzat söyleyen Carax bu dışavurumsal rock opera ile büyük ve çaplı bir tür özeleştiriye girişmiş görünüyor. Filmde opera yıldızı karısının şöhreti ve başarısını kaldıramayan toksik komedyen Henry McHenry’nin önce karısını öldürmesine şahit oluyoruz, sonra da annesinin şarkı söyleme yeteneğini misliyle miras alan bebek Annette’i sırtından para kazanmak üzere suiistimal edişine… McHenry’nin karısını öldürmeden önce “karısını nasıl öldürdüğünü” sahnede stand-up gösterisinde anlattığını da düşünürsek, bu Moebius fraktali içinde Rus aktris karısının resmî ölüm sebebi halen açıklanmayan ve kızıyla baş başa kalan Leo Carax’a şüpheli gözlerle bakmadan edemiyoruz tabii ama işimiz bu olmadığından tekrar filme dönüyoruz.
Burada Peter ve Cemşit’le benzer konumdaki ‘iyi’ ama görkemsiz ve ‘ezik’ erkek karakterimiz, bebek Annette’in annesine âşık olan, hatta bebeğin babası olduğunu ima eden ve annesi öldükten sonra McHenry’yi zengin edecek müzik kariyerinde bebeğe eşlik eden ve onu Henry’nin zehrinden korumaya çalışan orkestra şefi Simon. Ve yine Simon’u tüm onurlu ve iyilikten yana tavırlarına rağmen ‘ezik’ pozisyonunda izlemekten kurtulamıyoruz. Bu Cemşitlerin, Simon’ların hakkı verilmediği sürece de toksik erkeklik ifşası adı altında “toksik erkeklik destanlarını” izlemeye devam edeceğiz zaten…
Ancak filmin adı “Yeşil Bornozlum, Melek Seslim” değil, Annette. Yani biz burada ne McHenry’nin hikâyesini izliyoruz ne de opera yıldızı Ann’in. Bebek Annette’in, yani patriyarkanın yarattığı bir zorba ile kurbanı değil, bu iki yaratıcı ve sıra dışı karakterin dünyaya getirdiği kız çocuğunun hikâyesini… Aslında bütün filmin, babasının cinayeti yoluyla annesini, hapse girmesi yoluyla da babasını kaybeden Annette’in önünde çizilecek yolun başlangıcına doğru ilerlediğini görüyoruz. Film boyunca tahta bir kukla görünümündeki Annette finalde ilk kez gerçek bir kız çocuğuna dönüşüyor ve babasına isyan ediyor. Sadece babasına değil, onun gibi bir adamı seçtiği için annesine de isyan ediyor elbette. Üstelik binlerce kişilik konser salonunda “babam insanları öldürüyor” diyerek onu hapse attıran da bebek Annette’in ta kendisi ve bu sadece Annette’in değil, yeni neslin ecdadına isyanının saflaşmış hali belki de… Kitlelerin kendini psikoterapiden aile dizimine, modern şamanların elinden somatik terapilere atıp durduğu; aile yoluyla aktarılan “yaşam” adlı kalıtsal hastalığı bir lanet olmaktan çıkarıp keyfine varılacak bir yolculuğa dönüştürmek için çabaladığı bir dönemde, bu noktadan sonra söz çocuklara kalıyor elbette. “İkiniz de beni suiistimal etmek, kendinize oyuncak etmek için dünyaya getirdiniz” diyor Annette. “Annemin ölümcül zehrine dönüştüm sonunda” derken unutmayı ve affetmeyi reddediyor. Ama bu zehri kabinden ve ruhundan silmenin tek yolunun da affetmek olduğunu söylüyor. Yapılan her türlü hataya rağmen devam edebilmek ve ‘iyileşmek’ için anne babasını affetmesi şart.
İnsanların çocuklarına ancak ve ancak sahip oldukları en değerli şeyi vermeye çalıştıklarını ve sahip olmadıkları şeyi ona asla veremeyeceklerini kabul etmek zorunda, çünkü başka çıkış yolu yok gibi görünüyor… Ama bu noktadan sonra izleyeceklerimiz artık McHenry’ler ve onların çilekeş eşleri değil, bebek Annette ve diğer çocukların hikâyesi olmasın mı?
Demek istediğim: artık yeni hikâyelere ihtiyacımız var…
A Bigger Splash, Luca Guadagnino, 2015.
Tilda Swinton’lı ve Ralph Fiennes’li A Bigger Splash filminde de toksik erkekliğin ifşası ön planda, hem de en bohem haliyle… Rock yıldızı Marianne geçirdiği ameliyatın ardından sesi kısık bir şekilde, yakışıklı genç kocasıyla İtalya’nın sakin kıyılarından birinde, muhteşem bir evde dinlenmeye çekilmiş. Bir gün Marianne’in eski sevgilisi ve müzik prodüktörü Harry “beş dakika sonra sizin adaya iniyorum” minvalinde bir telefon görüşmesinin ardından “Emrivaki Havayolları” ile adaya hızlı bir iniş yaptığında, yanında bir sene öncesine kadar varlığından bile haberdar olmadığı genç kızını da (Dakota Johnson) getiriyor. Serde modernlik ve dostluk var ya, Marianne de buna karşı koymuyor ve yılanı cennet bahçesine alıyor. Bu noktadan sonra Harry’nin aşırı davranışları başta kızı, Marianne, kocası, çalışanları, belediye meclisi ve köy ahalisi olmak üzere herkesi huzursuz ederken evin bahçesi de yılan kaynamaya başlıyor zaten.
Harry’nin varoluşu insanların sınırlarını yok saymak, dahası zorlamak üzerine kurulu. O insanların limitlerini test etmekten asla yorulmazken yarattığı şok etkisiyle bu sıkıcı, biçare hayatlara canlılık getirmenin haklı gururunu taşıyor. Bu hikâyenin “iyi erkeği” ise yukarıdaki örneklerimize göre hayli yakışıklı. (Sevgili Ahmet Mekin bizi affetsin ve Al Yazmalım’da onun yakışıklılığını ön plana çıkarmayan yönetmenimize dert yansın.) Bağırtılı bir egosu olmayan bu genç adam Harry ile aşık atmak niyetinde değil, ancak eşini ve yuvasını koruması şart. Ve akıllı bir adam olması onu sözlü ya da fiziksel şiddet kullanmaktan alıkoyuyor, zira Marianne’in kalbini zorbalıkla kazanamayacağını çok iyi biliyor. Ne var ki hikâyenin sonunda istemeyerek de olsa Harry’yi öldürüyor. Bu noktada Marianne’in her ne kadar yıkılsa da yılanı eve alarak yaptığı hatayı kabullendiğini ve kocasını koruduğunu görüyoruz. Öte yandan henüz bir yıldır tanıdığı babasını kaybeden genç Penelope de gerçeği bildiği halde Paul’u korumayı tercih ediyor. Üstüne üstlük Marianne ve Paul’un babasız kalan Penelope’yi –tahammül ötesi ergen hezeyanlarına rağmen– kucakladıklarını görüyoruz. Çocukları yok belki ama çocukların sahipsiz bırakılmayacağını iyi biliyorlar. Onlar modernler, bohemler, marjinaller ve her şeyden önce iyi insanlar; zaten Harry’yi de başta bu sebeple eve alıyorlar.
Toksik varlığıyla havuzun dibini boylayan Harry’nin de tepeden tırnağa kötü biri olmadığı kesin ama ne yazık ki ölümüyle başta öz kızı olmak üzere herkese huzur veriyor. Filmin asıl başarısı ise karakterleri ve tercihlerini sorgularken toksik Harry’yi bir rock yıldızı konumuna yerleştirmemesi. Neticede burada tek bir rockstar var, o da Marianne! Penelope’nin varlığı, bundan sonraki tercihleri ve yaşamı ise benim merak ettiğim, okumak ve izlemek istediğim hikâyeler… Harry ile sidik yarıştırma ihtiyacı duymayacak kadar özgüvenli ama gerektiğinde onu yok edecek kadar güçlü Paul ise hepimiz için geliştirilebilecek ve mümkünse bundan sonraki “yeni hikâyelerde” hak ettiği yeri, hak ettiği ölçüde bulacak yeni erkek modellerine ilham verecek diye umuyoruz.
Jamie ve Claire - Outlander, 2014-…
Bulunduğumuz yerden bakıldığında yeni “pozitif” erkek ve kadın modelleri yok mu, elbette var. ÖrneğinOutlander dizisindeki Jamie, kadına şiddet uygulamanın ata sporu sayıldığı bir dönemde yaşamasına rağmen gelecekten gelen özgür ruhlu bir kadını tüm nitelikleriyle kucaklayarak ona saygı duyan, hayatını onunla eşit ve eşlikçisi olarak sürdürmeye evrilen bir karakter. Keza Jamie’nin zaman yolcusu sevgilisi Claire de klişelerin ötesinde kendini gerçekleştirme, eş arayışı, annelik gibi maceraları kimi zaman tökezlese de “kendi yoluyla” keşfetmekten vazgeçmeyen, risk alan ‘hakiki’ bir kadın.
Modern bir Robert Mitchum olarak Lip (Jeremy Allen White), Shameless, 2011-2021.
Shameless dizisinde ergenlikten itibaren genç bir adama dönüşme macerasına eşlik ettiğimiz Lip karakterine baktığımızda, tüm kusurlarına, alkolizmine, defalarca hata yapıp yıkılmasına rağmen onun doğru, iyi ve adil olanı bildiğinden ve mevcut durumu düzeltmek için elinden gelenin en iyisini yapacağından şüphe duymuyoruz. Diğer yandan bir kadının güçlü olduğuna inanmamız için Lara Croft gibi sudan sebeple adam dövmesine ya da Şeytan Prada Giyer’in Miranda’sı gibi ‘erkekleşmiş patron’ olarak güç pozisyonlarında yer alması gerekmiyor. The Marvelous Mrs. Maisel’da geleneksel Yahudi bir aileden gelen çocuklu ev kadını Midge’in cinsiyetçi bir dünyada maniküründen ödün vermeden stand-up komedi kariyerinde ilerlerken gösterdiği samimi ve engellenemez cesaret, adam dövmekten ya da çalışanlarını aşağılamaktan çok daha görkemli görünüyor gözümüze.
The Marvelous Mrs. Maisel, 2017-…
Klişelerin ötesine geçen yeni karakterler yaratma ve yeni hikayelerin peşine düşme anlamında İskandinavlar da başı çekiyor. Belki de sırf (“Gardırop Fuat” sayfasının deyimiyle Mads Mikkelsen abimizin “freestyle zeybek attığı”) o meşhur dans sahnesi için çekilen Körkütük/Another Round filminde orta yaş, evlilik ve rutinleşmiş yaşamların ağırlığı altında ezilen ve kendilerince çıkış yolu arayan karakterler görüyoruz. Senelerdir – özellikle de yerli yapımlarda - karısını aldatan koca, eğlenmeyi seven hafif kız, zengin koca arayan kadın, serserilikten vazgeçmeyen çocuk ruhlu adam, sert ve acımasız iş kadını gibi klişelere doyduğumuz hatta fena halde klişe yorgunu olduğumuz için modern yaşamın kendine özgü sorunlarına cevap arayan bu taze yaklaşımlar çok daha gerçek ve insanca geliyor bize. Keza Joachim Trier’in Dünyanın En Kötü İnsanı/The Worst Person in the World filminde de evlilik, ilişki, birey olmak, başarı, çocuk sahibi olmak, özgürlük, feminist olmak ya da olmamak, politik doğruculuk çağında kaybedilen özgürlük ve ifade alanları gibi kentli modernlere özgü sorunlar insanca ve çok katmanlı, çok açılı bir şekilde merceğe alınıyor. Bir kadını tamamlayan ilişki ve çocuk mudur? Evlilik aşkı neden öldürür? Gençken bizi eğlendiren kültür ürünleri #MeToo çağında cinsiyetçi sayılıyorsa sanatsal üretim oto-sansürle ne kadar ilerleyebilir? Elbette bu soruların doğru cevapları yok ve asla da olmayacak. Ama söz konusu iki filmin yönetmeni de taraf olmadan, insanları eğrisiyle doğrusuyla bir bütün olarak ele aldıkları ve yargılamak yerine anlamaya çalışıp sorguladıkları bir yol çiziyorlar. Bize de sinemada kendi doğrularını, güzellerini, en iyilerini, en kötülerini birilerine iteleme çağı nihayet bitiyor herhalde diye sevinmek kalıyor elbette. Filmden çıktığımızda tıpkı Steve McQueen’in bir seks bağımlısının kız kardeşiyle ilişki dinamiklerini sorguladığı 2011 yapımı Utanç/Shame filminde olduğu gibi kafamızda cevaplar değil sorular oluyor ve bu sorular bizimle kalıyor. Hatta aradan günler geçse de içimizde yankılanmaya devam ediyor. Kısacası artık biri bize “bu budur” desin istemiyoruz ve cevapları kendi içimizde demleyip pişirmek, mümkünse birlikte aramak istiyoruz… Tepeden inme her şey artık alerji yaratmış ve biz anlatının böylesi bir evrim geçirme ihtimalini seviyor, o ihtimalde çözünüp eriyecek Patriyarka canavarını İzmir marşıyla uğurlamak istiyoruz…
Californication ile akıllarda kalan Pamela Adlon’ın yazar, yönetmen ve başrol oyuncusu olarak karşımıza çıktığı Better Things dizisinde Adlon, tek başına büyüttüğü üç çocuğu ile akıl sağlığını korumaya çalışan aktris Sam karakteriyle bizlere farklı bir kapı açıyor. Sam kırklı yaşlarında bekâr bir anne olarak ne cinselliğinden ne de çocuklarını toplumun değer ‘yargılarına’ değil, kendi ‘değerlerine’ göre yetiştirmekten asla vazgeçmiyor. Gözü pek, samimi, doğal ve müdanasız bir karakter olarak sözünü sakınmayan Sam tam bir “Harbi Şirin” olarak kalbimizi çalıyor.
‘Anne Kaplan’ Sam ve vahşi kızları, Better Things, 2016-2022.
Ergen kızı, 30’lu yaşlarda öküzün tekiyle sevgili olduğunda boğazına taş otursa da kızı hatasından dönme kararını kendi alana kadar ona engel olmuyor. Çünkü biliyor ki, yasaklar koyduğu anda kızını sonsuza dek kaybedecek ve kızı hayatı birinci elden deneyimlemediği sürece onu güçlü kılacak o tecrübeyi asla edinemeyecek. Elbette bir anne kartal gibi yanındaki hanzoyla bile olsa kızını gözünün önünden ayırmıyor ve gerekli ders alındığı anda kapının önüne koyduğu adamı polis çağırmakla tehdit ediyor. Sam’in polis çağırma silahını kullanmak için bu noktayı beklemiş olması onu tüm anne ve babalardan daha cesur, kızını da çok daha güçlü kılıyor. Çünkü o kızlarını kendi gölgesinden korkan civcivler ya da kendini bilmeyen şımarık prensesler gibi değil, Spartalı savaşçılar gibi, bedenini ve ruhunu korkusuzca taşıyan kaplanlar gibi yetiştiriyor. Kısacası vahşi doğadaki hayvanlar gibi diyelim… Ve tüm radikalliğine, bıçkın tavırlarına rağmen ne kadınlığından, ne asla kutsallaştırmadığı anaçlığından, ne Meksikalı inşaat işçilerini akşam yemek sofrasına davet ederkenki insancıl cesaretinden, ne de nüdist çılgın annesini koruyup kollamaktan vazgeçmiyor. Kısacası ‘erkek gibi’ güçlü olmasına gerek yok, çünkü o ‘kadın gibi güçlü’ biri ve bunu kendinden başka kimseye kanıtlama ihtiyacı da duymuyor.
Sam’in takıldığı en önemli konulardan biri de şu: Erkekler madem o kadar güçlüler, neden bütün hayatımızı onların duygularını, egolarını ve yargılarını incitmemek için çaba göstermekle geçiriyoruz? Sam’in hayatta geldiği nokta “Hâkim Bey, bizde g.t’e g.t derler” noktası. Dolayısıyla kesinlikle kül yutmuyor ve sözünü de sakınmıyor. Bunun en görkemli örneklerinden biri de randevuya çıktığı erkeği haşladığı meşhur “dünyanın en kötü randevusu” sahnesi. Burada kadının kendine ihanet etmek adına “nazik, latif, sevimli, hoş” davranmasının iş, eş, komşuluk, pazar alışverişi ve tapu dairesi dahil her türlü ilişkinin öncülü olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyoruz. Karşı tarafın hoşuna gitmeyen ya da işine gelmeyen her tavır kaba, kötü, acımasız ve bencilce olarak etiketleniyor. Aman ne cazgır kadın, amma arsız, vesaire vesaire… Kadının tercih ve taleplerini baskılaması için tasarlanmış evrensel bir vicdan azabı tiyatrosuna hapsedildiği gerçeği gözlerimizin önünde gitgide berraklaşıyor. Öyle ki, Sam bu ucuz tiyatronun ipliğini pazara çıkarırken belki gençliğimize dönüp ben bugüne kadar bu numaraları nasıl yedim diye kendimizi sorguluyoruz. İkinci sezonun ikinci bölümündeki bu epik ifşa ve haşlama sahnesini merak ediyorsanız buyurun buradan izleyin.
Thor: Love and Thunder, Taika Waititi, 2022.
Bay Thor ve Bayan Thor: Gençler pozitif ayrımcılığı samimi bulmuyorlar
‘Yeni’ erkek ve kadın temsillerini keşfederken popüler kültür anlatılarında karşımıza çıkan ‘toksik erkeklik ifşası’ ve ‘toksik pozitif ayrımcılık’ tuzaklarına da daha fazla düşmemek gerekiyor. Taika Waititi, Thor serisinin ikinci filminde yönetmen olarak bayrağı devraldığında ortaya müthiş canlı, çekici ve eğlenceli bir iş çıkarmıştı. Serinin üçüncü filmini de Taika Waititi çekince doğal olarak koşarak gidip izledik. Bir önceki kadar çarpıcı değilse ve her şeyi biraz fazla kaçmış gibi görünse de kötü bir film izlediğimizi düşünmedik. Ancak 15 yaşındaki oğlumuz filmden nefret etmiş, büyük hayal kırıklığına uğramıştı. “Feministler filmi ele geçirmişler, mahvetmişler” diye yorum yaptığında gerçekten biraz yıkıldım. Oğlum feminizmi tehdit olarak gören bir erkek olarak mı yetişecek diye büyük bir endişeye kapıldım. Biraz daha sohbet ettikten sonra onu rahatsız eden şeyi nihayet anladım. O Thor’un eski sevgilisinin bu filmde “Kadın Thor” olarak karşımıza çıkmasından ve Thor’un çekicini onun kullanmasından hiç hoşlanmamıştı. “Ne diye kadın Thor yapıyorlar ki, yeni karakter eklesinler” diye isyan ediyordu daha çok. Kadın ve erkek açısından bozuk bu düzenin, yani patriyarkanın sadece kadınlara değil, erkeklere de zarar verdiğini ona anlatmaya çalıştım. Erkeklerin çağlardır “güçlü” ve “sağlayıcı” konumlarının altında ezildiği ve duygularını bastırmak zorunda bırakıldıkları konusuna girmedim ama bazı şeylerin değişmesi için ‘hikâyenin’, yani ana akımdaki anlatıların değişmesi gerektiğini, bunun için de bir süre daha ‘pozitif ayrımcılığa’ ihtiyaç duyacağımızı açıkladım. James Bond’un ya da Karayip Korsanı’nın kadın olmasında sakınca yoktu belki ama bugüne kadar erkeğe ait olan bir konumun birdenbire kadına verilmesi onun 15 yaş adalet duygusunu zedeliyordu belli ki. “İyi ama kadınlar da yıllardır kurtarılmaya muhtaç, keko rollerde oynamaktan bıktı” dedim karşılık olarak. “O zaman yeni karakter eklesinler” diye tekrarladığında bu sefer anladım.
Hanımlar beyler, gençler pozitif ayrımcılığı samimi bulmuyorlar… O yüzden de Thor’u ya da Karayip Korsanı’nı kadın yaparak onları ikna etmemiz artık mümkün değil. Demek ki hepimizin yüreğine oturan görünmez “Adam”ı, patriyarkayı onlara anlatırken bunun verilmiş eril hakların geri alınması değil, toptan bir özgürleşme hareketi olacağını hissetmemiz, içselleştirmemiz ve gençlere bu şekilde anlatmamız gerekiyor. Çünkü bu yolda sadece güçlü kız çocuklarına değil, duyarlı erkek çocuklarına da ihtiyacımız var.
Zorbanın gölgesinde…
Hani Türk aile yapısında bir eril zorba vardır, çok da sayılan ve sevilen… Bu zorbanın en güçlü niteliklerinden biri de omnipotent bir şekilde her zaman, her yerde var olmasıdır. O fiziksel olarak mekânda bulunmasa da tebaası, kulları sürekli onu konuşur, onun yol açtığı durumlarla uğraşır, onu memnun etmek için kendilerini paralar ve onun verebilmesi ihtimali bulunan tepkilerin korkusu ve endişesiyle yaşarlar… Zorba nerede olursa olsun, tebaasının gönüllerindeki tahtında yaşar öncelikle. Zorbanın fiziksel varlığı ve zikrinden evvel fikri her şeyi kontrol etmeye yeter ve başka varoluş ya da düşünme biçimlerinin yeşermesi bu şekilde imkânsız hale gelir… Kısacası zorbanın kötülüklerini anlatsak da, zorbayı kadın kılığına soksak da, zorbayı soytarıya çevirip suratına muz kabuğu fırlatarak eğlensek de, anlattığımız hikâye hâlâ zorbaya aittir ve yaşadığımız dünya onun dünyasıdır.
Peki, evdeki tüm varlıklar neden o evde yokken bile hâlâ zorbayı konuşuyorlar? Hayal kırıklığına uğradığı anda ya ateş püsküren ya da sessizlik kabuğuna çekilerek boşalttığı okyanusları herkesin sırtına yüklediği suçluluk duyguları ve utançla dolduran bu canavarı kim yarattı? Hiçbirimizin doyuramadığı ve avutamadığı bu canavarın hali ne olacak, bilemiyoruz ama artık onunla uğraşmaktan daha önemli işlerimiz olduğunu kabul etme vakti çoktan geldi. O canavar da herkes gibi kendi yaralarını kendi iyileştirmek durumunda. Ve başını bu kalıtımla çoğalan lanetten azıcık kaldırabilen her birey ‘yeni paradigma’nın bir nebzecik daha iyi, daha insancıl, daha merhametli, daha adil, daha canlı, daha neşeli ve hayat dolu olması için elinden geleni yapmak durumunda.
Demek ki bizim artık eski paradigmayı geride bırakmamız ve ister karizmatik kahraman, ister canavar konumunda olsun, tersyüz ederek ya da sağa sola çekiştirerek ‘zorbanın’ hikâyesini anlatmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. İfşa edeceğiz derken aynı toksik erkin destanını defalarca baştan anlatmanın hiçbirimize faydası yok. Dolayısıyla artık yeni hikâyelere ve yeni karakterlere ihtiyacımız var. Geçmiş nesiller için belki bir rüya gibi geçip giden bu paradigmanın içinde Matrix’teki Neo gibi gözlerini açıp uyanarak oyunun yapısını görebilen çocukların yapacağı özgür tercihleri ve yeni maceraları izleme, Samed’in, Annette’in ve Penelope’nin hikâyelerini dinleme vakti şimdi… Klişelerin ötesinde, bugüne kadar dikkat çekmemiş ve değer verilmemiş, güçlü, insancıl nitelikleriyle ‘yeni’ kadın ve erkek karakterlere, bildik hikâyenin parçası olmak yerine ezber bozan Jamie’lere, Lip’lere, Sam’lere, Claire’lere ihtiyacımız var. Ve bu hikâyelere ilham verecek yıldız tozu içimizde bir yerlerde saklı olmalı…
•
GİRİŞ RESMİ:
The Power of the Dog, Jane Campion, 2021.
Thor: Love and Thunder, Taika Waititi, 2022.