"Charles Dickens’ın yaşarken kazandığı ün ve itibar, gördüğü sevgi ve ilgi belki de edebiyat tarihinde hiçbir yazara nasip olmamıştır. Peki, 151. ölüm yıldönümünde Dickens okumak nasıl bir deneyim olabilir?"
07 Haziran 2021 18:41
21. yüzyıl okuru için Dickens’ı okumak tuhaf, yer yer kafa karıştırıcı bir deneyim olabilir. Zira her şeye doymuş olduğunu düşünen, kibirli, modern okur metnin içinde ilerlerken birbirine zıt iki duyguyu aynı anda hissedebilir. Okur muazzam bir gözün ince detaylarla yarattığı ve her bir detayla okuyana daha da tanıdık gelen bir tablonun içinde olduğunu düşünür ve orada mutlulukla gezinirken, birden karşısına bu manzarayı bir fırça darbesiyle bulandıracak, yapma bir duygusallık denizi çıkar. Ne yazık ki, Musa gibi asamızı havaya kaldırarak kolayca aşabileceğimiz bir engel değildir bu. İlk duygunun hatırına, kimi zaman karanlık kimi zaman aydınlık ama hep kendimizi ait hissettiğimiz o manzaraya yeniden dönebilmek için biz modern okurlar onu okumayı sürdürürüz.
Çünkü okurken aklımızın bir köşesiyle biliriz ki, bir sahneyi kurma, atmosfer yaratma ve betimleme söz konusu olduğunda, Tolstoy’dan önce Dickens vardı. Özellikle son dönem büyük romanlarında bize sürekli bunu hatırlatır yazar. Parlak üslup, betimleme zenginliği ve karakter çeşitliliğinin yanına mizah duygusunu da eklemeyi başarmıştır. Kabul etmek gerekir ki, 19. yüzyılın büyük romancılarında pek görülen bir özellik değil bu.
1812 yılında, sekiz çocuklu, küçük bir devlet memurunun oğlu olarak dünyaya geliyor ve 58 yıllık hayatına müthiş bir üretkenlikle ve parlak bir üslupla İngiliz dilinin önemli eserlerini sığdırıyor. Özel hayatı çalkantılarla dolu. Kendisine on çocuk vermiş karısıyla evliliklerinin başından beri mutlu bir ilişkisi olmuyor. Mutlu olmadığı bir ilişkiden on çocuk sahibi olmak romanlarındaki kerameti kendinden menkul çelişkilerin bir örneği adeta. Boşanmanın yasal açıdan olanaksız olduğu bir devirde Dickens belki de kalbine daha fazla direnemeyerek yirmi iki yıldan sonra “aile babası” imajını yerle bir edip karısından ayrılıyor ve ellisine yaklaşmışken on sekiz yaşındaki bir tiyatro sanatçısına vuruluyor. Bu arada genç baldızıyla da aynı evde oturmaya devam ediyor. Victoria Çağı İngilteresi’ni düşünecek olursak, kelimenin tam anlamıyla akıl almaz bir skandal bu durum! Normal şartlarda bunları yapan bir yazarın o devirde kitaplarını basacak yayınevi bulması bile imkânsız. Ama Bay Dickens’ın arkasında her siyasi ve toplumsal sisteme bir yerden sonra geri adım attıracak kadar geniş, tutkulu ve sadık bir okuyucu kitlesi var. Üstelik uluslararası bir okuyucu kitlesi… Bu ilginin ve hayranlığın boyutlarını bugün anlamak pek de kolay değil; hele 19. yüzyılın ilkel iletişim ağında bir yazarın bu kadar ünlenmesi başlı başına hayatın tuhaf bir şakası gibi. Tam da Dickens romanlarına yakışır bir şaka.
2012 yılında, Dickens'ın 200. doğum gününü kutlamak üzere, onun ünlü kahramanlarının resimlerinden oluşan 6 pulluk bir seri Kraliyet Postası tarafından tasarlanmıştı.
Charles Dickens’ın yaşarken kazandığı ün ve itibar, gördüğü sevgi ve ilgi belki de edebiyat tarihinde hiçbir yazara nasip olmamış, belki de hiçbir yazar yaşarken onun kadar sevildiğini ve kollandığını hissetmemiştir. Hiçbir yazar kendisini onun hissettiği kadar kudretli hissetmemiştir. O bir anlamda yaşadığı çağın, dilin ve edebiyatın rock yıldızı olmuştur. Tefrika halinde yayımlanan romanlarını önceden alabilmek için insanlar uzun kuyruklar oluşturmuş, çay sohbetlerini Copperfield’e Dora’nın mı yoksa Agnes’in mi uygun olduğu tartışmaları süslemiş, önce ülkesi İngiltere, sonra Amerika, Avustralya ve Kanada’da insanlar çıldırmış bir ilgi ve hevesle, aynı cümlelere aynı tepkileri vermiş, romanlarının girdiği evlerde bir yandan kahkaha atılırken, hemen ardından aynı içtenlikle gözyaşı dökülmüştür.
Dickens’ın Amerika ziyareti yeni kıta için eşi benzeri görülmemiş bir olaydır. Onuruna görkemli şölenler, balolar, yemekler verilmiş, Başkan tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmıştır. Kışın en dondurucu soğuğunda insanlar onu dinleyebilmek için gişelerin önünde, evlerinden getirdikleri şiltelerin üzerinde uyumuşlardır. Bütün salonlar küçük geldiğinden Brooklyn’de yazara konferans salonu olarak bir kilise verilmiş, yazar kendisini huşu içinde dinleyen kalabalığa vaiz kürsüsü üzerinden Oliver Twist’i okumuştur. Dickens büyük kalabalıklara romanından parçalar okuyan ilk yazardır. Sahnenin ortasında hiç kıpırdamadan durarak, sadece ses tonunu ve mimiklerini değiştirerek, onlarca kişiyi konuşturup sayısız karakterini canlandırmıştır. Belki de çocukluğundan beri kurduğu oyuncu olma hayalini böyle tatmin etmektedir. Onun okuma günlerinin tek kişilik bir şov olduğu söylenmiştir hep. Bu popülerliği eleştirmenlerin uzun süre ona mesafeyle yaklaşmaları sonucunu doğuracaktır. Bu kadar çok sevilmesi ileride onun edebi niteliğini sorgulanır hale getirecektir. Dickens sürekli tartışılacaktır. Fazla mı dindardır, yoksa yeteri kadar mistik değil midir? Duygularının esiri bir meczup mudur, yoksa duyguları sömüren, edebi bir şarlatan mı? Dili zenginleştiren bir üslupçu mudur, yoksa onu kirleten bir avam mı?
Solda: New York'ta, Steinway Hall'da Charles Dickens'ın romanlarından birini okuyacağı etkinliğe bilet almak isteyenlerin oluşturduğu kuyruk (1867). Sağda Dickens teatral bir şekilde yazdığı metinleri okurken... (Harper's Weekly dergisinden illüstrasyonlar.)
Dickens’ın yaşarken bu kadar sevilmesinde edebi yeteneğinin ve sezgisinin rolü büyüktür elbet. Ama onu çağının yazarlarından ayıran sadece edebi yeteneği değildir. Byron, Shelley, Wilde da yetenekli yazarlardı. Zweig’a göre Dickens’ın farkı onun kişisel görüşleriyle çağının entelektüel ihtiyaçlarının çakışmasından kaynaklanmaktadır. Romanları mutlak bir şekilde o zamanki İngiliz dünyasının zevkini, estetiğini, ahlakını, nüktesini, düşünce yapısını dile getirmektedir. Dickens içinden çıktığı gelenekle kavga etmeden ya da çok az kavga ederek romanlarının çatısını kurmuştur. Kahramanları ne Balzac’ınkiler kadar hırslı ve açgözlü, ne de Dostoyevski’ninkiler kadar ateşli ve coşkuludur. Genel olarak makul bir gelir, sevimli ve sadık bir eş, bir düzine çocuk ve güzel bir ev, birkaç da hoşsohbet arkadaş mutlu etmeye yeter onun kahramanlarını. Beklentiler küçüktür ama hayat bu küçük beklentilerin dahi gerçekleşmesini engelleyecek kadar acımasızdır. Kahramanları küçük mutluluklar için büyük bedeller öderler hep. Küçük mutluluklar peşinde koşan ve bunları elde edemeyen okur için tanıdık bir kurgu evreni.
Şehrin karanlık sokaklarının yazarı
Dickens yoksulları ve her türlü tehlikeleri ile sokağı daha önce olmadığı biçimde romana sokmuştur. Mekânın edebi bir anlatı için ne anlama geldiğini çağdaşlarından çok önce anlamış ve şehirle özdeş bir edebi mimari kurmuş belki de ilk romancıdır. Mekânla suç arasında sosyolojik bir ilişki kurarak varoşların sadece yoksulluk içinde yaşayan sistemin periferisine itilmiş masum insanları barındırmadığını, bunların yanında cinayetin, hırsızlığın, kısacası kötülüğün de gizlendiği yerler olduğunu anlatmıştır. Dickens’ın romanlarında suç mahalli şehrin kendisidir, ancak kurtuluş da yine oradan çıkacaktır.
Defalarca Avrupa’ya gitmesine, mektuplarında birçok şehirden beğeniyle söz etmesine, hatta Venedik kadar görkemli bir şehrin hayal edilemeyeceğini belirtmesine rağmen Londra’dan asla kopmamış, çağdaşı birçok İngiliz yazarın tersine, şehrini terk etmemiştir. Londra’da doğmuş, Londra’da yaşamış, Londra’da yazmıştır. En büyük tutkusu, hava ne kadar kötü olursa olsun, tıpkı mekân araştırmasına çıkmış bir yönetmen gibi, onun en pis, yoksul ve karanlık sokaklarında saatlerce dolaşmak olan yazar için Londra tek gerçek olmuştur hep. Kendi tanımlaması şehre duyduğu tutkuyu ortaya koymaktadır: “Onda iticiliğin çekiciliği var.”
Dickens’ın 20. yüzyılda yeniden keşfinde onu bir kategori içine koymak isteyen eleştirmenler gerçekçi tanımlamasının onun yapıtlarını açıklamak için yeterli olmadığı görüşünde birleşmişlerdir. Onun için yapılan sınıflandırma, romanlarının romantik-gerçekçi olduğu yönündedir. Dickens’ın romanları döneminin değerlerini, günlük yaşamını, insanlarını, çalışma koşullarını, kentlerdeki mekânsal ayrışmayı anlatırken son derece gerçekçi, bunun yanında iyiliğin ve dürüstlüğün her zaman galip geleceğine duyduğu inançla da romantiktir. Tam da burası, o romantik yaklaşım, belki çağında Dickens’ın yaygın biçimde sevilmesini sağlayan bu bakış açısı, yazının girişinde belirttiğim, 21. yüzyıl okurunu rahatsız eden noktadır. Dickens’taki duygusallık denizi bir anlamda iyi ile kötünün mücadelesinde iyinin galip gelmeden önce başına gelen bir sürü talihsiz hadiseyi betimlemek için kullanılan bir yöntemdir. Sondaki mutluluk yoğunluğu kahramanın verdiği mücadelenin boyutlarıyla doğru orantılıdır. Acı ne kadar büyükse ödül de o oranda büyük olacaktır. Buradan hareketle Dickens’ın romanlarına bugünkü okurun belki de farklı bir açıdan bakması gerekmektedir. Bazı eleştirmenlerin de dediği gibi, Dickens’ın kendine has bir anlatı dünyası vardır. Bir anlamda onun romanları aşkların, çocukların, umutların, ideallerin, kurtuluşların hikâyesini anlatan bir tür peri masallarıdır. Büyüklere yönelik peri masalları… Bu açıdan bakmak, onun romanlarını okurken böyle bir zımni antlaşmaya girmek, alınan hazzı, anlatıda kaçırılan birçok parlak noktayı ortaya çıkarma potansiyeli taşımaktadır. Onun romanlarındaki romantizm karakterlerinden kaynaklanmaz; romantik olan bizatihi Dickens’ın kendisidir. Onun dünyayı görme biçimidir.
Büyüklere masallar
Gerek popülerliği gerek zaman zaman inandırıcılığını yitiren duygusallığı nedeniyle uzun bir süre görmezden gelinen Dickens edebiyat tarihinde Kafka’dan Nabokov’a birçok yazarı etkilemiş, Harold Bloom onu Batı kanonunu başlatan Shakespeare’e rakip bir romancı olarak görmüştür. George Orwell, Dickens’ın romanlarının birbirini takip eden eserler olarak değil, tek bir yapı olarak değerlendirilebileceğini söylerken ortak temalardan fazlasını kastetmektedir. Aynı karakterler insanın değişik hallerinde ve koşullarında durmadan karşımıza çıkarlar. Bir çocuğun gece yatmadan önce babasından bıkmadan aynı masalı istemesi gibi, bir noktada aynı kahramanları aynı atmosferlerde gördüğümüz hissine kapılır ve bundan tuhaf bir haz alırız. Ancak Dickens her gece aynı masalı anlatmaktan sıkılan bir baba gibi, hikâyeleri çeşitlendirmeyi de ihmal etmez; üstelik bunu diğer babalardan farklı olarak benzersiz bir üslupla yapar. Bu nedenledir ki, onun en rahatsız edici sahnesini okurken bile bir şekilde güvenli ellerde olduğumuzu bilir, bu bilgiyle sayfaları meraklı bir huzurla çeviririz. Hava soğuduğu zaman kötü bir şeyler olacağını, yağmurun bir çeşit haberci olduğunu, karın yalnızlık getirdiğini, sıcağın özlenen bir aileyi temsil ettiğini biliriz. Üstelik kötü havanın er geç açacağını da biliriz.
Dickens’ın Türkiye serüveni ise kendi zamanına geç kalmış bir hikâyeyi andırıyor. Eleştirmenler tarafından en önemli yapıtı olarak değerlendirilen Kasvetli Ev romanı ancak 2001 yılında yayımlanmış ve ne yazık ki hak ettiği ilgiyi de görememiş. Müşterek Dostumuz ise ancak 2017 yılında okuyucuyla buluşabilmiştir. Neden bu kadar geç kalındığında bugünkü toplumsal, siyasal yapımızı açıklayan bir şeyler olabilir diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Belki iyi kurulmuş bir mimari yapısı, sağlam bir üslubu olan ya da son derece zekice bir mizah anlayışını yansıtan eserlere ihtiyacımız olmadığı içindir. Belki de daha basit ya da daha derin bir neden yüzünden Dickens’a tenezzül etmemişizdir: Peri masallarını küçümsediğimiz için… Zor Yıllar’ın yaşlı ve uyanık tüccarı Thomas Gradgrind kurduğu okulda çocuklara en tehlikeli duygunun merak olduğunu, hayal kurmanın insanı felakete götüreceğini öğretir. Roman ilerledikçe asıl bu düsturun hem kendisini hem oğlunu felakete götürdüğünü görürüz. Dickens hayal kurmanın ve peri masallarına inanmanın önemini anlatır tüm eserlerinde. Ama belki de peri masallarını küçümseyen insanlar, Antikacı Dükkânı’nın Quilp’i, David Copperfield’ın Uriah Heep’i, Mister Pickwick’in Serüvenleri’nin Buzfuz’u ya da Kasvetli Ev’in Smallweeds’i gibi karakterlerle gerçek hayatta mücadele etmesini bilmiyorlardır. Belki de peri masallarını küçümsemek “umut” denen hazinenin yerini gösteren haritayı okunmaz kılıyordur. Kim bilir!
•
GİRİŞ RESMİ:
Dickens'ın Rüyası, Robert William Buss, 1875. Tablo Charles Dickens'ı evinde, masası başında kitaplarında yarattığı karakterlerle birlikte gösterir.