Ali Budak: “Adeta demir bir çemberin içinde dönüp duruyoruz”

"Eserler kendi dönemleri ve şartları içinde ele alınmalılar. Bugünün gözlükleriyle dünü görmeye, daha da vahimi biçimlendirmeye çalışmak gerçekten cahilce ve bencilce… Sanki her şeyi en iyi biz biliyor, en iyi biz değerlendiriyoruz. İşte metinleri göz önüne sermeyi en çok bunun için gerekli görüyorum. Edebiyat tarihçisi en iyi yorumcu olamaz, hele her zaman hiç olamaz."

28 Temmuz 2022 12:45

 
 
Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde uzun yıllardır ders veren Prof. Dr. Ali Budak’ın kaleme aldığı hayli hacimli bir edebiyat tarihi Yeditepe Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Türkçe edebiyatın tarihini başlangıcından 18. yüzyıla kadar ele alan Budak, yaklaşımının “metin merkezli” olduğunu ısrarla vurguluyor.
 
Metinlerin adlarını vermekle ya da genel olarak konularını özetlemekle yetinmeyen, mümkün olduğunda sözü edilen metinleri de kitaba dahil eden, dahası pek çok metni ayrıntılı biçimde analiz eden bir yaklaşımı var Budak’ın. Çok geniş bir dönemi ele alma cesaretiyle dikkat çeken ve bu özelliğiyle de “nadir” rastlanan bir çabanın ürünü olan bir kitap Metin Esaslı Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi.
 
Metin Esaslı Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi’ne dair akademik ihtiyaçlardan bizdeki edebiyat tarihlerinin ve edebiyat eğitiminin durumuna, edebiyat teorisiyle kurduğumuz ilişkiden edebiyat tarihi yazılırken genelde söz edilmeyenlere kadar geniş çerçeveli bir söyleşi yaptık.
 
 
Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi’nin önsözünde kitabın oluşum sürecini anlatıyor, bu kitabın akademik bir ihtiyaçtan doğduğunu belirtiyorsunuz. “Türk Edebiyatına Genel Bir Bakış” derslerinde “Türk edebiyatını baştan sona içine alan derli toplu bir çalışma” bulamadığınız için ders notları hazırlayarak bu kitabı oluşturmaya başlamışsınız. Türkiye’deki edebiyat tarihleri topluca değerlendirilirse niçin “Türk edebiyatını baştan sona içine alan” bir çalışma yapılmamıştır?

Hiç yapılmamış dersek haksızlık yapmış oluruz. Vasfi Mahir Kocatürk, Nihad Sami Banarlı ve Ahmet Kabaklı gibi isimlerin bu nitelikte çalışmaları bulunuyor. Fakat Kocatürk ve Banarlı’nın çalışmalarının üzerinden epeyce bir zaman geçmiş durumda, dolayısıyla hem ulaşılan metinler hem başvurulan kaynaklar açısından bazı eksiklikler içeriyorlar. Ahmet Kabaklı’nın tarihi ise büyük ölçüde yazar odaklı, orijinal metinlere pek fazla yer vermiyor.

Türk edebiyatına baştan sona bütünlüklü bir bakış, tabii olarak hem zor ve meşakkatli hem de birikim ve sabır isteyen bir süreç… Dahası cesaret ve sorumluluk gerektiren bir uğraş. Pek çok değerli hocamızın, bu yükün ve sorumluluğun altına girmek istemediklerini düşünüyorum. Zira caydırıcılığı gerçekten çok yüksek. Kendimden biliyorum. Ben de uzun bir süre yaptığım işin adını koyamadım. Sizin de vurguladığınız gibi, başlangıçta sadece elimdeki mevcut ders notlarını biraz genişletmek vardı aklımda. Sonra sonra, ancak 15. yüzyıla kadar gelince yazdıklarımın bir edebiyat tarihine benzediğini fark ettim. Herhalde bunda bizim neslin önündeki cesaret kırıcı bir örneğin de payı vardı. Merhum hocamız Ömer Faruk Akün’ün bir edebiyat tarihi yazmasını çok istedik. O kadar ki, arzumuz zamanla sahicileşti ve bir inanca dönüştü. Hiç mübalağasız söylüyorum, 40 yıl bekledik. Ne var ki, bu işi layıkıyla yapabilecek en yetkin birkaç isimden biri olan Akün Hoca öyle titizdi ki, çalışmalarını bir türlü istediği gibi derleyip toplayamadı.
 
Hazırladığınız “ders notları”nın sizi birkaç açıdan rahatsız ettiğini söylüyorsunuz. Öncelikle öğrenciler bu notlarla yetindiği için “özet bilgilerin kolaycılığı[nın] araştırma ve inceleme yetilerini körelttiğini” fark etmişsiniz. Bu rahatsızlığınız, Türkiye’deki edebiyat eğitiminin sanırım temel sorunundan kaynaklanıyor. Öğrenciler metinlerle karşılaşmak, metin analiz etmek yerine sadece “metin bilgileri”yle eğitiliyorlar. Sınavda çıkınca kim hangi romanı yazmış biliyorlar ama o romanı okumuyorlar. Siz de benzer bir durum yaşamamak için zaman içinde ders notlarına metinleri daha çok eklemiş ve öğrencilerin metinlerle doğrudan karşılaşmasını sağlamışsınız. “Ders notları”ndan “metin analizi”ne geçiş öğrencilerde bir fark yarattı mı? Öğrencilerden nasıl tepkiler aldınız?
 
Bu kapsamlı sorunuzun hiç şüphesiz çok uzun yanıtları olacaktır. Ama ben birkaç cümleyle özetlemeye çalışacağım. Öğrencilere panoramik bir bakış sunabilmek için çok benimsediğimiz sınırlandırmalar ve sınıflandırmalar biz akademisyenleri de tutsak almış durumda. Doktora tezi tercihleriyle birlikte yöneldiğimiz uzmanlıklar bir süre sonra çoğumuzu sarıp sarmalıyor, belli alanlara kapatıyor. Adeta demir bir çemberin içinde dönüp duruyoruz. Sonuçta eski-yeni, klasik-modern gibi kamplarda bu derinleşmeler başka alanlara geçişleri ve farklı yönelişleri çok zorlaştırıyor. Böylece bütünlüklü çalışmalar neredeyse imkânsızlaşıyor.
 
Benim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki öğrenciliğim Türkiye’de kargaşanın zirveye yükseldiği 1977-1981 yıllarındaydı. Dolayısıyla her biri uluslararası değer olan İstanbul Edebiyat’ın birikimli hocalarından gereği gibi yararlanamadık. Ama ben kendimi yine de şanslı sayarım. Rahmetli Mehmet Kaplan Hoca’nın son doktora öğrencilerinden biri oldum ve onunla biraz daha fazla yakınlaşma fırsatı buldum. Şimdi anlıyorum ki, gerek derslerinden gerek sohbetlerinden gerekse eserlerinden pek çok şey biriktirmişim. Kaplan Hoca bize sık sık metinlere gitmemizi tavsiye ederdi. O ses hâlâ kulaklarımdadır: “Metinlere gidin…” O zaman farkında bile değildim. Meğer hoca Yeni Eleştiri Okulu’nun bizdeki ilk temsilcilerindenmiş. Şiir Tahlilleri de sanırım onun için bizi o yıllarda fazlasıyla çarpmış ve etkilemiş.
 
Bu geçmişten bugüne gelecek olursak, öğrencilerimiz için durum gerçekten vahim. Özellikle son yıllarda öğrencilerimiz çoğunlukla bir kitap bile okumamış, birkaç satır bile yazmamış olarak üniversiteye geliyorlar. Bu yüzden yukarıda sözünü ettiğiniz “Türk Edebiyatına Genel Bakış” dersinin yarısını okuma ve yazmayla, yarısını da edebiyat tarihiyle dolduruyorum. Öğrencilerim bir yıl boyunca Türk edebiyatını bazı temel metinleri okuyarak ve yorumlayarak öğrenmek durumundalar. Elbette Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi ile işleri çok kolaylaştı. Ellerinde artık hem metinler var hem değerlendirmeleri… Eserin ilk anda bütünlüklü yapısıyla kendilerini çok etkilediğini söylüyorlar. Süreci somut bir biçimde gördüklerini, şairlerin ve yazarların tarihsel bir perspektif içinde sıralı bir şekilde anlatımıyla kafalarında her şeyi yerli yerine oturtabildiklerini söylüyorlar. Burada kastettikleri Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi’nin şair ve yazarları peş peşe sıralayıp geçen bir eser olmadığı. Zira kitapta her ne kadar metin ağırlıklı bir yaklaşım sergileniyorsa da, tarihî arka plan hiç ihmal edilmiyor; her bölüm sosyal ve siyasal tespitler içeren bir özetle başlatılıyor.
 
 
Yine “Önsöz”de bakış açınızı belirleyen yaklaşımın metin odaklı Yeni Eleştiri olduğunu söylüyorsunuz. Yeni Eleştiri genelde metin merkezliliği esas aldığı için tarihsel bağlamı dışarda bırakması nedeniyle eleştirilir. Siz bu metin merkezli yaklaşımı edebiyat tarihi yazımına uyarlarken ne tür sorunlarla karşılaştınız?
 
Evet, bu çalışma büyük ölçüde metinler üzerinden yürütülüyor. Fakat biraz önce de belirttiğim gibi, tarihsel olayları da, şair ve yazarların yaşadıkları çevre ve ortamları da dışarda tutmuyor. Hiçbir sanatçı gökten bir anda inerek eserlerini vermediğine göre öyle de olmalı. Zaten ben Yeni Eleştiri’ye her açıdan bağlı ve bağımlı değilim, sadece “Hey durun… Eserler de önemlidir” diyorum. Edebi eserlerin, şairlerin ve yazarların birer uzantıları, onların başardıklarının veya başaramadıklarının tanıklıkları olarak değil, kendi varlıklarıyla da yer ve değer bulmaları gerektiğine inanıyorum. Bir eseri şairinden/yazarından, okurundan ve yazıldığı tarihin toplumsal ve tarihsel koşullarından bağımsız, kendi başına yeterli ayrı bir varlık olarak değerlendirmenin de yeni ve büyüleyici sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Artık içlerindeki unsurlarla “organik birlik” sağlamış ve tutarlı bir düzen oluşturmuş bütün eserler apayrı ve özgün yorumlara da malzeme oluşturmalılar. Böylece kendi başına bir değer, bağımsız bir varlık olarak edebi eserler, dönemler ve akımlar üstü konumlar ve nitelikler de kazanabilecekler, yeni bakışlara ve okumalara açık hale geleceklerdir.
 
Bu çalışmada hiç kuşkusuz en büyük sorun okurun değerlendirme ve yorumlama süreçlerine katılımının en yüksek seviyelere çıkarılmasıydı. Her okurun klasik metinleri okuması, anlaması ve kavraması elbette beklenemezdi. Bir şekilde önlerinin açılması lazımdı. Bilhassa yeni nesillerin önündeki dil engelini ortadan kaldırmak için, eserde yer verilen hemen bütün metinlerin dil içi çevrimleri yapıldı. Bu arada, duyuş ve söyleyiş yoğunluklarının muhafazası için hemen bütün şiirler de manzum olarak günümüz Türkçesine aktarıldı. Böylece gençlerimizin kadim kültürleri ve tarihleriyle buluşması sağlanırken, dünle bugün arasındaki sanat köprüsü de sağlamlaştırılmaya çalışıldı. Bu aşamada aziz dostum, kıymetli meslektaşım Prof. Dr. Mehmet Kanar’dan dolu dolu yardımlar ve paha biçilmez destekler aldım. Kendisine müteşekkirim.
 
Daha önce Batılılaşma ve Türk Edebiyatı: Lale Devrinden Tanzimat’a kitabınızda 18. yüzyıldan 19. yüzyılın yarısına kadar olan dönemi ele aldığınız için bu kitapta öncesine odaklanıyor ve başlangıcından 18. yüzyıla kadar Türkçe edebiyatın serüvenini anlatıyorsunuz. Yerleşik ve yaygın anlayış Türkçe edebiyatı üç büyük döneme ayırır: İslam öncesi, İslami dönem ve Avrupa etkisine girme. Her ne kadar girişte özellikle Mehmet Fuat Köprülü’den beri yaygın hale gelen bu üçlü ayrıma işaret etseniz de, sonrasında bu ayrımın dışına çıkan bölümlemeleri tercih ediyorsunuz. Aslında kitabınızın gövdesini “Anadolu Edebiyatı” olarak adlandırdığınız dönem oluşturuyor. Bu üçlü ayrıma ve bazı noktalarda sizin bunu esnetmenize bakarak Türkçe edebiyatı dönemselleştirmede hangi sorunlardan söz edebiliriz?
 
Müslüman Türkler, büyük ölçüde de Oğuzlar, Orta Asya’dan Anadolu’ya akarken köklü değişimler geçiriyorlar. Oğuzların konuştukları Türkçe Anadolu’da hızla gelişir ve yaygınlaşırken anaakım Türkçeden de farklılaşmaya başlıyor. Zamanla Batı Türkçesi adını alıyor ve Türkçenin en gür ve verimli damarını oluşturuyor. Dili geliştiren ve değiştiren etkenler tabiidir ki edebiyatı da ayrışma sürecine sokuyor. Oğuzlar Anadolu’da yeni bir kültür ve edebiyat inşa ediyorlar. Haklısınız, Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi’nde bu yeni kültürün ve benliğin oluşum süreci üzerinde çokça duruluyor.
 
Ne var ki, Türk edebiyatı tarihçiliğinde, sözünü ettiğimiz bu yeni kültür, kimlik ve benlik inşası çabası hayli göz ardı edilmiş durumda. Değerlendirmeler bu konuda gereğinden fazla ihtiyatlı ve tutuk… Dahası, özgüvensiz ve hayli mahcup. Bu da kafa karıştırıyor tabii. Oysa metinleri önünüze koyduğunuzda her şey çok açık. Mesela 14. yüzyılın büyük şairlerinden Gülşehrî, Gülşennâme adlı bir mesnevi kaleme alıyor. Eser daha önce Attâr’ın Farsça kaleme aldığı anonim bir metin olan Mantıku’t-Tayr’ın Türkçe yazılmışı. Dikkat ederseniz tercümesi demiyorum. Attâr, Kuş Risalesi olarak zaten bilinen ve işlenen bir hikâyeyi kendince bir kurguyla Farsça yazmış, Gülşehrî de aynı anonim hikâyeyi kendi kurgusuyla Türkçe nazma çekmiş. Attâr’ın mesnevisiyle Gülşehrî’nin mesnevisi içlerindeki ara metinlerle çok farklılar. Attâr eserini 186 yardımcı anlatıyla biçimlendirmişken, Gülşehrî bunlardan sadece yedisini Türkçeleştiriyor ve eserini Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinden, Kelîle ve Dimne, Gülistan ve Lema’ât, Esrarnâme, Kâbusnâme gibi eserlerdenderlediği 59 farklı anlatıyla meydana getiriyor. Gülşehrî, dönemine ait bilimlerin bilgileri, çarpıcı sosyal eleştirileri ve tanıklıklarıyla ve renkli tabiat tasvirleriyle de Attâr’dan apayrı bir yol tutuyor.
 
 
Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr adlı kitabının ilk sayfaları.
 
İmdi, Gülşehrî imzalı Gülşennâme veya Mantıku’t-Tayr adlı bu eserin, bütün bu yerellikleri ve köklü farklılaşmaları göz önünde tutularak, anonim bir konuyu Türkçe olarak işlemiş özgün bir eser olarak kabul görmesi ve değerlendirilmesi gerekmez mi? Tuhaf ama böyle yapılmıyor. Tercüme de denemiyor. Ne deniyor? Telif tercüme… Allah aşkına, nedir bu çekingenlik ve ürkeklik? Nedir bu telif tercüme garabeti? Bir eser ya tercümedir ya telif… Üstelik söz konusu olan manzum bir eser. Günümüzde bir dilden bir dile şiir çevirisi bile özgün sayılabilmektedir. Bu arada Gülşehrî’nin eserinin özgünlüğünü neredeyse her sayfada haykırması, defalarca kendi yazdıklarına Attâr’ın hayalinin bile erişemeyeceğini söylemesi de hiç kale alınmıyor. Keza Âşık Paşa, aynı yer ve aynı zamanda, Garibnâme adlı eserinde tasavvufu harika bir Türkçeyle Doğu edebiyatının en özgün kurgusuyla anlatıyor, neredeyse kimse farkına bile varmıyor. Yine 15. yüzyılda Tâcîzâde Cafer Çelebi, Hevesnâme adıyla Türk edebiyatında erken bir roman denemesi yapıyor, bilinmiyor. Hevesnâme gerçekten adı üzerinde, insani arzu ve istekleri işleyişiyle ve bireyselliğiyle çok çarpıcı, özgün bir eser. Kanımca Avrupa roman tarihi yazılırken de öncü bir eser olarak muhakkak dikkate alınmalıdır.
 
Nihayet sorunuza dönersek, Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı’nı yazarken karşılaştığım en büyük sorun bu anlamsız tutukluğu anlamaya çalışmak oldu. Çünkü metinler ortadaydı ve her şey apaçıktı. Sadece Hevesnâme gibi bir eserin Doğu edebiyatında benzersiz olduğu gibi Batı edebiyatında da öncü olduğu çıkarımını yapacak bilgiye ihtiyaç vardı.
 
Alî Şîr Nevaî’yi anlattığınız bölümde onun “ulusçuluğu”nun ve ülkücülüğünün altını çizmişsiniz. Bu fikir sizden önce de dile getirildi. Nevaî’nin Türkçe yazma konusundaki tavsiyelerini “ulusal bilinç”in örneği sayabilir miyiz? Henüz ulus fikrinin ortaya çıkmadığı bir dönemde Nevaî’nin tavsiyelerinin ulusal bilincin dışında farklı nedenleri olabilir mi?
 
Hiç şüphesiz, o zamanlarda, bugün anladığımız anlamda ve ölçütlerde bir ulusçuluktan söz edilemez. Fakat bir benlik iddiasından, hatta ulusal bir benlik iddiasından muhakkak söz etmemiz gerekir sanırım. Çünkü bu tür bir ayrışma ve farklılaşma arzusu Türk edebiyatında çok erken dönemlerden, daha Orhon Yazıtları’ndan beri var. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t-Türk’ü Araplara Türkçe öğretmek için yazarken güçlü bir iddia da ortaya koymuştu: Türkçe Arapça kadar zengin ve kapsamlı bir dildir. Ali Şîr Nevâî işte bu noktada Muhâkematü’l-Lügateyn adlı eseriyle Türk kültür zincirine yeni bir devam halkası eklerken yeni bir iddia da ortaya koyuyor ve bu iddiasını somut karşılaştırmalarla ispatlıyor. Buna göre Türkçe Farsçadan da üstün nitelikleri olan bir dildir.
 
Gerçekten Nevâî coğrafya olarak İranlılarla iç içe bir yaşantının sürüldüğü ve onların diliyle yazmanın üstünlük sayıldığı bir devirde Türkçe adına herkese meydan okumuştur. Alî Şîr Nevâî, çok iyi derecede Farsça bilmesine rağmen, Muhâkemetü’l-Lugateyn’in yanı sıra hemen diğer bütün eserlerinde de Türkçeyi tercih etmiş, nedenlerini de açıklamıştır. Böylesine yüksek bilinç sergileyen bir şairin ulusal bir benlik ve kimlik iddiası taşımadığı düşünülemez. Üstelik bunu sadece dil alanında da sınırlı tutmuyor. Eserlerinin içeriklerinde de kendince ulusal tavırlar yansıtıyor. Mesela Farsların Husrev ü Şirin adıyla işledikleri ünlü aşk hikâyesini o Ferhad ü Şirin diye Türkçeye taşıyor. Çünkü Nevâî’ye göre Husrev karakteri anlatılmaya değer bir âşık niteliklerine sahip değildir. Bencildir, oyunbazdır, hilebazdır… Oysa Nevâî’nin anlattığı Ferhad, aşkı için her türlü fedakârlığı yapar, en sonunda bir an bile düşünmeden kendisini uçuruma bırakır.
 
 
Ali Budak
 
Kitabın “Önsöz”ünde yazar merkezli ya da biyografik bakış açısından duyduğunuz rahatsızlığı dile getiriyorsunuz. Buna uygun biçimde kitabınızda biyografik bilgiler hayli az yer kaplıyor ve metinleri biyografi açısından ele almıyorsunuz. Metinlere bir özerklik atfettiğiniz, başta koyduğunuz ilkeye bağlı kaldığınız aşikâr. Ancak metin tercihlerinize bakıldığında, kitapta yer verilen metinlerin hacimlerine bakıldığında belli şairlerin öne çıktığını söylemek mümkün. Mesela Fuzulî’ye 62 sayfa, Bakî’ye 85 sayfa ayırmışsınız. Kitabınızın metin kısmı 1.291 sayfa olduğuna göre Bakî ve Fuzulî kısmı kitabın onda birinden daha çok yer kaplıyor. Zamansal olarak hayli geniş bir dönemi ele aldığınız da anımsanırsa, kitabınızda “aslan payı” Bakî ve Fuzulî’ye ayrılmış. Bu durumda biyografik yaklaşımdan kurtulsak da yazar merkezli bakıştan bütünüyle kurtulamadığımızı, bazı büyük şairlere edebiyat tarihinde kaçınılmaz olarak daha çok yer vermek zorunda kaldığımızı söyleyebilir miyiz?

Kanımca bazı şairlere daha çok yer vermek metin esaslı yaklaşıma bir gölge düşürmüyor. Kestirmeden giderek, ortada daha çok metin varsa o kadar çok hacim olur diyebiliriz. Fakat benim Fuzûlî ve Bâkî’ye daha çok yer ayırmam eserlerinin niceliklerinden ziyade nitelikleriyle ilgili. Doruklardaki bu iki şairimizin sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da çok özel yerleri olduğunu düşünüyorum. 16. yüzyılda Fuzûlî’ninkine benzer bir lirizme rastlamak hiç de kolay değil. Elbette bu konuda çok iddialı değilim, ancak şu âna kadarki okumalarımda hüzünle beslenen bir lirizmi şiirlerinin bütününe bilinçli bir şekilde böylesine yayabilmiş bir şair bilmiyorum. Burada kastettiğim bunun bir şiirde işlenip bırakılmaması; adeta bir poetik özellik olarak benimsenip ısrarla işlenmesidir.

Diğer taraftan Fuzûlî, çağına tanıklık etmiş, gerçek bir entelektüeldir. Gerek Beng ü Bâde gerekse Rind ü Zâhidmesnevilerinde Osmanlı’nın zirve yüzyılında medreselerde büyük çözülmeler yaşandığını görmüş ve vurgulamıştır. Üstelik bunu, daha Rabelais, Gargantua’da Sorbonne’daki çürümüşlüğü afişe etmeden önce yapmıştır.
 
Bâkî’ye gelince… 16. yüzyılın en modern evrensel şairlerinden birisidir o. Zaten bir imparatorluk şairidir… Aynı zamanda kimlik ve benlik bilinci tavan yapmış bir kişiliktir. Çevresinde konuşulan Türkçeyi şiir dili haline getirirken seküler bir anlayışı da cesurca uygulamaya koymuştur. Yüksek seviyeli bir din adamı olmasına karşın şiirlerinde dinî içeriğe hemen hiç yer vermemekle, yani sanatıyla işini ayrı tutmakla evrensel bir konum da kazanmıştır. Gençlerin gereği gibi tanımadıklarını düşündüğüm bu büyük şairin adı hiç kuşkusuz dünya edebiyatında Shakespeare’le birlikte anılmalıdır. Bu niçin yapılmıyor? Çünkü bu şairlerimiz bilinmiyorlar. Bâkî hakkında yazılmış kitap bir yana, makale sayısı bile bir elin parmaklarını geçmiyor. Tabii Fuzûlî için de aynı şeyler söylenebilir.

Bakî’yle ilgili kısımda şiirdeki sevgilinin cinsiyetini tartışırken şöyle diyorsunuz: “Büyük bir imparatorluğun şiirinde değişik zevklerin, tatların, boyutların ve derinliklerin bulunması şaşırtıcı bir durum değildir. Belki olmaması tuhaftır. Zira, çok farklı çeşitlilik olağanı, aynılık ve tekdüzelikse olağandışılığı gösterse gerektir.” (s. 785) Edebiyat tarihimizin en tartışmalı meselelerinden birine yaklaşımınız, olguları bugünden değil, kendi dönemleri açısından değerlendirmeye bir çağrı gibi görünüyor. Bu noktada edebiyat tarihçilerinin metinleri kendi dünya görüşleri açısından zaman zaman farklı biçimde aktardığını, olgulara dayanmaktan daha çok kendi arzuları açısından geçmişi kurguladıklarını söyleyebilir miyiz?

Evet, malumu bir kere daha ilan edelim. Elbette eserler kendi dönemleri ve şartları içinde ele alınmalılar. Bugünün gözlükleriyle dünü görmeye, daha da vahimi biçimlendirmeye çalışmak gerçekten cahilce ve bencilce… Sanki her şeyi en iyi biz biliyor, en iyi biz değerlendiriyoruz. İşte metinleri göz önüne sermeyi en çok bunun için gerekli görüyorum. Edebiyat tarihçisi en iyi yorumcu olamaz, hele her zaman hiç olamaz. Metinler yaşadıkça ve okundukça yeni yeni yorum ve değerlendirmelere açık olacaklardır. Bir okuyucu onları kendi bilgisi ve görgüsüyle okuyacak, kendince yorumlayacak, bir başkası da aynı şekilde farklı açılar bulacaktır. Böylece benim ya da senin bakışına, yorumuna bağlı kalmayacaklar. Onların yeni yeni yaklaşımları, başka başka neticeler yaratacak açılımları olacak… Sürekli bir gelişme böyle sağlanacak. İşte hayal ettiğim bu. Ben okurları mümkün olduğunca çok metinle karşı karşıya getirdim, o metinleri okunur ve anlaşılır kıldım, gerisini de onların yaratıcılıklarına bıraktım.
 
Son olarak, kitabınızdan bağımsız bir soru. Siz yeni kitabınızla başlangıçtan 18. yüzyıla, daha önceki Batılılaşma ve Türk Edebiyatı adlı kitabınızda ise Lale Devri’nden Tanzimat’a kadar olan dönemi ele aldınız. Tanzimat sonrasına dair yazılarınız da Osmanlı Modernleşmesi, Gazetecilik ve Edebiyat başta olmak üzere diğer kitaplarınızda bir araya getirildi. Yani önce 18 ve 19. yüzyılın edebiyatını yazdınız. Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi, Batılılaşma ve Türk Edebiyatı kitabınıza ve tespitlerine yeni bir yaklaşım sundu mu?
 
Batılılaşma ve Türk Edebiyatı benim doçentlik tezimdi. Lale Devri’nden Tanzimat Devri’ne yenileşmeyi incelerken şöyle bir sonuca ulaşmıştım. Yeni Türk Edebiyatı dediğimiz evre merhum Köprülü’nün kastettiği “Batı Tesirinde Türk Edebiyatı” ise eğer, adı üzerinde, Batılılaşmayla doğrudan ilintili demektir. Biraz açarsak şunları söyleyebiliriz: Osmanlı Devleti Batılılaşırken ortaya çıkardığı edebiyat artık eskisinden farklılaşmış ve yeni yeni nitelikler kazanmıştır. Öyleyse, Osmanlı’da Batılılaşma ne zaman başladıysa Yeni Edebiyat da o zaman oluşum sürecine girmiştir. Yani şimdiye kadar söylenegeldiği gibi Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Devri Edebiyatı’yla birlikte değil, ondan en az yüz yıl kadar önce başlamıştır. Öyleyse, bizim yeni edebiyatımızın ilk müjdecileri Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa olmayacaktır. Nedim’den itibaren kuvvetli bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiş edebiyatımızda yenileşmenin ve modernleşmenin ilk izlerini Enderunlu Fazıl, Enderunlu Vasıf, Sünbülzâde Vehbi’de; daha güçlü ve kudretli şekildeyse Şeyh Gâlib, İzzet Molla ve Akif Paşa’larda sürmeye başlamamız gerekir. Türk nesrinde dilin sadeleşmesinde ise en büyük tesirin Takvîm-i Vekayi’ ve Ceride-i Havadis gazetelerinden geldiğini kabul etmeliyiz.
 
Metin Esaslı Bir Yaklaşımla Türk Edebiyatı Tarihi’ni yazarken Osmanlı edebiyatının modernleşmesinde bazı işaretlerin daha da gerilerde görülmeye başladığını müşahede ettim. Yerelleşmede büyük adımlar atmış Nâbî’nin, gelenek yıkıcılığı üzerinde çok durulmamış Sâbit’in haklarının teslim edilmemiş olmasından büyük üzüntü duydum. Belki bu yüzden eski-yeni ayrımlarına ve kalıplaşmalarına itiraz ediyorum. Edebiyatı dünden bugüne kesintisiz bir yolculuk olarak gördüğümüzde bakışlarımızın da, tepkilerimizin de, tespitlerimizin de değişeceğine yürekten inanıyorum.