Zamansız: Yazı ve ihlal

"Proust’un da dediği gibi: 'Bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dille yazılmıştır.' Latife Tekin burada bu ‘yabancı’ dili, dilden kurtularak kuruyor: Dili bir hırıltıya ya da haykırışa doğru zorlayarak. Zamansız’ı ‘barbarca’ bir metin olarak görmek de mümkün. Anlaşılmaz ve (iyi anlamda) ‘uygarlık-dışı’ bir dille konuşmak anlamında ‘barbarca’. Bu barbarlığın iki hedefi var gibi: Birincisi, grameri ihlal ederek ‘bilinçdışı’na yaklaşmak ve ikincisi, uygarlıktan kaçmak."

03 Ağustos 2022 22:00

Latife Tekin dört yıl aradan sonra yoğun ve ‘vahşi’ bir aşk anlatısıyla geri döndü: Zamansız, dilsel deneylerin baskın olduğu Buzdan Kılıçlar ve Aşk İşaretleri gibi erken dönem metinlere daha yakın duruyor. Edebi yapı ve hikâyeyi ihlal eden, dili bir ‘baş dönmesi’ hissine ulaşmak için sınıra zorlayan bir metin. Akademik tedbiri elden bırakarak söyleyeyim: Metnin tamamı dilsel bir sarhoşluk, aşırılık ve savrulma hali olarak okunabilir.

Daha kitabın başında anlatıcı şöyle diyor: “Gecenin kalemiyle sabahın defterine… cümleler yazıyorum.” Burada noktürnal, gececil, vahşi hayvanların geceleri dolaşmasını andıran bir şeyler var. Yazarı da, okuru da vahşileştiren bir şeyler. Bu vahşileşme de boşuna değil: Kitaptaki aşk hikâyesi ‘hayvan-oluş’ denen şeye de temas ediyor, uygarlıktan kaçışa da. Latife Tekin, Sibel Oral’a verdiği röportajda kitabı şöyle özetlemiş:

Zamansız, bir arabadan göle savrularak yılanbalığına ve gelinciğe dönüşen bir kadınla erkeğin hikâyesi.”[1]

Bu ‘animalist’ aşk hikâyesinde türler ve zaman-mekân belirsizleşiyor: Metnin kendisi de o arabayla beraber bir savruluşa geçiyor desem yeridir.

Son iki romanı Manves City ve Sürüklenme’de Latife Tekin dilin alanıyla sosyolojinin alanını aynı anda katetmiş, bir yandan dış dünyanın meseleleriyle boğuşurken, bir yandan da dilsel deneylerini sürdürmüştü. Bir yandan siyasi mücadeleleri, dünyada örgütlenme girişimlerini, prekaryayı, fabrikaları ve yeni proleterleri anlatırken, bir yandan da edebi-avangardın ateşini canlı tutmuştu. Bu kitaplar için yazdığım yazıda buradaki asıl maharetin “politik konum ile edebi-avangardı birleştirmek” olduğunu söylemiştim. Son iki kitap böyle bir geriliminde dolaşıyordu.

Zamansız’daysa bu gerilim pek yok: dış dünya ve sosyoloji neredeyse belirsizleşiyor ve bir dilsel yoğunluk arayışı anlatı mekânını iptal ediyor. Sosyolojinin yerini de ontoloji, poetika ve baş dönmesi alıyor. ‘Poetic licence’ denen şeye yakın bir durum. Dil aracığıyla yaratılan bir baş dönmesi hali, bir nevi sarhoşluk. Burada birkaç başlık altında dilsel baş dönmesi ve ‘sarhoşluk’la ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım.

I.
Nefes-sözcükler

Zamansız fena halde dille ve dilin imkânlarıyla alakalı bir kitap. Anlatıcı (hangi anlatıcı diye sormayın, metin bu konumları bulandırıyor, bile isteye) bir yerde şunu söylüyor:

“Bir dil kurmalıyız, sadece âşık olmak için değil, yaşamak için de… parmaklarımızla dişlerimizi sökmek için de.”

Buradaki grotesk arzu, şiddetli duygu metni baştan sona katediyor: Okurken insanı neredeyse ‘bedensel’ olarak etkileyen, harekete geçiren bir dirimsel kuvvet var metinde. Bu aşk metni, bu haliyle ‘eros’u, biraz da Diyonizyak, ihlalci bir sarhoşluğu günümüze davet ediyor: Psikanalitik olarak söyleyeyim: ‘Süper-ego’yu (yazının da denetleyicisi bir ‘süper-ego’ vardır evet) ve otoriteyi ihlal eden, ‘id’e, o vahşi duyguya ulaşmaya çalışan bir metin.[2] Latife Tekin pandemi esnasında yazmış bu metni: Pandemide hissedilen o ölüm korkusuna karşı dirimsel duyguları zorlayan bir metin. Bunu röportajında da söylüyor:

“Gençliğimden beri böyle bir metin yazma arzum vardı… Pandemiyle gelen korkunun, belirsizliğin, üstümüze sıçradı sıçrayacak ölümün çaresizliği gerekiyormuş Zamansız’a, ölüme karşı Eros, evet.”[3]

“Böyle bir metin” derken neyi kast ettiğini kitapta geçen şu cümlede bulabiliriz: “Zihnimin boşluğunda bir arzu metni uçuşmaya başladı.” Yazının erotizmi diye bir şey varsa, bu kitap o erotizmi, sayfaları titretecek bir güçle hissettiriyor. Yazının libidosu ya da sarhoşluğu. Eskilerden, Antik Yunan’dan söyleyelim, hem Eros hem Thanatos: aşk ve yıkım, hayat ve ölüm, kaynak ve son. Latife Tekin’in bu arzu metninde sadece yalınkat bir ‘Eros hevesi’ değil, Thanatos’un, şiddetin gözünün içine bakan ve aşırılıktan çekinmeyen bir şeyler var. Bu vahşi duygu Türkçe edebiyatta pek görülmeyen grotesk bir üslubu da besliyor.

Haydar Ergülen kitaptaki bu vahşi ve ‘karanlık’ tonu görerek şöyle demiş:

Esrik, yabanıl, vahşi… bir çağrı. Pastoral gotik diye bir tanım varsa, belki Latife Tekin ilk kez bunu yapıyor.”[4]

İyi bir tanım ama ben buna daha çok, ‘pastoral grotesk’ demeyi tercih ederdim. Burada gotik gibi yekpare bir karanlık ve tekinsizlikten çok, tam tanımlanamayan bir ‘grotesk’ ve şiddetli duygu var.

Kitapta yer yer ‘şaman’ benzetmeleri de geçiyor. Ama bir not düşmek isterim: Latife Tekin edebiyatında ekoloji ve şamanik-sesler bulmak mümkündür, evet. Mesela Muinar’a bakarsanız bunu çok açık görürsünüz. Ama bence ekolojiye de, şamanik bir vecde de mesafe koyan bir tavır var burada. Ekolojinin çağrıştırdığı o iyi niyetli denge değil, daha ihlalci bir şey. Bu yıkıcı şeyi doğaya yakın durmakta değil, seslerin ve dilin kaotik ritminde bulmak mümkün.

Belki burada Deleuze’ün Artaud’nun metinlerini tanımlamak için kullandığı ‘nefes-sözcükler’in bir muadilini bulabiliriz. Deleuze’e göre Artaud’nun metinleri ve kelimeleri bedensel bir etki uyandırır, anlama değil, bedene aittir, bir titreşim, şiddetli bir titreşim yaratırlar, ‘vahşet tiyatrosu’nda olduğu gibi. En basit ifadeyle bir ‘çığlık’ gibidir bu sözcükler: Nefesin gücüyle hareket eden, dili ve konuşan özneyi ortadan kaldıran bir çığlık. Zamansız’da da böyle ‘bedensel’ ve ‘dil-dışı’ bir etki var: Konuşan öznenin kaybolduğu, ‘soluk soluğa’ (mecaz değil, reel anlamda soluk-soluğa) bir metin. Latife Tekin’in ekolojiyle bağını bu nefes nefese ve esrik halde görmek daha doğru olacaktır: Yalınkat bir doğa sevgisinde değil. Bir ajandaya dayalı ‘kurulmuş’ bir metinden çok, ihlalci bir ‘oluş metniyle’ (yine bkz. Deleuze) karşı karşıyayız burada. Anlatıcı da bir yerde söylüyor: “İhlalin imgesi adına, ihlal için uğraştım en çok, ihlalciyim.” Amen.

II.
Arkaik yazı

Geçen yıl bir yazıda, Latife Tekin’deki yazma biçimlerine dair bir liste çıkarmıştım.[5] Bu listede geçen tanımlardan bazıları şöyleydi: “Şiddetli-yazı”, “vahşi-yazı”, “ilkel-yazı”, “hırıltı-yazı”, “yabani-yazı” ve “arkaik yazı.” Bu maddelerdeki ortak nokta kültür-öncesine, belki de dil-öncesine dönme eğilimiydi: Uygarlığı terk edip uygarlık öncesi bir ‘ilk-yazı’ya, bir sese dönme eğilimi. Zamansız’da bu uygarlık öncesine dönen yazı biçimi son romanlarında olmadığı kadar ‘şiddetlenerek’ tekrar sahneye çıkıyor.

Derrida’nın Türkçeye ‘arke-yazın’ ya da ‘ilk-yazı’ diye de çevrilebilecek arch-ecriture diye bir kavramı var. Derrida pek detaylandırmadığı bu kavramla yazının yazı ve konuşma öncesi halini kast ediyor. Bu hal varsayımsal bir haldir ve bazı yazarlar bu ‘arke-yazı’ya ulaşırlar, bir şekilde. Otomatik yazı, bilinçdışının yazısı, rüyaların yazısı, çocuk dili, saçmalayan metinler bu haneye yazılabilir.

Buradaki mesele şu: İster Beckett gibi ‘yazının sıfır noktası’na inin, ister Woolf gibi akışkan bir dil kurun, ister Kafka gibi dili ‘unheimlich’ yapın, ister Sevim Burak gibi ‘yoklarla konuşan’ bir metin yazın, sonuçta ‘yabancı’ bir dile, uygarlığın dışına çıkan bir dile ulaşmak. Modern edebiyat bu ‘yabancılık’ üzerine kurulur çoğu zaman. Proust’un da dediği gibi: “Bütün güzel kitaplar bir tür yabancı dille yazılmıştır.” Latife Tekin burada bu ‘yabancı’ dili, dilden kurtularak kuruyor: Dili bir hırıltıya ya da haykırışa doğru zorlayarak.

Zamansız’ı ‘barbarca’ bir metin olarak görmek de mümkün. Anlaşılmaz ve (iyi anlamda) ‘uygarlık-dışı’ bir dille konuşmak anlamında ‘barbarca’.[6] Bu barbarlığın iki hedefi var gibi: Birincisi, grameri ihlal ederek ‘bilinçdışı’na yaklaşmak ve ikincisi, uygarlıktan kaçmak. Kitapta bilinçdışı ve ‘kaçmak’tan sık sık bahsedilmesi de rastlantı değil sanırım.

III.
Zamanı kesmek

Zamansız tersten de olsa zaman üzerine bir kitap. Zamandan kaçma arzusuyla yazılmış bir kitap belki. Kitaptaki anlatıcılardan birinin çekmek istediği filmin adı da ‘Zamansız’. Bu filmi çekme arzusunu şöyle anlatıyor bu karakter:

“Ölümün çaresizliği ve yaşamın anlamsızlığı karşısında gözüm hep zamanda oldu. Film çekmeye o yüzden heves ettim. Zamanı ışıktan çivilerle göğe çakıp sabitlemek için.”

Film çekmek ‘ölüm bilinci’ karşısında bir sığınaktır. Bu filmin ‘şamanistik’ bir havası da vardır: Adım adım ilerleyen ve insanı nihayetinde ölüme mahkûm eden zamandan kurtulmaya çalışan bir damar. Bir yerde de şöyle bir cümle geçiyor: “Mağara ve kayalarla ilgili bir şeyler okudum… ve aklım bizim ‘zamansız’daki şamanistik havaya takıldı.” Mağaralar, kayalar ve yabanıl bir hissin hâkim olduğu bu çekilmeyen film bir Reha Erdem filmi olabilirdi. Mesela kurtuluşu ormanın yabanıllığında bulan iki gencin hikâyesi olan Koca Dünya gibi. Ya da yaklaşan bir felaketi adada bekleyen karakterlerin grotesk hikâyesi Şarkı Söyleyen Kadınlar gibi. Uzak bir benzerlik olarak La Jetee’den de bahsedebiliriz: Bu hayli deneysel filmde, II. Dünya Savaşı esnasında bir sığınakta (mekânda) sıkışan karakterler kurtuluşu zamanda arıyordu; uzay aracına gerek duymayan, şahsi anılarda dolaşan bir zaman yolculuğunda.

Zamansız’da da karakterler zaman ve anılardan bahsediyorlar: “Zaman uykudan uyanıyor, geçmişin sayıklaması bu.” Ama burada daha radikal bir istek var, zamanı topyekûn ortadan kaldırma isteği, daha ontolojik bir istek. Mesela bir karakter ‘zamanın kablosunu kesme coşkusu’ndan bahsediyor. Zaman-dışı olma, dünyadaki varlığı başka bir düzleme taşıma isteği. Belki de insan olmaktan, Nietzsche’nin ‘insanca, pek insanca’ diye burun kıvırdığı insanlık deneyiminden kurtulma, bunun ötesine geçme isteği. Bunun için de kurtuluş dildir: Dil ya da dünyayı nasıl anlattığınız zamanı kesen bıçak olabilir.

Zamansız bir yere ulaşmaya çalışmıyor: Pat diye başladığı gibi pat diye de bitiyor, bir uçurum kenarı hissinde. Uçurum metaforunu sürdürerek söyleyeyim: Bende yarattığı his temelde bir baş dönmesi oldu bu metnin. Dili bozmaktan da çekinmeyen, ‘mahvedici güzellikte’ cümlelerin yarattığı baş dönmesi hissi. Bu hisse ulaşmak için savrulan, kendini feda edebilen, kendine acımayan bir metin. Bir ‘postscript’ olarak Barthes’ın modern yazına dair o harika cümlesini de hatırlayalım: “Yazın fosfor gibidir, en çok ölmeye yaklaştığı anda parlar.”

  

NOTLAR: 

[1] Bkz. Sibel Oral, “Latife Tekin: Uzun zaman kendime sansür uygulamışım”, Oksijen

[2] Zamansız üzerine iyi bir yazı yazan Metin Yetkin de benzer şekilde okurun “hükmetme yeteneğinin elinden alındığı otoritenin ortadan kalktığı bir metinle” karşı karşıya olduğunu söylemiş. Bkz. "Latife Tekin'den Büyülü gerçekçilik: Zamansız", Gazete Duvar

[3] Bkz. Sibel Oral, “Latife Tekin: Uzun zaman kendime sansür uygulamışım”, Oksijen

Bu röportajda Tekin “kendime sansür uygulamış da olabilirim” diyerek, bu metnin ‘sansürsüz’ ya da süper-ego’suz bir metin olduğunu da ima ediyor.

[4] Bkz. Haydar Ergülen, “Yoksuluz, Yeryüzünden Başka Hiçbir şeyimiz Yok”, Hürriyet

[5] Bkz. Ahmet Ergenç, “Latife Tekin Yazınının Halleri”, Post-dergi

[6] Latife Tekin edebiyatı için ‘barbar’ benzetmesini ilk yapan kişi Mahmut Temizyürek’ti, bkz. “Latife Tekin: edebiyatta Bir Barbar Aşısı”, Post-dergi