Alice Munro’nun öykülerinde zaman hızla geçer; bir paragraftan bir sonrakine kırk-elli yıl atlandığı olur; keza anlatılan kişiler de kolayca değişebilir...
10 Ağustos 2017 15:00
Alice Munro’nun sadece Açık Sırlar’daki öykülerinde değil, öbür kitaplarında da kadın kahramanların hayat çizgilerindeki kırıklar, hat değişiklikleri önemli yer tutar; bilhassa bunların nedeni olduğu sanılan olaylar, tutumlar, rastlantılar ya da böylesi değişimlerin ardından verilen açık ya da saklı tepkiler. Öykü kişilerinin hayatlarından tek bir ânı ya da belli bir zaman dilimindeki olayları değil, aralarından yıllar geçmiş, birbirleriyle bağını ilk anda kestiremediğimiz olayları, aynı kişinin farklı yaş dönemlerini anlatmayı yeğlemesi Munro’nun karakteristik özelliğidir. Bu nedenle çoğu öyküsünde öykü kişilerinin hayat çizgilerinin hayli uzun bir bölümünü öğrenmiş oluruz, elbette bu uzun hayat çizgisindeki kırılmaları, bükülmeleri, yön değişikliklerini de. Öykülerde anlatılanlar sadece olaylar, gelişmeler, şaşırtıcı ya da sıradan değişimler değildir; kadınların iç dünyalarında bütün bunlarla ilgili ne gibi arzular, korkular, teselli, kabulleniş ya da isyanlar bulunduğu, zaman içinde nelerin eklenip yok olduğu vs de Munro’ya has diyebileceğimiz kurgular içinde anlatılır. Türkçede geçtiğimiz ay yayımlanan Açık Sırlar’daki öyküler için de geçerli bu sıraladıklarım.
“Kapılıp Gitti” başlıklı öyküde hayatının farklı dönemleri hakkında bir şeyler öğrendiğimiz Louisa Doud’un “üstünden [ilerlemiş yaşlarındayken bir gün] kimsenin fark etmediği bir dalga geç[er.]” Öykünün anlatıcısı, “Olanlar için aklınıza eseni söyleyebilirdiniz,” der, gerçekten de bir yanılsama, rüya, sanrı olabilir Louisa’nın başına gelen. Yıllar önce ölmüş birinin, gençliğinde sevgili olmak isteyip olamadığı adamın yaşlılığıyla karşılaşmış, kısacık da olsa sohbet etmiştir. Bir şoktur haliyle yaşadığı, anlatıcı bunu “dalga” metaforuyla açıklar. “Son tahlilde, bir dalganın altında kalmıştı. Dalgaya kapılmış, onun içinden geçmişti. (…) Karşı karşıya kaldığı şey, anarşiydi – önüne geleni yutan bir karmaşa. Ansızın açılan çukurlar, hazırlıksız yakalayan hileler ve parlak uçucu teselliler.”
Bulunduğu yerdeki başka insanların varlığıyla bu “dalga”yı atlatır Louisa, küçük bir kızın kendisine uzattığı şekerden alır. “Şekerini diğerlerinin yaptığı gibi yavaşça, acele etmeksizin em[er], bu lezzetin ona makul bir süreklilik duygusu vaat etmesine izin ver[ir.]” (Vurgu eklenmiştir.) Anlarız ki ihtiyacı o anda süreklilik duygusudur, içinden geçtiği “dalga” süreklilik duygusuna zarar vermiş – muhtemelen iyi kötü süreklilik arz ettiğini düşündüğü yaşamının içerisinde bir süreksizlik tohumunun mevcut olduğunu hatırlatmıştır “kapıldığı dalga.”
Hayli uzun, birçok sahneden oluşan öyküdeki bu cümlede Munro’nun öykülerinde sıkça karşılaştığımız bir beklenti de ifadesini bulmuş gibidir. “Makul bir süreklilik” arzusu ya da “makul bir süreklilik vaa[di.]” (Anlatıcının “süreklilik”i neden “makul” sıfatıyla nitelediği üzerinde de düşünülebilir; mutlak, daimi bir sürekliliğin imkânsız olduğunu, ancak makul ölçülerdeki sürekliliğin beklenebileceğini ya da vaat edilebileceğini Louisa’nın yıllar içerisinde öğrenmiş olduğunun bir ifadesi sayabiliriz sanırım bunu.)
İnsanların hayattaki temel beklentilerinden biridir; Munro’nun kadınları da özellikle yetişkinliğe geçiş dönemlerinde adını böyle koymasalar, hatta çok zaman farkında olmasalar bile, makul bir sürekliliğin peşindedirler ve öyküler ilerledikçe bunu kendilerine vaat etmiş (ya da ettiğini düşündüklerini demek daha doğru) bir adamla yollarının kesişmesinin, bazen de kesişememesinin hikâyesini takip ederiz. Munro’nun öykülerinde bolca rastladığımız, gençliklerinde alıp başını uzaklara gitmiş, komünlerde yaşamış, genel toplumsal kurallarla uyumsuz addedilen hayatlar sürmüş öykü kişileri de en azından bu uyumsuz hayatlarının sürekli olmasını arzulamışlardır; ileri yaşlarında gençliklerindeki yaşam tarzının hayli uzağına düştüklerinde yaşadıkları hüsran duygularından sezeriz bu yöndeki beklentilerini – süreklilik-süreksizlik ile normlara uygun-normlara aykırı kavram çiftlerini birbirleriyle eşleşebileceğini düşünmek büyük hata olur. Çoğu Munro öyküsünde –toplumsal normlara başkaldırmış olsun ya da olmasın– genç bir kadının hayatındaki kritik bir dönemeçten bahis vardır. Bu kadınlar çok zaman aradan yıllar geçtikten sonra o kritik dönemeçteki seçimlerini şu ya da bu nedenle gözden geçirmek durumunda kalacaklardır. Vaat edilen, edildiği sanılan o süreklilik de çoğunun hayatında artık yokluklarıyla kendisini duyurur.
Açık Sırlar’daki öykülerden birinde bu kritik dönemeçte böylesi makul bir süreklilik beklentisiyle yapılan seçim, öykü kişilerinden biri tarafından “bir yaşamın yaratıldığı an” olarak tanımlanır. Sanki o seçim yapılmasa yaşanacak olanların yekûnundan bir yaşam çıkmayacaktır ya da öncesinde bir yaşam hiç olmamıştır; böyle hissetmelerine, sezmelerine neden olan bir zorunluluk, bir dayatma söz konusudur. Toplumsal normlardır bunları buyuran, belki biraz da biyolojinin etkisi – yorgunluk, mücadele gücünün azalması ya da neredeyse hiç kalmaması nedeniyle kaptırılan konformizm.
Gelgelelim, bu normlara uygun seçimlerin yapıldığı (“bir yaşamın yaratıldığı”) anda kaçan, kaçırılan bir başka yaşam da yok mudur? Başka bir durum da mümkün: başka bir süreklilik vaadinin (başka bir yaşamın) yitirilmesinin ardından öyküde bize anlatılan yaşam “yaratılmış” olabilir. Louisa, hayalinde karşılaştığı eski sevgili adayının yaşlanmış haline Arthur’la neden evlenmiş olduğunu, “Onunla evlenmek ve normal bir yaşama sahip olmak istiyordum,” [vurgu eklenmiştir] diyerek açıklar. Ne var ki peşi sıra hissettikleri bu “normal” yaşamın dışında bir şeylerin de en azından hücrelerinde baki kaldığını hissettirecektir.
“‘Normal bir yaşam,’ diye niteledi – ve üzerine adeta bir hoppalık, çılgınlığa karşı engin bir hoşgörü geldi, leke basmış elinin, erkeğin elinden pek de uzakta olmayan, aralarındaki iskemlenin oturak yerinde duran, kalın, kuru parmaklarının derisini ürpertti. Hücrelerin, eski emellerin bir şehvet aleviyle parlayışı.”
“Kapılıp Gitti” öyküsünde Louisa’nın “normal bir yaşam” olarak adlandırdığı şeyi, “Gerçek Bir Yaşam öyküsünde Millicent komşusu Dorrie’ye öğüt verirken “gerçek yaşam” olarak anar. Şöyle düşünebiliriz sanırım: Toplumsal normların buyurduğu zihniyettekiler için normal olmayan, normlara uymayan yaşam gerçek de değildir! Millicent’in, “‘Evlilik insanın benliğini ortaya çıkarıyor ve ona gerçek bir yaşam veriyor,’” demesi üzerine Dorrie önce, “Benim bir yaşamım var,” diye karşılık verir, ama bu itirazı çok güçlü olmaz ve son anda vazgeçmeye çalıştığı evlilikten caymaz. Bu arada, belirtelim, daha önce de evlenmiştir Dorrie, benliği ilk kez ortaya çıkmayacaktır! İlk eşinin kaybının ardından rastlantı eseri yaşam tarzı çok farklı ve çok uzaklarda yaşayan bir adamla tanışmış, sonrasında da yazışarak yakınlaşmıştır. Evliliğin ardından öncekinden çok farklı bir yaşamı olduğunu öğreniriz, ama bu büyük hat değişiminden pişman olup olmadığını ya da ileride Louisa gibi geçmişin hesap sorarcasına karşısına çıkıp çıkmadığını öğrenemeyiz.
Millicent ise arkadaşının evlilikten caymasına müsaade etmediği için her zaman gurur duymuştur. Görünüşte böyledir ama. Daha derinlerde yanıtını kendisinin de bilmediği sorular mevcuttur. Dorrie, neden evlenmek zorunda olduğunu sorduğunda buna yanıt verememiştir mesela, aklına gelen tek yanıt evlilik hazırlıklarının yapılmış olmasıdır – bunun bir yanıt olmadığının farkındadır, bu nedenle söylemez bile bunu. Ama asıl olarak bir başka sorunun varlığından haberdar oluruz öykünün sonunda. Kendisine Dorrie’nin önceki (“gerçek olmayan”) yaşamını hatırlatmak dışında hiçbir işlevi olmayan bir şeyleri ne demeye yok etmediği sorusunun da yanıtı yoktur, böyle geçirir içinden. Öyle değildir aslında. Öykü boyunca anlatılanlar sadece Dorrie’nin değil, hiçbir yere gitmeyen, önceki yaşam çizgisini aşağı yukarı yıllar boyunca sürdüren Millicent’in de özünde bir süreklilik duygusu aradığının öyküsüdür, onun arayışı mevcudu koruma çabasında saklıdır.
“Arnavut Bakire” başlıklı öykünün şimdiki zamandaki anlatıcısı da, benzer kritik bir anda beklenmedik bir atılıma kalkışmıştır.
“Hayatımda can havliyle bir değişiklik yapmıştım ve beni her gün kıvrandıran pişmanlıklara karşın, bundan gurur duyuyordum. Kendimi, nihayet dünyaya yeni, gerçek bir deriyle adım atmış gibi hissediyordum.”
Bu öyküdeki iç içe geçmiş iki hikâyeden öbüründe, yüz yıl önce, bambaşka bir coğrafyada bir başka kadının hayatındaki “değişiklikler” aktarılır – üstelik bu değişiklikler devasa boyutlardadır: kıtalar ötesi mekân, kültür, dil ve neredeyse taban tabana zıt yaşam tarzları değişikliği söz konusudur ve öykü kişisi bunları seçmemiş, bunlara mecbur kalmıştır. Kadının iradesinin üstündeki karşı konulamaz bir yazgı onu bambaşka bir yaşama sürüklemiştir. Öykünün şimdiki zamanındaki anlatıcı yaptığı atılımla kendisine yeni bir yaşam kurmuş olsa da, öykü ilerledikçe onu bekleyen başka değişimler olacaktır. Bir gün “bağlantı noktalarını, kerterizlerini yitir[diğini]” fark edecektir. Yeni yaşamı umduğu kadar süreklilik arz etmemiş, “gerçek” bir yaşam olamamıştır.
“Bağlantımız bazen yıpranır, tehlikeye düşer, neredeyse ortadan kalkmış gibi görünür. Manzaralar ve sokaklar bizi tanıdığını yadsır, hava incelir.”
Oysa can havliyle yaptığı değişikliğin ona iyi gelmesini sağlayan aynı şehrin daha önce ona yolladığı, “fazla hareket yok” mesajıdır. Yeni dükkân açmış biri için akıl ve kese kârı bir mesaj değildir, ama o tarihlerde kadının ihtiyaç duyduğu bambaşka bir şeyin vaadidir. “Sığınma umuduyla dükkân açan ve onları zorlamayacak ölçüde ve rahat edebilecekleri kadar iddialı olmakla yetinen insanlar (…) sokağın, mahallenin, herkese ait kent haritasının, sonunda da herkesin anılarının bir parçası olacaktır.” Bu cümlede ifade bulan “süreklilik duygusu” değil midir aynı zamanda? İşte, yitirilen kerteriz ya da bağlantı, sürekliliğin kesintiye uğramasıdır.
Munro’nun öykü kişisi kerterizlerini (“süreklilik duygusu”nu) yitirdiğinde bir yandan da kendisini Arnavutluk’ta bambaşka bir hayatın içinde bulan kadının yazgısının yeğ tutulabileceğini geçirecektir aklından.
“İşte o zaman [manzaralar ve sokaklar bizi tanıdığını yadsıdığında], böyle eften püften, dayanıksız seçeneklerimiz, keyfî günlerimiz olacağına, kendimizi teslim edeceğimiz bir yazgımızın, bize sahip çıkacak bir şeyin, herhangi bir şeyin olması daha iyi değil midir?”
Bu içsel kargaşa anında hayal gücüne sığınmak zorunda kalan kadının gelecek öngörüsü de pek iç açıcı olmaz. Önce eski sevgilisiyle yeniden bir araya geldiklerini hayal eder, ama az sonra, “sürekli yeni bir yaşam kurmaktan, uzak, kimseyi tanımadı[kları] bir yerde yeniden başlamaktan söz” eden bir çifte dönüştükleri bir hayat çizer kafasında.
Süreklilik arzusuyla süreksizlik arzusu çabucak yer değiştiriverir. Daha doğrusu, önceki değişim kararı ve ardından yaşadıkları, her ne kadar şu anda süreklilik arzusuyla tutuşuyor olsa da, ileride bu sürekliliği kıracak, yeni bir yaşam kurma arzusunun baş gösterebileceğini öğretmiştir ona; elbette zaman ilerledikçe süreksizliğin ancak bir temenni, rüya olabileceğini kestirecek ölçüde hayat tecrübesi de edinmiştir.
Bu kadının umutsuzluğu geçmiş tecrübesine dayanmaktadır, ama geçmiş hayattaki olumsuzlukların da süreklilik içerisinde yineleneceği hissi Munro’nun bütün kadınları için geçerli değildir. “Kapılıp Gitti”nin “daha önce de yeni başlangıçlar yap[an] başkahramanı Louisa’nın bir kez daha “yeni bir başlangıç” yaptığı andaki hissiyatı farklı olmuştur mesela:
“Taze bir başlangıç yapmaktan memnundu; (…) Daha önce de yeni başlangıçlar yapmış, işler onun umduğu gibi gitmemişti, ama ani kararlara, öngörülemeyen müdahalelere, yazgısının benzersizliğine inanıyordu.”
Louisa’nın hayatının ana hatlarını az çok öğrendiğimiz için yazgısının önüne neler çıkardığını bilebiliyoruz. “Yazgıcı” denemez onun için. “Öngörülemeyen müdahaleler”in varlığını kabul etmekle (ve bunların sancısını çekmekle) birlikte, “ani kararlar”ı veren yine kendisi olmuştur. Bununla birlikte, her yeni başlangıç kararının öyle ya da böyle süreklilik arzusuyla ilgisi vardır, farkındadır bunun, ama yaşadıklarından işler yolunda gitmediğinde bu durumun aynı zamanda önüne bir başka yeni başlangıç yapma imkânı çıkarmış olabileceğine dair bir pay bırakmayı da öğrenmiştir. Bu pay, evet, yazgıya, “öngörülemeyen müdahalelere” bırakılan bir paydır, ama aynı zamanda bir esneklik payıdır ve ileride ihtiyaç duyduğunda yeni bir başlangıç yapma güç ve imkânını ona verecek olan da gene bu esneklik payı olacaktır.
Az yukarıda değindiğim “Arnavut Bakire”nin şimdiki zamandaki anlatıcısının umutsuzluk ânı salt kendisiyle ilgili değildir; o andaki karamsar, “kerterizlerini kaybetme” duygusu, aynı zamanda bir zamanlar ahbaplık ettiği sıra dışı bir kadın gibilerin artık şehirde daha önce yaşadıkları muhitlerde oturma şanslarının kalmadığını idrak etmesiyle de ilişkilidir. Bu sıra dışı kadının yaydığı havada şehirdeki başka insanlarda kolay rastlanmayacak bir şeyler vardır – yaydığı havanın yazgının getireceklerine açık olduğu takdirde bunlar karşısında yeni kararlar alabilme gücünün de artacağını duyuran bir esneklik olduğu söylenebilir. Beri yandan, bu kadının anlattığı geçmiş zamanda, Arnavutluk’ta geçen hikâye de esas itibariyle yazgı karşısında böylesi esnek bir tutum almış bir kadının hikâyesidir.
“Barbarlar” öyküsündeki Bea Doud ise “gelgitli geçmişi”nin ardından erkek arkadaşı Peter’ın “dürüstlüğü, iyi niyeti [ve] yumuşaklığı” sayesinde “düzgün ve düzenli [bir] yaşama” yönelmiştir. (Bunu da bir tür “normal”, normlara uygun yaşam ya da “gerçek yaşam” olarak okuyabiliriz.) Süreksizliklerle geçen (“gelgitli”) geçmiş hayat sonunda bir sürekliliğe demir atmış gibidir. Bununla birlikte kendisini az çok tanımaktadır Bea, “bir gönül ilişkisinin ilk sinyalleri[nin] onun için (…) siyah beyaz televizyonun ansızın renklenmesi gibi” bir şey olduğunun farkındadır. Peter’la birlikteyken yaşlı ve yabani Landner’i gördüğünde “Bay-İyi-ve-Doğru”ya elveda demesi gerekeceğini hemen sezer. Arkadaşlarına kendi durumunu şöyle yazacaktır. “Onun gibi kadınlar, onları da içine alacak ortak bir cinnetin arayışı içindedirler.” Cinnetle kast ettiği sürekliliklerden muaf bir hayat değildir, aksine bir tür sabitlenmedir, bir futbol takımının fanatiği olmak örneğini verir. Peter de çevresine yaydığı sevecenlik göz önüne alındığında bir fanatiktir, fakat Bea’ya uygun bir cinnet türü değildir bu.
Millicent’in “Kapılıp Gitti”de evliliğe biçtiği, önceki yaşamı “gerçek yaşama” dönüştürme payesini, “Açık Sırlar” öyküsündeki Maureen ise anne olmaya verir – hatta değişenin yaşam değil insan olduğunu belirtir:
“Bunlar argo konuşmalara deli olan, düzgün anaç tipler olup çıkmıştı. Çocuk sahibi olmak insanı değiştirir. Size yetişkin bir insan olmak için gereken fırsatı verir, böylece belli kısımlarınız –eski parçalarınız– tamamen ıskartaya çıkarılıp def edilir. İşler, evlilikler bunu tam anlamıyla yapamaz; onlar yalnızca bazı şeyleri çoktan unutmuş rolü yapmanızı sağlar.”
Maureen’in çocuğu yoktur bu arada, ama bu durum onun için de bir başka yaşam olasılığı bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Bazı günler uykuya dalmadan önce “bir başka yaşamın parçası olduğunu duygusuna kapıl[dığı]” bir görüntü beliriyordur gözlerinin önünde. Nedir, ne değildir, çok önemi yoktur, üzerinde durulması gereken bu başka yaşamın, yaşamakta olduğu yaşam “kadar uzun, karmaşık ve donuk” olduğudur. Böylelikle süreklilik ile süreksizlik geriliminin, gelgitinin bambaşka bir görünümü çıkıyor karşımıza. Bazı günler uykuya dalmadan önce Maureen’de bir başka yaşam hissi yaratan görüntüler sürekliliğin sıra dışı bir biçimde kırılmasıdır; yaşanan değilse de hissedilen bir süreksizliktir. Öte yandan özünde süreklilik de arz etmektedir bu durum – bu başka yaşam öncekinden pek farksızdır, uzun, karmaşık ve donuktur.
Munro’nun öykülerinde zaman hızla geçer; bir paragraftan bir sonrakine kırk-elli yıl atlandığı olur; keza anlatılan kişiler de kolayca değişebilir. Bu öykünün sonunda da Maureen’i bekleyen yaşam birkaç cümleyle çiziliverir, hatta birkaç kelimeyle: “bir başka evlilik, yeni yerler, yeni evler.” Bu son paragrafta Maureen’in hayat çizgisinde ciddi bir hat değişikliği olacağını, demek süreksizliği bize aktarmış olur anlatıcı, ama peşi sıra bir başka noktayı vurgular, yeni yaşamında “belleği[nin] bir an seğirece[ğini]” hatırlatır. (Belleğin bu seğirmesinde, “Kapılıp Gitti”de Louisa Doud’un üstünden geçen dalgayı hatırlayabiliriz, onu hayli andıran bir durumdur, ama çok düşük yoğunluktadır.) Kopuşa, hat değişikliğine rağmen özne yine de aynı öznedir; yaşamı, “normal”, “gerçek”, “düzenli” yaşam(lar) şeklinde tasnif edilse, bölünüp parçalansa, yaşam çizgisi kırıklarla, yön ve hat değişiklikleriyle dolu da olsa, gene de bütün bunların aynı öznenin yaşadıklarından oluşması nedeniyle son tahlilde bir süreklilikten söz etmek de pekâlâ mümkündür, ne var ki bunun farkına ancak bellek seğirdiğinde varılabilmektedir. Hatta öykü kişilerinin bunun farkına varmışlarsa bile adını koyabildikleri söylenemez; Munro da zaten böylesi adının konması zor, belki de imkânsız hisler (ve bunların hissedildiği anlar) üzerinden yaşam dediğimiz şeye bakageldiğimiz noktaları, açıları değiştirmemizi önerir gibidir.
Sanırım Munro’nun öykülerinin etkileyici yanı burada. Hayatın akışının olmadık, umulmadık şekilde nasıl değişebildiğini anlatırken aynı zamanda hayatın bütünlüğüne de dikkat çekiyor. Üstelik sadece tek bir insan hayatının –aralarında onlarca yıl, binlerce, on binlerce kilometre ve/veya yaşam tarzı farkı bulunan– ayrı dönemlerinin bir bütünlük oluşturduğunu sezmiyoruz, bazen de farklı insanların, –Munro söz konusu olduğunda farklı kadınların– hayatları arasında özel bir bağ olduğunu görüyoruz. Bu bağ en çok başkalarından sakladıkları “sırlar”ın benzerliğinde ortaya çıkıyor. Bu benzerlikler nedeniyle birbirleri için hiç de saklı değil aslında bu sırlar, bir hayli açıklar.