Kaya Genç: Bu kitap, İstanbul’un çok sevdiğimiz ve gerçekten de perspektifini önemsediğimiz kişilerin hayatında nasıl izler bıraktığını anlama çabasını içeriyor. Bir günlüğün kıyısında köşesinde kalmış ve keşfettiğim bir metni herkes görsün istiyorum...
28 Ocak 2016 13:20
İstanbul... Üzerine söylenecek sözleri, yazılacak romanları, alınacak notları, çıkarılacak kavgaları tarih boyunca hiç bitmemiş, hâlâ da bitmeyen bir cazibe merkezi. Yüzyıllardır pek çok badire atlatan ancak hem yerlisi hem de yabancısı için merak unsurunu hiç kaybetmeyen bu şehir, kısa süre önce The American University in Cairo Press tarafından yayımlanan bir antolojinin konusu oldu. Herman Melville’den Andre Gide’e, Arthur Conan Doyle’dan Gustave Flaubert’e çok sayıda Batılı yazarın yer aldığı An Istanbul Anthology'de bu yazarların İstanbul gezileri esnasında saraylardan kedilere, Boğaz’dan sokak kültürüne kadar çok sayıda konudaki kısa, kişisel görüşleri yer alıyor. Peki, bu yazarların kişisel notlarını okurken Doğu-Batı ilişkisine dair nasıl anlamlar çıkarabiliriz? Sömürgecilik tarihine, oryantalizme dair satır arası okumalar da yapabilir miyiz? Kitabı hazırlayan Kaya Genç ile kitabın hikâyesini konuştuk, bu soruları da kendisine yönelttik.
Kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Bundan üç sene evvel yayınevinden teklif geldi. Böyle bir serileri vardı, Beyrut, İskenderiye ve Nil için benzeri antolojiler yayımlıyorlar, İstanbul’u da katmak istemişler işin içine.
Kitapta özellikle 19. yüzyılın sonuna odaklanılmış ama epeyce uzun bir zaman aralığı ele alınıyor. Hangi dönemi, ne yöntemle çalışacağınıza siz mi karar verdiniz?
Evet, sergi hazırlayan bir küratör gibi, işin çerçevesini ben çizdim. 1500’lerden 1920’lere, Hemingway’e kadar geliyor kitap. Sadece İngilizce yazılan değil, İngilizceye çevrilen yazılar da var içinde. Fransız yazar Theophile Gautier mesela, yazdıkları yazıldığı sırada İngilizceye çevrilip Amerika ve Britanya’da da okunmuş... Tüm yazıların ortak noktası Anglosakson kitleye hitap etmesi için yazılmış olmaları. Bu perspektifi odağına alan bir kitap oldu. Kitabı hazırladığım sırada, şu sıralarda sonlarına yaklaştığım bir Türkçe edebiyat tarihi kitabı da yazıyordum aynı zamanda. İstanbul’a dair yerli bakışları da çokça incelediğim bir dönemdi. Ama onları katmadım buraya, odağı Anglosakson kitle olan bir çalışma oldu bu.
Neden Batılı gezgin gözüyle göstermek istediniz İstanbul’u peki?
İngilizce bir kitap bu, mümkün olduğunca orijinal İngilizce metinler olsun istedim. Ayrıca gezi edebiyatını yapan bir Batılı gezginler kuşağı var. Dergilerin, ardındaki kurumların hazırladığı komisyonlarla, arkalarına Amerikan ve Avrupa kültürel kapitalinin gücünü alarak seyahatlere çıkıyorlar.
“Batı kapitaliyle Doğu’yu gezmeye gelen yazar” denince ister istemez akla özellikle yoğunlukla ele aldığınız dönemin sömürgecilik ilişkileri geliyor. Burada yazılanlardan o dönemin sömürgecilik ilişkilerine dair anlamlar çıkarabilir miyiz?
Çıkarabiliriz elbette, velakin kitabın buna indirgenmesini de çok tercih etmem. Fransız devleti bunlara para verip “Hadi şimdi gidin siz İstanbul’u sömürün, gezin, onlara eziyet edin” gibi bir şey demiyor sonuçta. Dekadanların seyahatleri var mesela. Oscar Wilde’ın Britanya’nın püriten ve rasyonalist toplumundan kaçıp Mısır’a gitmesi... Kendi ülkesindeki değerlere savaş açmanın bir yolu olarak bunları yapan bir kuşak var. Ya da Gautier, Flaubert...
Batılı yazarların Batılı kültürel kapital tarafından paralı askerler gibi sömürgecilik amacıyla Doğu’ya gönderildiğini düşünmesek bile; bu yazarlardan, gezginlerden çıkan tasvirler, temsiliyetler oryantalist bir bilginin üretilmesinde rol oynuyor mu acaba?
Tam böyle değil. Flaubert’in günlükleri var mesela, Flaubert İstanbul’da kendi iç sıkıntısını yazmış. Bunu görüyoruz. Paris şehir hayatından Flaubert gibi nice yazar Topkapı ya da Çırağan Sarayı’na geliyorlar ve gördüklerini, bir gazeteci ya da yazar titizliğiyle günlüklerine veya makalelerine geçirmeye çalışıyorlar. O dönemin edebiyatta yaygın olan üslup özelliklerini kullanarak bir resmi metne dönüştürme çabası var.
Peki kitapta hiç oryantalist bir tat yakalayan metinler yok mu? İstanbul’un başörtülü bir kadına benzetilmesinden, insanların kabalığına kadar çok çeşitli örnekler var. Siz bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
İstanbul tabii ki bu şekilde Avrupa’nın bakışının nesnesi haline geliyor. Ve elbette ortaya çıkan metinler oryantalist bir bilgi olarak değerlendirilmeli. Ama oradaki bu, Topkapı gibi, Yerebatan Sarnıcı gibi, Sultanahmet Meydanı gibi yerlere bakış, onları küçük gören bir bakış değil ama daha çok onları görünce heyecanlanan, o bakan özneyi kendinden geçiren ve de kendi ülkesinde eksikliğini hissettiği bir şiirselliği bulmasını sağlayan bir bakış. Oryantalizm dediğimizde temsil içinde ya da söylemler arasında bir hiyerarşi bulunması önemli bir faktör.
Eğer İstanbul’un başörtülü bir kadına benzetilmesine oryantalist bir bakış diyemezsek neye diyebiliriz?
Mesela Elias Gibb geliyor aklıma, bir şarkiyatçı. Türkçe edebiyat tarihi yazıyor on dokuzuncu yüzyılın sonunda. Orada, ona göre Osmanlıda verili olan kültür, yerel insanlarının ürettiği kültür imitasyon üzerine kurulu, çok eklektik, Fars-Arap kültürlerinden çok etkilenmiş, orijinallikten yoksun. Buna karşın bu imitasyon kültürüne karşı çıkan ve daha Batılı düşünen yeni bir kuşak olduğunu tespit ediyor, aralarında arkadaşı Abdülhak Hamit de var ki o sıralar Londra’da büyükelçilikte çalışıyor. Ona hayranlıkla bakan Genç Türkler kuşağı var, modernler ve bireyselliğin bayrağını ellerinde taşıyorlar. Bu iki akım arasında bir hiyerarşik ilişki kuruyor Gibb. Bu söylemlerin hiyerarşisini yapıyor. Batılı etkilerle yazanlar ona göre orijinal, yüzyıllardır tekrar edilen kültür ise zorunlu olarak taklitçi ve bu sebeple geleceği olmayan bir kültürü temsil ediyor. Oryantalizm bu bakış neticede. İki tip üretim yapılıyor gibi görülünce, o hiyerarşiyi kurduğunda oryantalizm oluyor; en azından meslek olarak şarkiyatçı olan Gibb’in yaptığı bu.
Bu hiyerarşi çok daha gizil, ikincil yollarla kurulamaz mı? İstanbul’a, buralı insana “mistik,” “dişi,” “gizemli” dediğinde aslında kendine “net,” “erkeksi” veya “berrak” demiş olmuyor musun bir yandan da? Bu seviyede oryantalizmin işleyebileceğine inanmıyor musunuz?
Bir yazar Boğaz’ın üstündeki sisi anlatırken onu yararak şehri keşfetmekten dem vurduğunda burada İstanbul elbette kadınsı bir pozisyonda, edilgen bir rolde. Bakan kişi de bir erkek ve Avrupalı ve burada elbette o hiyerarşi fazlasıyla var. Ama bir yandan da “bu kitaptaki yabancılar bize çok kötü bakmışlar, bizi feminen resmetmişler, bakışlarıyla bizi köleleştirmişler,” diye bağırmak yerine metinlerde ilginç olan şeylere odaklanmak istiyorum.
Yani “Böyle tasvirler vardır, yok değildir, ama bunu kötüye yormak ve savunmacı olmamak lazım,” mı diyorsunuz?
Savunmacı pozisyonda olmak evet çok doğru değil burada. Böylece yapılmış olan temsillerin karşı temsillerini savunan bir noktaya varıyorsun en fazla: hayır kadın değildi İstanbul, erkekti gibi bir yere, ki onun şartlarını da ilk oryantalist bakış belirlemiş oluyor sonuçta. Ama daha kapsamlı daha sistematik bir düşünce olarak bu bilgiyi üretenler var, Gibb gibi karakterler, ben oryantalizmi asıl anlamak için onlara bakmak gerek diyorum. Neticede onlar gerçekten kapsamlı ve ideolojik bir bakış atıyorlar buranın kültürüne, o bakışta da yerel ve yerli olanı ve buraya ait olanı gerçekten de küçümsüyorlar. Flaubert’in buraya gelip günlüğüne not ettiği bir paragraf burada mutlaka bu tip bir oryantalizmden izler taşıyordur ama tartışmanın kalbine gelmek istiyorsak şarkiyatçılığı iş olarak yapan figürlerin yazdıklarına daha çok odaklanalım derim. Gibb kitabını yazdığı yıllarda kütüphanesini ve Londra’yı neredeyse hiç terk etmemiş, hiç İstanbul’a gelmemiş biri. Ama çalışkan ve dikkatli Fransız bir gazetecinin İstanbul’a gelip de makalesine aldığı ayrıntılar daha farklı biçimde adlandırılmayı hak ediyor.
Örneğin Nerval kitapta bir noktada Boğaz’a bakarken hisleniyor ve “Boğaz’ın üzerinden bakışlarımı Mısır’a döndürdüm,” diyor. Bu teknik olarak imkânsız bir şey ve akla şu soruyu getiriyor: Bu romancıların, seyyahların sömürgecilik çağında Batı’dan Doğu’ya gelen figürler olması, öylesine kast ediyor olmasalar bile dönemin güç dengelerini gizliden gizliye ifşa edebilir mi? Gelinen İstanbul bir sömürge kenti olmasa da her zaman olabilecek, topun ağzında bir yer sonuçta.
Nerval daha oryantalist karakterlerden biri bu kitapta. Örneğin Gautier gibi çok detaylı bakmıyor. Gautier bir gazeteci olarak detaya giriyor, karakterleri anlatırken tek tek değiniyor her noktaya. Ama Nerval’da İstanbullular tek bir isme indirgenebiliyor. Ama bu tabii ki biraz da yazarların karakterleri ile alakalı; Nerval mutsuz, karamsar biri iken, Gautier daha çalışkan bir gazeteci olarak resmediyor burayı.
“Batı’dan gelen ve İstanbul’u yazan herkesin yazdıklarında mutlaka küçümseyen bir şey bulalım,” diye düşünmesek bile, “Bireylerin farklı kültürler hakkında sarf ettiği sözler dünyadaki güç ilişkilerine dair ne söyler,” gibi bir soru sormanın bir anlamı olabilir mi?
Edward Said’in tarif ettiği ve Gibb gibi karakterlerin icra ettiği türden, bilgi alanı üzerinden kurulan oryantalist iktidar çok önemli bir konu ve tespitler de çok haklı. Sultanahmet’te fotoğraf çeken biri oryantalist olarak adlandırıldığında ise bu işi basite indirgemek oluyor. Benim kitabım aslında yetenekli sanatkâr insanların İstanbul’a geldiğinde bir gün içinde gördüklerini not ettiklerinin kaydedildiği bir kitap. Sonuçta aslında gündelik olana ait bir şeyi yakalamaya çalışıyor. Ona ideolojik gözlükle bakılsın istemem.
Günlük olanın içinde ideolojik yok mu peki sizce?
O dönemki İstanbul’a yönelik merak daha önemli. Merak ediyorsun mesela, Flaubert İŞİD bombasının patladığı noktada, Sultanahmet’te yürürken ne görmüş, nasıl yazmış... Meraklı okur bunu görmek için okuyor, bundan heyecanlanıyor. En azından ben bunun için heyecanlanıyorum. Ama ben “Fransız devletinin temsilcisi olmak zorunda olan Flaubert ne dedi, bir okuyayım da biraz da ondan nefret edeyim, yarınki nefret mesaimi de Melville’e adarım” diye bakmıyorum buna. Romanlarını çok sevdiğim bir karakter her gün önünden geçtiğim sokakta ne hissetmiş acaba, bunu merak ediyorum. Ya da mesela Arthur Conan Doyle, Ayasofya’ya girdiğinde neyi görmeyi seçmiş, neye bakmayı seçmiş... Aynı dönemde yaşamış iki yazarın İstanbul’da neleri farklı gördüğüne bakmaya odaklanıyorum, bunu ideolojik olarak analiz etmek bu kitabın eleştirisini yazacak kişinin görevi. Ben sanatçıların bireyselliğinin burada nasıl vuku bulduğunu ve İstanbul’un bunu nasıl şekillendirdiğini görmek istiyorum.
Etrafınıza öylesine masumca bakarken bile, iktidarda olma hali tam parmağımızı üstüne koyamadığımız bir yerlerde, derinlerde bir rol oynuyor olabilir mi? Örneğin bazı oryantalist resimlerde tamamen yalan yanlış şeyler vardır; kıblesiz camiler, hayvanat bahçesi hayvanlarının ev içlerinde bulunması gibi durumlar, saçma sayılarda çıplak kadının karşılıklı dans etmesi... Mesela burada ideolojik bir şey aramıyor musunuz?
Kötü temsil, abartı, kötü sanatçılık, beceriksizlik diyelim. Sonuçta cami var, harem var, çarşı var. Oryantalizm adıyla yapılan eleştirilerde bunlar hiç temsil edilmemeli gibi bir ima oluyor. Gibb gibilerin, ki onlar gerçek şarkiyatçılardır, yazdıklarında “geleneksel yerlerin içini hiç resmetmeyelim, hiç görmeyelim artık bunlar geride kaldı,” gibi bir yaklaşım var. Buraları bir şekilde temsil etmek bizim bugün oryantalizm dediğimiz çerçevede olmak zorunda değil. Mesela Arthur Conan Doyle’un Abdülhamid ile karşılaşması... Belki de orada bir şeyi yanlış anlattı Conan Doyle. Merasime dair bir ayrıntıyı yanlış anladı diyelim. Ama sonuçta adam yazar, orada Sultan ile karşılaşmış ve onu anlatıyor, müsaade edin biraz. Onu anlatmamasını istemek, onu gözardı etmesini istemek bana mantıklı gelmiyor. Sonuçta bir Osmanlı seyyahı Londra’ya gitse ve kraliçeyle karşılaşsa onu anlatmamasını istemek gibi bir şey bu. Sonuçta buradaki kişilere öncelikle birey olarak bakmak lazım.
O zaman “bu kitap ideolojik olarak bir şey söylemeye çalışmıyor,” diyebilir miyiz?
Türkiye’de zaten şu anda bir ideolojik doz aşımı var. Sevdiğimiz bir yazar içtiği kahveyi anlatmış, manzarayı anlatmış, onu da mutlaka ideolojik tasnif etmek istememiz bunun göstergesi. Efendim doğru mu temsil etmiş yanlış mı temsil etmiş, bunu tespit edip haddini bildirelim... Bu gerçekten başka şeyleri gözden kaçırmak oluyor. Belki bakıp zevk alabileceğin, tadını çıkarabileceğin bir şey var o yanlış temsilde de. Ressamın küçük bir karalamasına baktığında yalnızca ideolojinin uzantısını görüyorsan o ideolojik doz aşımının etkisini kendinde tespit edebilirsin. Orada marifet küçük ayrıntıyı, kıymetli detayı görebilmekte. Onun da zevkini almaya çalışmakta.
Sanatta güç ilişkilerinin yeri nedir sizce öyleyse?
Bir metnin ideolojik okumasını yapacaksan, tabii ki güç ilişkilerine bakmak gerekiyor, benim zamanımın çoğu diyelim ki Yaban gibi bir romanda bu ilişkiler nasıl kurulmuş, yazarı Yakup Kadri’nin ideolojik konumu bu metnin oluşumunu nasıl şekillendirmiş, böyle şeylere bakarak geçiyor. Ama bu İstanbul kitabı akademik bir kitap değil. Bu kitap, İstanbul’un çok sevdiğimiz ve gerçekten de perspektifini önemsediğimiz kişilerin hayatında nasıl izler bıraktığını anlama çabasını içeriyor. Onun analizini yapmak belki bir akademik makalenin yapacağı bir şey. Ben bunları sadece bir araya getirmiş ve sunmuş bir kişi olarak görüyorum kendimi. Bir günlüğün kıyısında köşesinde kalmış ve keşfettiğim bir metni herkes görsün istiyorum, onu seçip sunduğumda zevk alıyorum; bir sergi yapan küratör gibi. Bir eleştirmen-kuramcı onun altını oyma işini yapar.
Sizi eleştirmen şapkanızı çıkarmış görüyoruz o halde bu kitap için?
İnsan her kitapta farklı bir rol oynar. Sonuçta benim için de bu sergi benzeri bir şey oldu.
Araştırmanızda belli dönemlerde hem İstanbul’un algılanışı hem de edebi yönelim olarak değişik eğilimler sezdiniz mi?
Bence belirleyici olan, önemli olan yazarlar. Ben genelleştirmelere karşıyım. Buraya gelen kişi bir amaç için gelmiş. Org ustası olarak gelmiş. Konsolos eşi olarak gelmiş. Buraya “İngiliz kapitalizminin söylemini devam ettireyim,” diye gelmemiş, nihayetinde bizim yüzyıllar sonra haklı olarak tespit ettiğimiz şey bu olsa da. Burada işini görmeye gelmiş. Tabii ki içinde bulunduğu ideolojik konumun etkisi ile yazmış, bu kaçınılmaz. Ama önemli olan şu ki, herkes kendi işlerini halletmeye gelir ve biz onları sonradan anlamlandırırız. Burada kişisel hikâyeler daha önemli. Onların temsilci oldukları kültürel ve siyasal politikanın izdüşümü kadar önemli bence bu. Flaubert neden bu kadar umutsuz, öfkeli ve sinirliydi? Onun hayatındaki hangi döneme tekabül ediyordu İstanbul? Frederick Brown, Flaubert biyografisinde “İstanbul’a geldiğinde kendini bu büyük şehirle baş edemeyen bir hödük gibi hissetmişti” diye yazar.
Peki cinsiyet nasıl bir rol oynuyor? Kadın yazarların farklı yaptığını düşündüğünüz bir şey var mı?
Kitapta sadece kadınların girebildiği yerlere giren kadınların metinleri de var. Bu durumda onlar için oralar daha az gizemli oluyor. Erkekler için ise harem gibi yerler birer hayal kurma nesnesi. Bu Joyce’un Ulysses’ine ve sonrasına kadar giden bir gelenek, Dublin’de Leopold Bloom harem ve hamam fantezileri kurar. Seyyah kadınlar kadınların halini anlamak istiyor. Erkekler daha ziyade fantezi projeksiyonuyla meşgul. Bu anlamda bir oryantalizm varsa kadınlar bundan daha uzaktalar, onlar daha gerçekçi.
Kitaba yazdığınız önsözde Batılı yazarlar İstanbul’a “Batı’nın kısıtlamalarından kurtularak” bir bakış atmışlar demişsiniz. Bu kısıtlamalardan kastınız nedir?
1890’larda Avrupa’da çok şairane, normal olanın aksine giden sanat akımları yükseliyor, bizde de Ahmet Haşim veya Yahya Kemal’i etkileyen şairler isim yapıyor. Aynı zamanda bunları kontrol altında tutmaya çalışan bir yükselen ahlakçılık var. Eşcinselliğin kriminalize edilmesinin, insanların delilik ve anormallik teşhisiyle klinik enstitülere kapatılmasının kapsamlı yollarını inşa eden mekanizmalar var. Avrupa rasyonalizmi gücünü arttırıyor birey üzerinde. Batılı yazarlar buraya geldiklerinde ise bu tip bir klinik psikolojik tasnifin henüz Londra veya Paris’teki kadar yükselmediği, yeni yeni ona bir hevesin olduğu bir yer buluyorlar. O sınırlamalardan ve kısıtlamalardan kurtuldukları için ne yapacaklarını biraz şaşırıyorlar. Buradaki onlara çok anlaşılmaz gelen bu durumu temsil etmeye, buradaki yasayı da özetlemeye çalışıyorlar. Ama aslında burayı bilmiyorlar. Şeriatı da, meşrutiyet sonrası Osmanlı şeriatının sivil hukukla nasıl iç içe geçirildiğini de, Genç Osmanlı hareketini de, burada yerli bilgi üretimine yönelik ilgiyi de bilmiyorlar. Hiçbir zaman buradaki entelektüel dünyadan bahsetmiyorlar, oradaki hiçbir şeye bir gönderme yok. Bu anlamda bir cehalet söz konusu. Buraya gelip buranın yazarlarını, entelektüellerini tanımıyorlar.
Ne aramaya geliyorlar o zaman buraya sizce? Turistik bir zevk mi?
Kendileri gibi insan aramıyorlar bir kere. Gazetecilerle konuşmuyorlar, yazı çiziyle uğraşan tiplere ulaşmıyorlar. Şimdi bir yazar gelse Türkiye’ye, burada yazı çizi işiyle uğraşan insanları bulur, onlarla akşam yemeğine çıkar. Kitaptaki figürler ise adıyla, tarihiyle, kimliğiyle karşımıza çıkmıyor. Hareket eden arkaplanda çeşitli rolleri oynuyorlar sadece. Örneğin, neden kimse Namık Kemal’le kahve içmemiş? Gidip insan Şeyh Galib’le konuşmak istemez mi veya Şinasi ile? Bu bana ilginç geldi. Tahayyüllerini harakete geçirecek yerlere gidiyorlar daha ziyade. Keyiflendikleri yerleri geziyorlar. Ama buranın yerel entelektüeliyle konuşmuyorlar; onlarla kol kola girip bir kültür turuna çıkmıyorlar, bireysel hareket ediyorlar. Bu topraklardaki muadillerinin sesleri metinlerde duyulmuyor. Ciddiye bile almamışlar.
Kitapta bir bölümde Andre Gide’in çok sivri sözleri var. İstanbul’u yapay ve çiğ buluyor, insanların çirkin ve estetikten uzak olduğunu söylüyor. Benim için en ilginç bölümlerden biri buydu. Bu metin size ne düşündürdü? Sizin için en ilginç metinler hangileriydi?
Ben Mark Twain’in köpekleri anlattığı bölümü seviyorum. Köpeklere bakarak şehirde nerede hareket var ya da yok, onu keşfediyor. Köpekleri pusula gibi kullanıyor. Twain aynı ilgiyi basın ve sansür meselesine de gösteriyor. Yerel gazetelerden ve sokakta gazete satan çocuklardan söz ediyor. Twain’in bu gözlemlerinde İstanbul’da yaşayan insanların da, köpeklerin de, sokak hayatının da kendi iradeleri olduğunu hissediyorsun. İnsanlar gazeteler çıkarıyor, tıpkı Amerika’daki insanlar gibi onların da okurları var. Andre Gide, evet, İstanbullular için “Çirkin giyiniyorlar,” diyor. Aslında o yukarıdan bakış tarzı, şu an belki Türkiye’de de bazı kesimlerce içselleştirilmiş bir bakış tarzı. Mesela bugün bir İstanbullu genç İtalya’ya gidiyor, buraya dönünce “Ülkemizde herkes ne kadar da kötü giyiniyor, orada her şey oysa ne güzeldi,” diye hayıflanabiliyor. Onun kafasına girsek belki Türkiye’ye o dönemki Andre Gide gibi baktığını görebiliriz.
Yine aynı noktaya döneceğiz ama bu da aslında oryantalist bir bakış olmuyor mu? Batı’yı her halükârda Doğu’dan üstün görmek gibi bir durumdan söz ediyoruz nitekim.
Orası öyle. Kitaptaki bazı metinler ise daha sıradışı. Batı’nın üstünlüğünden bahseden metinler değil, hatta Batı’dan da hoşlanmayan dekadanların yazdığı metinler de var. Ama Andre Gide’inki tabii biraz öyle. Onun bakışında buraya ait olanı sevmeme, beğenmeme ve çirkin bulma hali var. O belki birkaç gün sevmemiş ama o bakışı içselleştirenler, bir ömür boyu Andre Gide sıkıntısı yaşayanlar da var. Öte yandan İstanbul’dan nefret etmenin İstanbul’u sevmenin bir biçimine dönüştüğünü de düşünüyorum bazı yazarlarda.
Bundan yüz yıl sonra bu antolojinin bir benzeri bu dönemlerde İstanbul hakkında yazılan yazılardan derlense sizce nasıl bir şey çıkardı ortaya?
Bu noktada editörlerden söz etmek isterim. Özellikle gazetelerde, yazarın yazmak istediği ile editörün talebi farklı olabiliyor. Editörler bizdekine kıyasla Amerika ve İngiltere’de daha baskın rollerde oldukları için yazarlar bazen istediğini yazamayabiliyor. New York ya da Londra burayı nasıl görmek istiyorsa öyle yazmak zorunda kalabiliyor.
Editörlerin istediği ile yazarların istediği arasında genellikle nasıl bir fark oluyor?
Örneğin nüanslı bir şekilde yazmak istediğinde editör seni alışıldık klişelere hapsetmeye çalışabiliyor. Başlık atma, önerdiğin konuları kabul edip reddetme hakkı da onlara ait. Bir dönem seküler-dindar çatışmasına ilgi vardı, şu sıralar daha çok kentsel dönüşüm meselesine ilgi çok. Kendi toplumlarındaki tartışmaların uzantısı biraz da. Bugünkü şeyleri yüz yıl sonra derleyince aslında oranın editörlerinin, kendi iç gündemlerinin önceliklerini de derlemiş olacağız.
Peki bunun nasıl bir kitap olacağını düşünürsünüz?
İyi metinler buradaki insanların farklılıklarını, duyarlılıklarını yansıtmaya çalışan, insanların bir hayatları olduğunu kabul eden; Mark Twain’in yaptığı gibi, daha nüanslı şeyler yapanlar olur. Kötüleri ise genelleyenler, bir kesimi şeytanlaştıranlar, oryantalistlerin yaptığı gibi bir kesimi metin yoluyla değersizleştirmeye çalışanlar. Bir de bizim yazıldığını dahi bilmediğimiz metinler vardır. Benim kitabımdaki çok sayıda metin de mektup ve günlüklerden geliyor. Belki Knausgaard İstanbul’a geldi ve günlüğüne 5-10 sayfalık bir metin yazdı. O metin ortaya çıkmış değil, elli yıl sonra çıkacak belki. Benim düşüncem, bir gün böyle bir kitap yayımlanırsa, bu tür defterlerde, sayfa kenarlarındaki notlarda geçen İstanbul o kitapta daha çok yer alacaktır çünkü orada daha filtrelerden uzak resmedilmiş bir şehir olduğunu kitabı derleyen kişi görecektir.
Uzunca bir süredir pek çok üretimleriniz İngilizce ve Anglosakson okur kitlesine hitap ediyor. Oradaki yazı üretim sistemleriyle yakından temasınız var. Sizce Batı dünyasında İstanbul’a olan ilgide yıllar içinde bir değişiklik oldu mu?
Şu anda bir metin patlaması var Türkiye’yle ilgili. Bundan üç yıl öncesine oranla burası daha bile odakta, ki o sıralardaki ilginin daha bile artacağı düşünülemezdi. Bu durum Türkiye’nin oynadığı politik rolün değişmesiyle ilgili. Türkiye çok farklı açılardan temsil edilmeye devam ediyor. Farklı görüşlere giderek daha çok yer oluyor. Bir ara izin verilen tek görüş “kebabı güzel, turistik cennet, herkes elele şarkı söylüyor” gibi bir şeydi. Sonra “burası cehennemin ta kendisi” dışında görüşlere izin verilmez oldu.Yavaş yavaş nüans geliyor.
Peki Batılı okurlar için İngilizce olarak yazmak sizin için nasıl bir fark teşkil ediyor?
İlkgençliğimde yazarken daha sarkastik, daha örtük olmaya gidiyordu kalemim.
Otosansür gibi bir şeyden mi söz ediyorsunuz?
Hayır otosansür değil. Türkçe edebiyatın seyrini izlemiş biri olarak, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan okumuş biri olarak çok açık bir Türkçeyle yazdığınızda ya da konularınızın çok belirgin, açık konular olduğunu hissettiğinizde suçluluk çekersiniz. Sıradan, ortalama olmaktan çekinirsiniz. Oysa yabancı bir kitleye İngilizce yazınca bu kaygı ortadan kalkıyor. Onların hiç alışkın olmadığı, ilk defa görecekleri bir şeyi yazıyorsun. Ve de sonuçta yazarlık için pek iyi bir tavır olmayan o sarkazm ya da cümlecilik dediğimiz aşırı süslü ama hiçbir şey söylemeyen laflar etme problemlerinden kurtuluyorsun; bir şey anlatması gereken metinde ifade etmek istediği şeyi bulutlandıran, altını oymaya çalışan manevraları yapmaktan uzak kalabiliyorsun. Ben bunun faydasını Türkçe yazarken görüyorum. Burada Türkiyeli okur nezdinde anlamı olmadığı düşünülen, küçümsenen konular var ve sarkazm, yılgınlık gibi duygular; bunlar yazar için iyi şeyler değil.
İngiliz ve Amerikan okurları için İngilizce yazmaya başladığınızdan bu yana Türkiye’de algılanma biçiminizin değiştiğini düşünüyor musunuz? Size “Yurtdışında bizi temsil eden yazar” diye yaklaşıldığını düşünüyor musunuz?
Ben alçakgönüllü, büyük laflar etmeyen bir yazar olmaya çalışırım. İngilizce yazarken de “ben var ya bu ülkenin temsilcisiyim,” gibi bir halim yok. Özgürleştirici şahsiyet konumuna oynamak istersen insanlar seni böyle kabul eder. Ya da bir ideolojinin savunuculuğundan çok, mütevazı bir gözlemci olmayı tercih edebilir ve bunu iki dilde de yapabilirsin. Ben bu anlamda hiç olumsuz bir tepki almadım. Kötü bir karşılık almak istersen alırsın. Bir görüşe haksızlık edersin, gerisi gelir.
Yabancı okurlara, İngilizce olarak yazmanın sizi kısıtlayan bir tarafı olmuyor mu peki?
Ben şikâyet kültüründen rahatsız olurum. Sabrın ve iyi niyetin varsa hiçbir kısıtlama seni istemediğin bir şekilde köşeye sıkıştıramaz. Ama “Türkiye’den intikam alacağım,” ya da “Türkiye’yi eleştirenlerden intikam alacağım,” diye yazarsan, bu niyetler kendini metinlerde gösterir. Adil olduğuna, adil temsil edebileceğine inancın olmalı. İnsanlar beni değil yazdıklarımı tartışsın isterim ve bugüne dek böyle oldu. O noktada şeffaf olmak bir yazarlık başarısıdır.