Anayurt Oteli, Türkiye sinemasının en tekinsiz ve karanlık filmlerinden biridir. Bu tekinsizliğe en büyük katkıyı başrol oyuncusu Macit Koper sağlar...
Yusuf Atılgan’ın romanından Ömer Kavur tarafından filme uyarlanan Anayurt Oteli (1987), 30 yıl sonra yenilenmiş kopyasıyla izleyiciyle buluşacak. Kavur, “kitabın ruhu ile kendi ruhu çok örtüştüğü için” mutlaka kitabı filme uyarlamak istemektedir. Atılgan ise kitaplara olduğu kadar sinemaya da büyük bir tutku besler. Hacırahmanlı'dan İzmir'e Manisa'da gösterime girmeyen filmleri izlemeye gidecek kadar. Kavur senaryoyu yazarken "Yahu Yusuf bey bana da hiçbir şey bırakmıyorsun, kitabı aldım, aynen senaryo yazıyorum" der Atılgan'a. Atılgan'ın senaryo sürecinde Kavur ile konuşmalar üzerine titizce çalıştığını anlıyoruz. Özellikle Horozcular Kahvesi'ndeki diyaloglar kitapta yer almamaktadır mesela. Kitap bir çok entelektüelin haklı olarak atfettiği önemle derinlemesine incelendi. Bu yazıda kitaba arada başvursam da kitabı bırakmadan rahat rahat yazılamayacağı endişesi taşıyorum. 1973 yılında basılan kitap, Atılgan’ın ayrıntıları atmosferle bütünleyen, fetişleştiren lokmalarını hazmetmeye izin verirken; film tabiatı gereği saniyede 24 karede bu nesnelere, temsil ettiklerine, anlamına veya anlamsızlığa katkısına dair çok daha azına razı bırakmaktadır. O yüzden ince bir roman da olsa Anayurt Oteli, Thomas Bernhard’a atıfla uçaktan araziye bakarak değil, toprağı kazarak okunmayı talep eden bir roman. Anayurt Oteli talepkâr bir roman.
Kavur’un, kitabı filme uyarlarken uyguladığı en keskin değişiklik Atılgan’ın romanı 1963’te geçerken filmin 1983’te geçmesidir. Filmin iki ana karakterinden biridir mekân: Anayurt Oteli. Bir imparatorluk kalıntısı olduğunu örtmek için tahta yerleri muşambayla, mermere oyulmuş Arapça ismi teneke bir tabelayla örtülen bir konağı taşra oteline dönüştüren bir tarihin hikâyesi. Ayrıcalıklı bir beyin konağıdır öncesinde. Bey taşradan çıkıp İzmir’e yerleştiğinde üç katlı ahşap tarihî konağı otele çevirir.
Konakta besleme olan anneannesi, otelin sahibi olan Keçecizade Haşim Bey’den doğurmuştur annesi Saide’yi. Saide 40 günlükken annesi ölür. Zebercet, konağın sahiplerinin akrabasıdır ama bir Keçecizade de değildir. Kendileri kente, modern hayata dâhil olan Keçeci ailesinin babasına ve sonra ona bakıp yaşamaları için terk ettiği mesken bir konak değildir. Onun üzeri ucuz nesnelerle kapatılmış, kamusallaştırılmış, “herkes”in misafirliğine açılmış bir taşra otelidir artık. Önce babası, sonra Zebercet bu eşyaların kâhyası ve bekçisidir.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının “Bir odanız var mı” sorusunun ardından kendi ağzından kendini tanıtır:
“Adım Zebercet. Zebercet. Bu otelin yöneticisiyim. 28 Kasım 1950'de doğdum; yedi aylık. Annem 44 yaşındaymış o zaman; babamdan büyük. Dört kez düşük yapmış bana kadar. Sünnet olduğum yaz öldü; 1960'ta. İlkokul üçteydim. Orta ikiden ayrıldım. Bir süre aylak dolaştım. Sonra askerlik. 71'de terhis oldum. Babam birkaç yıl önce öldü. Oteli ben yönetiyorum 80'den beri. Sorumluluk isteyen bir iş. Adım Zebercet.” Sonra ekler: “Oysa ben sizinkini bilmiyorum.”
Anayurt Oteli, Türkiye sinemasının en tekinsiz ve karanlık filmlerinden biridir. Bu tekinsizliğe en büyük katkıyı başrol oyuncusu Macit Koper sağlar. Kavur ve Koper uzun süre senaryo üzerinde titizlikle çalışırlar. Atılgan, ilk gördüğünde tipini Zebercet'e1 yakıştıramadığı Macit Koper’e daha sonra “Ben oyunculuğu hesaba katmamışım” der.2 Film boyunca “kendi kendiyle” diyalog içinde olan Zebercet’in “ismini soramadığı” kadının geldiği Perşembe gecesinden ölümüne kadar geçen bu kısa zaman diliminde (40 gün), ruh hâlinde ve eylemlerinde yaşanan değişiklikleri izleyiciye büyük bir ustalıkla anlatılır. Kavur’un başarısı ise izleyiciyi ana karakterle özdeşleşmekten uzak tutan mesafesidir. Kavur’un kamerası bile adeta Zebercet’in devam eden hayata ve dış dünyaya hıncından çekinmektedir.
Anayurt Oteli’nin işleyişi, gündelik hayatın talepkâr rutinleriyle dolarken Zebercet’in bütün bunların üstesinden obsesif bir titizlikle geldiğini görürüz. Sabah altıda uyanır. Ortalıkçı kadın Zeynep’i uyandırır. Otelin girişindeki kürsüsünde yerini alır. Kasada tuttuğu üç zarfta Keçecizadeler’e gidecek para, kendi payı ve Zeynep’in parası ayrı zarflarda durur. Titizlikle kaydını tuttuğu otelde kalanların bilgilerini içeren fişler karakola gönderilir. Alışveriş yapılır. Zebercet’in Anayurt Oteli’nden başka bir hayatı yoktur. Orada doğmuş ve orada yaşamıştır. Otelin dışına çıktığı anda kendine güvenli, işini bilen hâli kaybolur. Kendini buraya adamıştır. Varlığı da yokluğu da otelden gayrı önemsizleşmiştir. Fethi Açıkel, “Kutsal Mazlumluğun Psikapatolojisi” adlı makalesinde çileyi şöyle tanımlar: “Istırap ve hınç söylemlerinin gündelik yaşamdan siyasal aygıta transfer olduğu iki yönlü çalışan bir mekanizmanın; bir yandan sınırsız sevgi ve şefkat gereksiniminin, diğer yandan da patolojik iktidar isteminin ve intikam eğilimlerinin bileşimidir." (Açıkel: 163)
Zebercet’in gündelik hayatının rutinini kıran ve onu hınçla dolu eylemlere sürükleyense gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına duyduğu arzu olur. Zebercet’in kontrol tutkusundan buram buram cinsellik ve ölüm enerjisi sızarken, ismini bile bilmediği bu kadına duyduğu imkânsız arzu ile birlikte bu sızıntı yavaş yavaş bir çatlağa döner ve yıkıma giden sonu hazırlar. Melanie Klein, haseti şöyle tanımlar: "Arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur." (Klein, 2008: 23).
Kitabın aşırı katmanlı yapısı içinde, dayısı Rüstem Bey’in kardeşi Faruk’un, abisinin eşine, yengesine olan aşkından intihar ettiğini ima eden bölümde, yenge Semra ve gecikmeli Ankara treni ile gelen kadının tasvirinin birbirleriyle neredeyse aynı olduğunu fark ederiz.3 Zebercet, Rüstem Bey’in babası Haşim Bey’in tecavüz ettiği beslemenin torunudur. Rüstem Bey, Zebercet’in dayısıdır. Dayı kavramı filmde bir pattern’i takip eder. Zebercet de ezikliğini hınca ve kibre dönüştürerek idaresini sürdürdüğü konaktaki ortalıkçı kadın Zeynep’i geceleri ziyaret etmekte ve onunla uykusunda rızası olmadan ilişkiye girmektedir. Kitapta başından daha önce iki evlilik geçen Zeynep, ilkinde “kız” çıkmadığı için, ikincisinde de çok uyuduğu için dayı evine geri gönderilir. Zebercet’in odasını her ziyaret ettiğinde uykusuna devam eden Zeynep, Zebercet onu soyarken uyanması için sarsarken “Geldin mi dayı” diye sayıklar. Zeynep’in dayısının istismarının açık bir emaresi olan bu diyalog Zebercet’in saklamaya çalıştığı, tecavüz edilen bir beslemenin torunu olmanın azabına rağmen, yaşamında sahipsiz beslemelerin emeklerine, maaşlarına ve bedenlerine el koyan beylerin davranışlarını kopyalayışını imler. Bu imkânsız arzu (obsesyon) onu o kadar yakıyordur ki dayısı Rüstem Bey’in eşine çok benzeyen o kadını gördüğünde bir an hayaline hiç olmadığı kadar yaklaştığı hissine kapılır.
Bataille’a göre sadist ruhun kendi varlığının farkına varması ancak ve ancak erkekliğini azdıran ve bütün ruhunu, azgın bir erkeklik hâline dönüştüren nesneyle mümkündür (Bataille, 2004: 96). Ankara treninden indiği, tek şekerli çay içtiği ve Hacırahmanlı’ya gittiğinden gayrı bir şey bilmediği sarı, siyah, kırmızı havlusunu odada unutan kadına duyduğu imkânsız arzu, Zebercet’in yoğun ve titiz bir çabayla tesis ettiği ve sınırları bütün yetişkinlik hayatı boyunca yaşadığı/ çalıştığı/ yönettiği Anayurt Oteli’ni aşmayan kontrolünü kaybetmesine yol açar. Kadın otele gelmiştir ama ona ve sırlarına hâkim olamamıştır Zebercet. Otele gelen herkesle ve oteli kullanma şekilleriyle ilgili bir bilgisi vardır. Ev sahibi değilse de kontrol sahibidir. Turnedeki tiyatrocular, hayvan alım- satımı yapanlar, hastaneye gelenler, askere alınacaklar, öz kızını öldüren “emekli subay”, ataması kasabaya yapılan öğretmen çift, sarışın orospu otelde kalırlar. Zebercet hepsini fişlere kaydeder. Onları nüfus bilgileriyle tanır. Odalarında ne yaptıklarını bilir.
Filmde gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının geri dönmesi için tanıdığı süre olan bir hafta dolduğunda Zebercet için imkânsız arzusu yerini büyük bir kırılmaya terk eder. Filmde 13'üncü geceden itibaren bu değişiklik metaforlarla dışa vurulur. Sayıklama içinde geçen diyaloglar ve yanlış anlamalar Zebercet’in kendine hazırladığı yol haritasının hatlarını yavaşça belirginleştirir. Gittiği meyhanede bir kaçağı tutuklamaya gelen polisler, meyhanenin kendi hâlindeki düzenini bozar. Kaçağın polislerin ellerinden kurtularak kaçışına şahit olur Zebercet. Yanına gelen birinin beraber içme teklifini reddeder. Soğukkanlılığını ve zorla teskin ettiği mesafesini masasının altına girerek bozan kedinin ardından Zebercet parasını çıkarır, tam hesap ödeyecekken bir başkasının “garson” diye seslendiğini duyar. Sanki o yoktur. İnsanî bir diyaloga muhtaç olduğunu dile getirse de başkalarının insanî diyalog çabalarını engelleyen de Zebercet’tir. Gecenin devamında kendini horozcular kahvesinde bulur. Erkek sosyalliği içinde rahat değildir. Yanına oturan gencin (Ekrem) diyalog bekleyen sesiyle irkilir. Diğer izleyicilerinin bağrışmaları da filmin tekinsiz havasını pekiştiren öğeler içerir. Tezahüratlar arasında “Öldürürsün be”, “Öldürme güldür oğlum”, “Kaçar bu kaçar” kulağımıza çarpar. Sanki diyaloglar Zebercet’e mesaj gönderiyordur veya Zebercet’in iç sesinin dışa vuruşu gibidir. Sesler bir uğultuya dönüşür. Ekrem’in “Başın mı döndü abi” sorusu onu tekrar kendine getirir. Dövüş biter. Kahveden Ekrem ile beraber çıkarlar. Ekrem’in horozları niye ayırmak istedikleri sorusunu yanıtlar Zebercet: “Bilmem. Belki sonuna kadar gitmekten korkuyorlardır. Sonunu görmekten.”
17 yaşındaki Ekrem ile karate filmi izlemeye giderler. Aralarındaki cinsel çekim barizdir. Zebercet, Ekrem’e adının Ahmet olduğunu söyleyerek kendi olarak diyalog kurmanın son mevkisini ortadan kaldırır. Babasının adıdır oysa. Babası öldüğünde kimliğini bulamamışlardır. İmama babasının, annesinin adını verememiştir. Dedesinden miras kalan otelde kaldığını söyler. Kendini artık hep utandığı Zebercet olarak da otelin idarecisi olarak da tanıtmak zorunda değildir. Bir diyalogu ancak Keçecilerden olduğunu iddia ederek kurabilir. Vedalaşırlar. Altıya kadar sayacağını, Ekrem hâlâ oradaysa onu otele davet edeceğini söyler fakat 10’a kadar sayar. Karşılıklı bir bedensel tutkuyu gerçekleştirmeye açık bu diyalogun imkânlılığını sezdiği ilk anda bu durumu zora sokar ve artık hiç müşteri kabul etmediği ve kapalı yazısı astığı otele yalnız döner.
13'üncü gecenin devamında gerçek bir yakınlığı ve arzuyu karşılayamayan Zebercet, ilk önce gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının odasına gider. Daha önce kadının odasını olduğu gibi muhafaza eden Zebercet soyunur ve kadının yattığı yatağa girer. Kadının ruj izinin durduğu yarım sigarayı yakar. “Odanız var mı” diye ünler kadını. Yataktan hızlıca çıkan Zebercet, Zeynep’in odasına girer. Uyumaya devam eden Zeynep’i sarsar. “Uyansana kız sen.” Zeynep uykulu hâlinden sıyrılmaya çalışarak “Dayı sen misin” diye sorar. Kadının gömleğini çıkarmaya çalışan Zebercet dayısının öldüğünü söyler Zeynep’e. “Yalandır” der Zeynep. Dayısı öldüyse, annesinin ölümünden beri sadece uyuyarak baş ettiği bu eylem nasıl devam edebiliyordur ki. Kendi dayısının yerini alamayan Zebercet, başka bir öksüz beslemeye tecavüz ederek çoktan Zeynep’in dayısının yerini almıştır. “Hep uyuyorsun. Uyan bu kez!” Zeynep gözlerini açmaz. Kabullenebilmenin tek koşulu gözlerini sımsıkı kapatmak, uyumaya devam etmektir Zeynep için. Bu rızasız seksi heyecanla ve istekle kabullenmesini bekleyen Zebercet kadının boğazını sıkmaya başlar. Kadının öldüğünü anladığında bırakır. Kedinin de odada olduğunu fark eder. Kara kediler ne kadar da sorun çıkarmışlardır bu gece. Kediyle bile gerçek bir ilişki geliştiremediğini önceki sahnelerde gördüğümüz Zebercet onu da öldürmeye niyetlenir. İlk seferinde elinden kaçırdığı ve yüzünü tırmalayan kediyi ikinci seferde yakalar ve öldürür. Cesedini pencereden bahçeye fırlatır. Gecenin ortasında yatağındayken çalan zili duymazdan gelir. Artık, kendisinin olduğuna kimseyi ikna etmek zorunda kalmadığı Anayurt Oteli’nde başka bir anlatının kalıntıları olarak gördüğü iki değersiz varlığı da ortadan kaldırmıştır.
Ertesi gün hayatına kaldığı yerden devam eder Zebercet. 17'nci gün, Kasım’ın 3’ünde otelin aylık gelirini Faruk Keçeci’ye göndermek için bankaya gider. Bu andan itibaren kapalı otelin yine de kontrol edemediği bir şekilde beklenmedik ziyaretlere açık olduğunu görürüz. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının havlusunu almaya gelen iki fedaiyle girdiği diyalog artık “Keçeciler’in sonuncusu olarak Zebercet”in hayalinde kurduğu kimlikle özdeşleşmiş hissetmenin de getirdiği diyalogla değişmiştir. Dik dik cevaplar verir onu dövebilecek adamlara. Onları kışkırtır ama “bir sıkımlık canı kalmış” bu adamı dövmeye de, bağlamaya da gerek duymazlar. Bağlamaya niyetlendiklerinde kestikleri çamaşır ipi ise odadadır artık.
Otelde daha önce kalan eski subay olduğunu zannettiği adamı aramak için gelen polisten, adamın kızını boğarak öldürdüğünü öğrenir. Daha sonra adliyeye, gerdek gecesi karısını öldüren bir adamın duruşmasına girer. Mahkemenin karar duruşmasının 28 Kasım’a ertelenmesi sırasında sanıkmışçasına ayağa kalkar ve onu, hâkimin sorularına yanıt verirken duyarız. “Nedensiz olamaz mı?” Daha sonra mezarlığa gider. Artık Keçeciler’den olduğunu rahatça, gün ışığında da söyler. Mezarlıkta gördüğü sarışın orospuyu artık iktidarını ilan etmiş bir özne olarak otele davet eder. Kadın geleceğini söyler. Gelmese de artık canı cehennemedir. Tekrar meyhaneye gider. Yan masada tasarlayarak adam öldürmekten hapiste olan birinin hikâyesine ve sıkıntılarına kulak misafiri olur.
Öldürmekten, zarar vermekten, aşağılamaktan, cevap vermekten ve güç kullanmaktan çekinmeyen, dolayısıyla iktidarını tesis eden bu yeni Zebercet’in his dünyasında suçluluk hissi, pişmanlık veya vicdanın sesi kulağımıza çalınmaz. Erkekliğini tesis ettiği anda erkeklerle girdiği ortamlarda rahatça sesi duyulur. İktidarını tesis eden bu eril ses için kadınlar ile hâlâ gerçek bir diyalog mümkün değildir. Sarışın orospuya ısrarla kendini hatırlatır ve onu inatla otele çağırır. İsmini bilmediği kadını beklemekten çoktan vazgeçmiştir. Usulca yatağına girip rıza ve arzu olmadan seviştiği kadını ise bir efendi gibi hırpalar. Filmde de kitapta da kadın olarak iki ana figüre yer verilir. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın ve ortalıkçı kadın Zeynep. Zebercet, her beyin bu ikisine sahip olduğu bir tarihin anlatılarıyla büyümüştür. Bu tarihin parçalandığı çağda tek bildiği, efendinin yerini hınçla talep ederken, bir efendi gibi sahip olamadığı bu iki kadın onu kendi gerçekliği ile yüzleştirir. Birini öldürmüştür. Devlet bedelini ödetecektir ve beğenmediği kasaba halkı onu kınayacaktır.
Fethi Açıkel’e göre özne eziklikten (kölelikten) güçlülüğe (efendiliğe) geçişi tamamlanana kadar; Melanie Klein’a göre ise özne bütünleşene kadar sürekli olarak sevgi ve hınç; eziklik ve güç; şefkat ve sertlik söylemleri arasında gidip gelecektir. Her iki yazarın da belirttiği üzere, ezik özne sürekli şefkat ve sevgi arar. Ezik öznenin sevgi gereksinimi o denli yüksektir ki en küçük bir ilgisizlik dahi kırılgan yapısını tehdit eder. Mazlum özne benmerkezcidir. Zebercet, aslında toplumun ayrıcalıklı sınıfı dışında kalan birçok kesiminin yaşadığı kolektif sıkıntılarını biricikleştirmiştir. Sahi, Zebercet takıntılı bir şekilde eşyalar aracılığıyla izini sürdüğü insanlara hiç gerçekten bakmış mıdır? Kendisiyle aynı sınıftan olan hiç kimseye de böyle bir yakınlık bahşetmemiştir. Herkesin ve 1922 yangınında kasabalarını savunmak yerine dağa kaçmış bir cemaatin yalanlarını izleyerek ve onları küçümseyerek onlarla resmî ve dinî törenlerde/ ritüellerde bile ortaklaşmayı beceremez. Durumunun biricikliği sanrısı hayatında bir tür sakatlanmaya neden olur. Açıkel’in de belirttiği gibi eziklik, Kantçı anlamda kendinde bir iyilik taşımadığı gibi; ezikliğin negatif varoluş koşulları mevcut güç ilişkilerinin daha üst düzeyde yeniden üretilmesinin de bileşenleridir (Açıkel, 191-193). Zebercet bütün bu sanrılarla sarılı hayal dünyasında bile polise otel fişlerini göndermeye, otel sahibine aylık geliri göndermeye devam ederken; dayısı öldüğünden beri birikmiş altı aylık parasını Zeynep’e teslim etmez, kestanecinin mazgalına tekme atar, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının havlusunu soruşturan fedailere kafa tutar, kediyi öldürür.
Zebercet’in geçmişiyle kurduğu ilişki, bu ezikliği sahici anlamda aşma çabası içermezken, ezikliğin sureti yardımıyla narsist bir hınç duymasına da dayanır. En büyük korkusu yine polis tarafından kovalanmak, mahkeme tarafından yargılanmak, hapse atılmak ve asılmaktır. Açıkel’e göre psikanalizin politik okumalarının sözde mazlumluk söylemlerinin tuzağına düşmeden, onu aşmanın olanaklarını sağlamanın yanı sıra “mazlumluk hayali” etrafında kümelenen haleyi de aralamamıza yardımcı olur.
Türk- İslam coğrafyasındaki kutsal mazlumluk, kendini reddederek yeniden yaratan, çevresini yıkarak biçimlendiren; geçmişi kendi elleriyle yıkıp onun yasını tutan geç kapitalizmin Faustvari serüvenidir. “Kutsal mazlumluk, geç kapitalistleşmenin ve hızlı modernleşmenin şiddeti karşısında toplumsal, kültürel ve imgesel yurtsuzlaşmaya uğrayan; mülksüzleşerek altlarındaki maddi zemini hızla kaybeden yığınların güç istemlerini temsil eden baskıcı- nevrotik bir siyasal ideolojiye dönüşme momentidir. (Açıkel 1996: 153-198)
Artık imparatorluk yoktur. Cumhuriyet vardır. Bütün yargılayıcılığı ve terbiye ediciliği ile. Oysa Zebercet hâlâ imparatorluk zamanına ait bir efendiliğin, tanınmanın, kabulün ve cezasızlığın getirdiği iktidarın özlemi içindedir. Köleleri tarafından doğduğu anda tanınan bir efendi. Zebercet’in iktidar arzusu ve kurgusu bile özgünlük içermez. Efendinin (Keçeciler’in) suçlarının izlerini sürer. Beslemeye tecavüz, Rüstem dayısının karısına benzeyen bir kadına sahip olma arzusu, kendine kapanış, her tür yargılanma ve hapsedilme sürecinden kaçarak bir başka efendi hikâyesinin sonuna öykünerek kendini asma.
Kavur'un kamerası Zebercet'in karakterinde yaşadığı değişimi ve arayışını açığa vuran sorgulamalı sayıklamalarını, onun ruh haline eşlik eden ışık ve ses ile bütünler. İç alan ve dış alan (otel/ kamusal alan) çekimleri de yine karakterin ruhundaki değişimleri itinayla yansıtır. Kavur da filmlerinde sıkça işlediği kimlik arayışı/ bunalımı/ sorgulayışına mükemmel uyan bu metne kendi ustalığını ekler. Kavur'un atmosfer yaratışındaki becerisi gündelik hayattaki ilişkilerin sırrını açığa vuran detaylarla da Atılgan'ın metnine eşlik eder. Sınıf, erkeklik, kamusal alan, özel alan ve daha bir çok faktör karakterlerin davranış biçimlerini derinlemesine anlamlandırır. Atılgan'ın romanına ilk olarak "Sapık" ismi vermeyi düşünüşü de bir Hitchcock anıştırması yapar. Bu gerçekten bir tesadüf müdür? Zebercet her ne kadar annesinden pek bahsetmese de psikanatik bağını "dayılar"ın kaderi üzerinden şekillendirmemiş midir? Filmin kopyasının yenilenmesiyse seyirciye bu eskimeyen ve eskimeyecek başyapıtın daha iyi duyulması ve anlaşılması için tekrar ziyaret imkânı sağlayacak. Karakterin insanı çarpan hıncı seyirciye sinemanın bugünündeki akrabalarını da düşünme şansı verecek. Şilili yönetmen Pablo Larrain'in 2008 yapımı filmi Tony Manero gibi. Ya da Lanthimos sinemasının artık yalnız olmak zorunda kalmayan karakterleri gibi.