Yusuf Atılgan'ın karakterleri, romanlarıyla ortak özellikler taşıyan bu öykülerinde de bizatihi dünyada- olmayı sorun olarak görür
01 Haziran 2017 14:18
Yusuf Atılgan, ardında bıraktığı az sayıdaki yapıtta aşağı yukarı aynı izleklerin etrafında dolanmasıyla bilinir. Berna Moran, yazarın 15 yıl arayla yayımladığı iki romanı Aylak Adam ile Anayurt Oteli'ni değerlendirmeye geçmeden önce kitaplar arasındaki ortaklığı vurgular: “İki roman arasında öyle benzerlikler göze çarpar ki insan, Atılgan'ın aynı konuyu, farklı roman anlayışlarının getirdiği yeni bir teknikle ikinci kez yazmak istediği sanısına kapılabilir. İki yapıtın da başkişisi toplumdan kopmuş yalnız kişiler; ikisi de bir tek kadınla iletişim kurabilmede görüyor sorununun çözümünü ve ikisinin de çabası başarısızlıkla sonuçlanıyor.”1 Yusuf Atılgan romancılığını tetikleyen etkiler onun öykülerinde de kendini gösterir. Öykülerini topladığı kitaba adını veren “Bodur Minareden Öte” ile “Kümesin Ötesi” başlıklı metinler Yusuf Atılgan'ın varoluş sorunları karşısında aradığı çözümün izini sürmek için olanak sunar.
Temaları, saptadığı sorunlar ve bunlara getirdiği çözüm önerileriyle özellikle Albert Camus ile bağlantısı ve varoluşçulukla ilgisi sıkça ele alınan Yusuf Atılgan'ı reddetme bağlamında Descartes- Kant çizgisinde ilerleyen akılcılık ve angst kavramını açımlama bağlamında Heiddegger'le yan yana getirmek mümkün. Söz konusu iki öykünün adında geçen “öte” ifadesi yazarın alışılagelmiş varlık ve buna bağlı bilgi anlayışına sırt çevirerek farklı bir düzlemde yol alacağının işareti kabul edilebilir. Etkisini hâlâ sürdüren modern felsefenin kuruluşunda Descartes, bilen öznenin varlığı dışındaki her şeyi kuşkunun konusu olarak ortaya koyar. Doğa ve toplumu da içeren tüm dış dünyadan kuşkulandıktan sonra o an kuşkulanmakta/ düşünmekte olan bilincinin kuşkuya yer bırakmaksızın varlığını bildiğini ifade ettiği Cogito ergo sum önermesi ve buna bağlı gelişen süreç özne dışındaki varlıkların durumunu özneye bağımlı kılar. Şeyler veya kişiler, özne onlara yönelene dek öylece dururlar. Bu yaklaşım, 19. yüzyılda Dilthey öncülüğündeki hermeneutiğin insan/ toplum alanına ilişkin bilgi ortaya koymak söz konusu ise nesneye yönelen öznenin nesnede değişime neden olacağı, hatta öznenin hâlihazırda nesne tarafından etkilendiğini söylemesiyle büyük darbe alır. Ancak kuruluşu itibarıyla pozitivist olan toplumbilimi ve ondan hareketle işleyen etik/ siyaset mekanizması insanı veya toplumu bu indirgemeci yaklaşımla ele almaktan geri durmaz. Kant bilgiye konu olamayacak bir noumenon alanı tasarlar. Wittgenstein ise “üzerinde konuşulamayan hakkında susma”yı öğütler. Ötesine geçilemeyecek bu sınırlar, bilmeyi tümel olanı bilme şeklinde tanımlamakla ilgilidir. Yusuf Atılgan'ın itirazı bu noktada devreye girer.
Her bireyin yaşantılarının biricikliğini önemseyen Atılgan, en hafif etkisi “mahalle baskısı”, yaygınlaşmış hâli siyasî totalitarizm olan bilme/ yaşama durumuna karşı duruşunu “Bodur Minareden Öte” ile “Kümesin Ötesi”nde iki özel bölge kurgulayarak gösterir. “Kümesin Ötesi”nin anlatıcısı bir tavuktur. İçinde yaşadığı kümesi barındıran bahçenin duvarının yüksekliği, kanatlarının kırpılması, sıçrama yeteneğinin kısıtlılığı gibi fiziksel özellikler dolayısıyla sahibinin onu yerleştirdiği ortamdan uzaklaşamaz. Kendisine çizilen çerçevenin içinde yaşamak zorundadır. Atılgan'ın başka bir öyküsünde (Çıkılmayan) kahramanına söylettiği şu sözler tavuk için de geçerlidir: “Belli bir yaşayış uygulamışlar bana. Görünmeyen bir giysi giydirmişler. Sıkıyor beni, çıkarıp atamıyorum. Düğmelerini çözemem mi? Bu bile güç. Ya çıkarıp atanlar? Tutuyorlar onları. Deliler evine koyuyorlar ya da kodese.”
Tavuğun içinde bulunduğu durum Heidegger'in insanın dünyadaki durumunu anlatmak için başvurduğu “fırlatılmışlık” kavramıyla örtüşür. Kendi seçimine dayanmayan bir yaşayışın içindeki kişinin kendi varlığının farkına varması ise angst ile ilgilidir. Heidegger'in başyapıtı Varlık ve Zaman'ın çevirmeni Kaan H. Ökten'in angst için önerdiği karşılık “havf”tır. Korkudan farklı olarak havf (belli bir şeyden) korkmayı değil, hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korkuyu2 imler. Heidegger'in dilinde “Havfın nedeni bizatihi dünya içinde varolmaktır. (...) Buradaki tehdit belirli bir fenalık karakterine sahip değildir. Tehdit edilene, özel bir fiili varlık imkânı olmaklığıyla belirli bir cepheden gelinerek isabet edilemez. Havfın nedeni tümüyle belirsizdir. (...) Bu sebeple havf, tehditkâr olanın yaklaşacağı belirli 'buradan' ve 'şuradan' gibi yönleri 'görmez'. Tehditkar olanın hiçbir yerde oluşudur havfın nedenini karakterize eden. (...) İçimizi daraltıp sıkan şu veya bu değildir, hatta bütün mevcut-olanların toplamı da değildir. Bizi daraltan el-altında-olanların imkânı, yan, dünyanın bizatihi kendisidir.”3
Öyküde tavuğun sık sık “korku” sözcüğünü tekrarladığı, iç sıkıntısından, tedirginlikten söz ettiği görülür:
“İki kapı var avluda. Birisi (...) beni hem korkutan hem meraklandıran seslerle dolu sokağa bakanı.”
“Eskiden çok korkardım bu makastan. Kadından da korkardım. Gene de biraz korkuyorum ondan.”
“Biz, hepimiz de açgözlü, ama yanaşmaktan korkarak öyle, tetikte, güvensiz bekleşiyoruz.”
“Bir gün horozdan kaçarken doymamış, kadına korka korka hepsinden çok yaklaşmıştım. 'Gel, gel, korkma' dedi.”
“Ben içimde bir tedirginlik, bir güvensizlik, yüreğim küt küt, şaşırmış öylece durdum. Bu güvensizlik, bu yürek çarpıntısı neden bilmem.”
“'Nasıl yaklaşıyorsun korkmadan' diyorlar.”
“Ama adamın sözlerinde bana yabancı gelen, beni tedirgin eden bir hava var. Bütün gece uyudum uyandım hep canım sıkıldı durdu.”
“... her zamanki iç sıkıntısıyla damlara bakarken...”4
Tavuğun gerekçesini bilmediği bu korku ve iç sıkıntısı Heidegger'in havfıyla örtüşür. Tavuk, bununla baş etme veya bundan kaçma yöntemi olarak kümesin ötesine ulaşmayı düşünür. Kümesindeki horozdan hoşlanmamakta, ancak uzaktan gelen horozun sesini beğenmektedir. Böylece Aylak Adam'daki anlamsızlığı sevgiyle aşma çabası “Kümesin Ötesi”nde de karşımıza çıkar. Tavuk, fırlatıldığı dünyanın sınırını görmüş, onun ötesine geçilebileceğine kanaat getirmiştir. Dünyada- olmanın kaygısını yaşayan birey, varlığın gerçek anlamını bulmuş, ona ulaşmak için kendisine bir “öte” yaratmıştır.
“Bodur Minareden Öte”de ise anlatıcı beş yıllık evliliğinin sonunda -artık adını anımsamadığı karısı tarafından- ansızın terk edilmiş, yaşadığı kasabadan İzmir'deki ağabeyinin yanına iş arama yalanıyla yerleşmiş biridir. Zebercet'te ve C.'de görülen sevgi/ cinsel yakınlık aracılığıyla dünyaya tutunma isteği onda da bulunur. Öykülenen zamandan önce evli olması bir avantajdır onun için. Ancak evlilik de toplumsal yaşamın diğer alanları gibi bir kurgu ürünüdür. Onu sıkıntıya sürükleyen diğer ögelerden farklı değildir. Tanımlanmış bir güvenli alandır. Oysa o tutunacak dal aramaktadır. İçinde bulunduğu kaygılı hâl uykularına yansır: “İlk o gece kaydı altımdaki döşeme. Sonraları daha sık. Düşerken uzanır karımın kıllarına tutunurdum.” Arkasından gelen şu açıklama ise evliliğinin o aradığı tutamaç olmadığını gösterir: “O gece düşerken karımın kıllarına gerçekten tutundum. Bağırdı. Sabahleyin yoktu.” 5
Öykü kişisinin iç sıkıntısını rüya/ kabus düzleminde ele alması, burada düşme- tutunma metaforuna başvurması günlük dilden farklı bir işleyişe sahip bu alan ile Heiddegger'in havf için söylediği şu sözleri örtüştürmemize olanak verir:
“Havf hiçliği ifşa eder. Havf içinde, boşlukta yüzüyoruz. Daha açıkça: Varlık bütünlüğü ile kayıp eridiği için havf bizi boşlukta dolaştırıyor. Biz de birlikte kendimizden sıyrılıyoruz. Bu suretle bizzat biz -varolan insanlar- varolanın ortasında kendimizden geçip eriyoruz. Bunun içindir ki esas bakımdan, 'sana' ve 'bana' değil 'birisine' bir şeyler olur. Hiçbir şeye tutunulması mümkün olmayan boşlukta kalmanın sarsıntısı içinde varolmak, daha mevcuttur. Havf içinde dil tutulur. Çünkü varolan bütünlüğü içinde erir ve hiçliğin baskısı kendini hissettirir.”6
“Bodur Minareden Öte”nin kahramanı karısının terk edişinden sonra bilincine vardığı hiçliği aşmanın yolunu arar. İlk düşüncesi Anayurt Oteli'nde Zebercet'in seçtiği yol olan intihardır. Üç kez “yarın” diyerek intiharını erteledikten sonra, üçüncü gün vapurda karşılaştığı bir kız onun tutunmak istediği dal haline gelir. Takip eden günlerde aynı vapura biner, kızla rastlaşır. Aralarında bildik anlamda bir iletişim kurulmaz. Yine de birbirini anlar, severler. Anlatıcı, hiç konuşmadıkları hâlde, “İki pazardır bu bakışlardaki pırıltıya her şeyin bozulacağından, biteceğinden korkan bir çekingenlik katıldığını biliyorum. İkimiz de korkuyoruz” der. Bu noktada Atılgan'ın başardığı, modernizmin büyük rahatsızlıklarından “başkasının beni” sorununa, çizilmiş sınırlar dışında kalarak yaklaşmasıdır. Descartes'ın cogito'sunda dolaysız olarak bilinen sadece öznenin beniyken, Atılgan başkasının benine ait bir durumun (korku) da bilmeye konu olacağını ortaya koyar. Yalnızca bakışmak ve kızı takip etmekle sınırlı ilişkilerinde anlatıcı, kızın duygularını ve görüşmedikleri zamandaki yaşantısını betimler. Bunlar her ne kadar anlatıcının düş dünyasıyla ilgili gibi görünse de öykünün sonunda kızın yolladığı pusula durumu açıklığa kavuşturur. Kartezyen aklın “öte”sine geçerek başka türlü bir bilginin de mümkün olduğunu gösterir böylece Atılgan.
Öykünün kahramanı, kızı evine dek değil, onun gözden yittiği bir yapının önüne kadar takip eder. Oranın ötesine geçmez. Söz konusu yapının yıkılmış bir camiden kalmış bodur bir minare olması da kişi yaşamına çizilen sınırların eğretiliğini göstermek bakımından ayrıca dikkate değerdir. Bodur minarenin ötesi, “Kümesin Ötesi”nde olduğu gibi tanımlanmış alanın dışında bireyin var ettiği özel, biricik bir yerdir.
Yusuf Atılgan'ın karakterleri, romanlarıyla ortak özellikler taşıyan bu öykülerinde de bizatihi dünyada- olmayı sorun olarak görür. Sorunun saptanması korku veya havfın kavranmasıyla başlar. Çözüm içinse yazar öncelikle verili dünyanın dışında bir ada inşa eder. Hermeneutiğin getirdiği modern sonrası epistemoloji anlayışına da yaslanarak problemleri mutlakçı veya indirgemeci bir tavır takınmaksızın, insanın -toplumsal çevre de dahil olmak üzere- kendi dışındaki dünyayı görme/ bilme olanakları çerçevesinde değerlendirir. Böylece metinlerini farklı okumalara açık tutar.