Gaye Boralıoğlu'nun yeni romanı Dünyadan Aşağı, yaşadığımız bu vasat dünyaya dünyanın aşağısından sesleniyor, duymak ve görmek isteyene. Boralıoğlu ile çok sesli romanını konuştuk...
15 Mart 2018 14:10
Gaye Boralıoğlu'nun yeni kitabı dünyadan aşağı "küçük harflerle" yazılmış büyük bir roman. Edebiyatın yaralı meselelerinden biri olan "baba-oğul romanları" külliyatına yeni ve yarım bir cümle ekleme iddiasını taşıyan, okurunu da bu cümleyi tamamlamaya çağıran, aynı zamanda bir anti-kahraman roman.
Balat'ta bir ağacın altında "İnsan yaralı bir hayvandır," cümlesiyle açılıyor kitap. Hilmi Aydın'ın alnındaki yaranın derinliğiyle başlayan hikâye, kahramanının otoriteyle kurduğu ilişki, roman boyunca yemek tariflerinden insan olma, baba olma, oğul olma hallerine tarifsiz bir edebî kurguyla dilin bütün imkânlarını kullanarak kitap içinde kitap ve yine kitap içinde başka bir kitap olarak edebiyat tarihine geçiyor.
Kimi zaman "anlatılan" kimi zaman ise "gösterilen" bir şeydir hikâye, Boralıoğlu göstermenin ve anlatmanın her türlüsünü deniyor. Bu sebeple cesur ve aynı zamanda çok sesli bir roman bekliyor okurunu.
Yaşadığımız bu vasat dünyayaya dünyanın aşağısından sesleniyor, duymak ve görmek isteyene! İşte Gaye Boralıoğlu ile "dünyadan aşağı" konuşmamız...
Mübarek Kadınlar’dan Dünyadan Aşağı’ya kadar dört yıl nasıl geçti, önce buradan başlayalım; hâlinden, hâlimizden, neler yaptığından bu süreçte…
Berbat geçti, özellikle de son iki yıl. Memleketin hâli zaten malum, dünyanın ahvali de hiç parlak değil. Bir de, babamı kaybettim, hayattaki en büyük kaybımdı bu. Mübarek Kadınlar, iyi eleştiriler aldı. Yunus Nadi Ödülü’nü getirdi bana ki, benim için çok kıymetli. Fakat onunla ilgili yaşadığım mutluluk, bombalar, katliamlar, tankların arkasında sürüklenen cesetler, darbelerin arasında kayboldu gitti. Bu dört yılda tek iyi şey, kendimi emanet edebileceğim, beni dünyadan aşağı düşerken tutan bir sevdiğimin olması. Ona minnettarım, bu romanı da biraz onun sayesinde yazabildim. Bir de Almanya’da edebiyat açısından güzel şeyler oldu. Mübarek Kadınlar ve Meçhul yayımlandı. Meçhul Frankfurt Kitap Fuarı’nda Satırlar Arası’nda programına seçildi ve Katharine Kilisesi’nde Jan Wagner tarafından okundu. Birçok edebiyat festivaline katıldım, Alman ve Avusturyalı yazarlarla tanıştım. Sanırım bunlar sayesinde akıl sağlığımı koruyabildim. Ya da ben öyle sanıyorum, bilmem.
İlk ânı, ilk günü, ilk sayfayı ve onun bugün sende kalan duygusunu, hatırasını merak ediyorum…
Babam çok hastaydı, memlekette siyasî ortam inanılmaz gergindi ve ben hastane ile ev arasında hayalifener gibi dolanıyordum. Hayat kadar ölüm de anlamsız geliyordu. Babam hızla zihinsel melekelerini kaybediyordu, derin bir korku duyuyordum. Böyle durumlarda hep yaptığım gibi klasikleri okumaya döndüm yeniden. Kim bilir kaçıncı kere Kafka okumaya başladım. Delilik işte. O süreçte bu roman fikri belirdi. Notlar almaya başladım. Yapıyı kurdum kafamda, cümleler yazdım sağa sola, paragraflar. Başka okumalar yaptım bu çerçevede. Gene notlar. Bir de o dönemde gözümün önünde bir imaj vardı; bir ağacın altında alnında kurşun deliğiyle yatan, ölümle hayat arasında duran bir adam. Bu kadar. Sonra bir gün yazmaya başladım. Ama tam o ânı hatırlamıyorum. Bilmiyorum, kaydetmemişim. İşte diyorum ya hayalifener gibiydim, bir ara çakmış fener, yazmaya başlamışım demek ki.
Nasıl bir zamana yayıldı peki yazma süreci?
Şimdi yazma sürecine bakınca çok acayip geliyor. Felaket haberleri arasında üç ülke, beş şehir dolaştım. Bu romanı İstanbul, Datça, Urla, Berlin, Viyana’da yazdım. Yaklaşık iki buçuk yıl sürdü. Son bölümü Avusturya Literaturhaus’un davetlisi olarak Viyana yakınında bir Orta Çağ kentinde yazdım. O süreç çok müthişti. Büyük bir ayin gibiydi, sabah gözümü açıyordum ve akşam uykuya dalana kadar romanı çalışıyordum. Okuyordum ve yazıyordum. Yemek bile çok az yedim. Galiba edebî anlamda bir dönemeci orada geçtim.
Nasıl bir dönemeçti?
Romanı yazdığım süre boyunca daima bir vicdan azabı yaşadım. Dışarda insanlar ölüyor, kollar kopuyor, arkadaşların hapse giriyor sen burada Hilmi Aydın denilen herifle uğraşıyorsun. Sıklıkla Adorno’nun "Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” cümlesini düşünüyordum. Orada, Krems’te, Tuna nehrinin kıyısında ülkeme belli bir mesafeyle bakarken bir ikilemde olduğumu fark ettim, ya edebiyatı bırakacaktım ya da kendimi edebiyata adayacaktım. Bunun ne demek olduğunu burada anlatmam çok zor. Yazmayı bir ayin hâlinde yaşamak, kötülüğe karşı kinimi bileyip hafızamı edebiyat için güçlendirmek, kötülüğün üzerine örtülmüş görünmezlik örtülerini açmak için bir dil bulmak... Böyle, yolumu böyle çizdim. Şimdilik bu kadar söyleyebilirim.
“Altın Boynuz’un kenar süsü Balat”tan, yani aslında kendine seçtiğin ya da belki hikâyenin kendine seçtiği mekândan söz edelim biraz da. Balat’ın seni çeken özelliği ve “kenar süsü” olmasının da bir etkisi var galiba.
Balat’ı çok severim. Senelerdir her fırsatta giderim. Bir ara oraya yerleşmeyi de düşünmüştüm ama olmadı. Balat bu kitabın ruhuna uygundu. Benim yaratmayı arzu ettiğim atmosferi besliyordu ve aynı zamanda, tarihsellik, gelenekle modernite arasındaki gelgitler, orta ve alt orta sınıf dünyası açısından da kitabın meselelerine uygundu. Balat benim için İstanbul’un büyülü yerlerinden biridir, umarım o büyü romana da sinmiştir.
Dünyadan Aşağı aslında kitap içinde kitap olan başka bir kitap. Anlatıcısı çok; sırlar kitabı var, Selim Aydın’ın sesi var, Hilmi’nin sesi var, anlatıcının sesi var. Açıkçası bu tür çok anlatıcılı, dolayısıyla anlatımı ve dili farklı olan metinlerde karşımıza çıkması olası karmaşadan çok uzağız. Gerçek anlamda akıcı ve birbirini tamamlayan bir metin ve kurgu var. Bir yandan da senden okumadığımız farklı bir anlatım bu. Belki çok karıştırdım ama bu romanda Gaye Boralıoğlu’nun edebiyattaki dil ve anlatım kaygısının, derdinin rolü neydi? Neler oldu bu sesler ve anlatıcılarla yazım sürecinde…
Şöyle söyleyeyim iddiam bir senfoni yazmaktı. Bir türkü değil ya da bir pop şarkısı hiç değil. Çoksesli kocaman bir senfoni, kemanlar olsun, vurmalılar olsun, arada bir trompet solo işitelim, sonra diğer üflemeliler girsin... Böyle bir büyük orkestra. Klasik edebiyatta bu yapıldı, bunun mümkün olduğunu biliyordum. Ama çağdaş edebiyat büyük oranda tek seslileşti. Ya tek sesli ya da solo performanslar... Bir de Türkiye’de ben yazdım olducular var, malumatfuruşluk da başka bir yerden edebiyatı kemiriyor. Okur olarak isyan ediyorum ben bu hâle. O zaman yazar olarak bir cevap bulmak zorundaydım. Dünyadan Aşağı vasatlaşmaya bir cevap iddiasındadır, her türden vasatlaşmaya.
Bu kitapla yazınızın değiştiğini, dönüştüğünü düşünüyorum… Şimdi bu söylediklerin de, eğer yazının değiştiği fikrime katılıyorsan, olan bitene karşı bir duruş diyebilirim. Bundan sonrasını elbette bilemezsin ama senin yazınında her şey daha farklı olacakmış gibi…
Aslında ben uzun süredir roman yazmıyordum. Son romanım Aksak Ritim 2009’da çıkmış, arada bir gençlik romanı var, onu saymıyorum. Aşağı yukarı 10 yılda roman adına başka şeyler biriktirdim. Eksiklerime baktım, hedeflerimi keskinleştirdim, klasik romana dönüp başka gözlerle okudum. Bir de tabii az önce sözünü ettiğim hayatın bana dayattığı bir hesaplaşma var. Bilmiyorum, büyük iddialar ortaya koymaktan korkarım, kendime koyarım da bunu dillendirmek hoş görünmüyor. Tek bildiğim, Dünyadan Aşağı benim için bir dönemeçtir. Gerisini hep birlikte göreceğiz.
Ve işte o, “tarifi zor adam” Hilmi Aydın. Kim Hilmi Aydın? Nasıl girdi senin zihnine, duyguna, aklına?
Hilmi Aydın vasat adamdır işte. Kötü değildir, iyi de değildir. Faydası yoktur, zararı da pek yoktur. Durur, bakar, döner gider. Seveyim mi kızayım mı arada bırakır sizi, sersemletir, o sersemlikten yarar umar fakat elde ettiği yararı hayra kullanamaz. Hâli yoktur ya da hedefi yoktur. Her şey ağzıma düşsün ister ama ağzını açmaz. Böyle biri işte... Yakın geliyor, değil mi? Memleket kadar yakın. Hilmi Aydın şikâyet ettiğimiz hâlimizin sebebine ayna tutma ihtiyacından doğdu. Bizi bu iktidara layık gören zihniyeti tarif etme ihtiyacından.
Sevdin mi peki onu ya da ona çok kızdın mı? Mesela ben her türlü olumsuz hâline rağmen nedense “kötü” diyemedim, “kötülük” yahut “cehennemlik” bir durum göremedim. Sence nasıl biri?
Musibet adam Hilmi Aydın, insan olanlarından nefret ediyorum. Elimde olsa bir kaşık suda boğarım. Ama edebî bir karakter olarak bence muhteşem. Yani bunu romanı övmek için söylemiyorum öyle bir karakteri yazmak muhteşem. Kaypak, riyakâr, kendine Müslüman bir adam. Hatta cehennem korkusuna rağmen tam anlamıyla Müslüman bile olamayacak kadar tutunamayan. Yazma kısmında ise şunu söyleyebilirim. Siz karakterinizin ağzından bir cümle yazıyorsunuz ve okuyucunun ona inanmamasını istiyorsunuz. Başka artı hiçbir cümle koymadan, öyle bir cümle yaz ki doğru olsun ama okuyucu buna inanmasın. Bunu yaptım. Bu çok zevkliydi. Bir de dilin bütün imkânlarını kullanmak istedim, çünkü bu, senfoni yazmak için şarttı.
Hilmi Aydın için günümüzün Aylak Adam’ı diyebilir miyiz?
Diyebiliriz, günümüzün Aylak Adam’ı ya da bir nevi Oblomov'u da diyebiliriz. Hayatın güzel akışını tıkayan anti-kahraman geleneğinin bir devamıdır Hilmi.
Babanı kaybedişin ve romanın baba-oğul ilişkileri üzerine de gitmesinin birbiriyle bağı olup olmadığını sorgulamayacağım, bu çok klişe geliyor ama yine de romandaki “baba” meselesini günahıyla sevabıyla konuşmak isterim…
Bunu söyleyebilirim, çok kolay çünkü Dünyadan Aşağı’daki baba figürleriyle benim babamla ilişkimin hiçbir ilgisi yok. Benim babam çok sevgili bir adamdı. Bana rock’n roll yapmayı öğreten, kulağıma masallar uydurup anlatan, insanları güldürmeyi seven, neşeli, tatlı bir adam. Romandaki babalar çok farklı. İkisi de diğerkâm olmayan, kendi merkezinde duran babalar. Tabii farklılıkları da var, ama bunlar üzerine fazlaca konuşursam roman okumanın keyfi kaçacak gibi geliyor. Ben aslında özellikle Hilmi ve babası arasında kurduğum ilişkiyle vasat bir insanın otoriteyle kurduğu ilişkiyi tarifledim.
Ve tabii Özge Dirik’ten bir dize ama işte tam da o cümle ile başlaması romanın. “Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu” sanki tam da bunun romanı Dünyadan Aşağı ve bu dize bir “çıkmaz”a işaret ediyor bir yandan da…
Evet, Özge Dirik hayatın merkezine baba figürünü koymuş, ne oluyorsak aslında orada oluyoruz. Bir mihenk taşı o ilişki. Çünkü ataerkil bir toplumuz. Ya varlığıyla kavgalaşıyoruz, ya yoksun kalıp mahzunlaşıyoruz, ya otoritesi altında titriyoruz. Varlığımız oradan şekilleniyor aslında, hatta annemizle ilişkimiz bile. Bu bir genelleme tabii, istisnalar olmayacağı anlamına gelmiyor. O ilişkinin içinde kendi yolumuzu buluyoruz ya da Hilmi gibi bulamayıp rezil oluyoruz. Devletle de ilişkimiz böyle çünkü o da bir baba bizim toplumumuzda. Bu konuda çok uzun konuşulabilir, çok derin ve önemli bir mevzu, şimdilik böyle bir girişle bırakalım istersen.
Erkek anlatıcılara gelelim. Elbette “kadın gözünden erkek anlatmak gibi derinlikli bir soru” sormayacağım, cinsiyetsiz bir yerden baktığını da biliyorum ama o hâli merak ediyorum. Aslında bir yandan da erkeğin tüm hâllerini kadınlar çok iyi biliyor gibi, hele ki Hilmi Aydın gibi birinin… Ama tabii burada Selim Aydın var, Ali Cemal var. Çok erkek olmasına rağmen bir yandan da çok insan hâli…
Hayatın insana verdiği bir bilgi var. İnce ince insan zihnine sızan bir bilgi. Dilin, sözcüklerin çok ötesinde, hava kadar belirsiz bilgi. Cinsiyetler, karakterler, çatışmalar falan çok sonra geliyor, öğreniliyor. İnsanın kendi içindeki Tanrı’dan bahsediyorum, her şeyi gören gözden. O gözün gördüğü bilgiden. Ben o bilgiyle hemhâl olma derdindeyim. Hava kadar uçucu o bilgi nasıl dillendirilir, nasıl vücut bulur, edebiyattaki derdim bu. O gözle bakabildiğin zaman, burnunun dibindeki adamın ne kadar Hilmi Aydın olabildiğini görüyorsun, ya da kendinin ne kadar Selim Aydın olduğunu fark ediyorsun, Ali Cemal’in çaresizliğini yaşıyorsun.
“Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir. Yani sen artık benim öznem olmuştun, bütün varlığınla benim içimden geçerek yeniden canlandın.” Bu cümlenin yazarı, kitabın yazarı. Sen ve kitabın yazarı hangi yollarda ayrılıp birleşiyorsunuz?
Bu noktada epeyce benziyoruz. Tam da bu nedenle edebiyatı çok önemsiyorum. Her türlü tırnak içindeki bilimsel bilgiyi tahrif edebilirsiniz. Hele sosyal bilimlerde bu çok mümkün, tarihi çarpıtabilirsiniz, büyük kuramları alaşağı edebilirsiniz. Çünkü bütün bu bilgiler bir şeyin gerçek olduğu savına dayanır ama gerçek değişir. Anlamsızdır demiyorum ama gerçeğe dayalı öğretiler daima değişmelere ayak uydurmak zorundadır. Ama edebiyatın gerçekle işi yoktur, edebiyat kurgudur, çarpıtılamaz, zaten çarpıktır. O çarpıklıktan ya da daha iyisi çarpımdan zamansız, sınırsız bilgiler gelir, bunu çok kıymetli buluyorum.
Kitabın yazarı diyor ki: “Örneğin, önce seni konuşturmamdan, onun arkasından yazarın söz almasından ve senin söylediklerini kâh yalanlayıp, kâh tamamlamasından hoşlanmayacaksın. Ama bil ki, bunu özellikle tercih ettim. Kimileri bunu kibir gibi görebilir, oysa benim için bir saygı ifadesiydi. Her okur ilk kez okuduğu metne benzersiz bir bağla bağlanır. Ardından ne söylenirse söylensin sonuçta ilk metin ruhta en derin izleri bırakandır, o yüzden de ardından ne kadar kötü eleştiri yazılmış olursa olsun, okurun bir metinle kurduğu ilişkinin düzeyine asla erişemez. Yani bu kitaptan daha çok akılda kalan senin cümlelerin olacaktır, emin ol.” Sen de böyle düşünüyor musun?
Burada iki mesele var aslında. Biri, biricik olan insan varlığı üzerine kesin bir cümle kurmanın imkânsız olması. Benim Meçhul’den beri romanlarımda mesele ettiğim konu. Her insan, kendi dili kadar vardır, ne söylüyorsa odur. Üzerine söylenen her söz başka zihnin ürünüdür. İlk söze, insan sözüne kulak açmak zorundayız. İkinci mesele ise edebiyatla ilgili. Bir nevi edebiyata güzelleme. Eleştiriyi elbette çok önemsiyorum ama o yorumlayan zihindir, yaratan zihin değil. İlk söze kulak vermek gerek, önyargısız biri olarak. Her türlü bilginin üstünde, kör bir cahil olarak. Böyle yapabildiğimizde ancak o Tanrısal töze, varlığın özüne ulaşabiliriz.
Peki, son soru; dünyadan aşağısı neresidir?
Dünyadan Aşağı bir yarım cümledir, her okur kendi tamamlar.