Kültür alanına bir katkı sunduğumuz için devam ediyoruz: Aras Yayıncılık

Yayıncılık dünyamızı konu alan söyleşi dizimizin üçüncü konuğu Aras Yayıncılık ve Rober Koptaş. Anahtar kelimelerimiz elbette var ama bu kez en çok Türkiye'de Ermeni kitapları yayınlamak, cesaret, dayanışma ve inancın izinde konuştuk

31 Mayıs 2018 14:00

"Biz unutulmaya yüz tutmuş ya da kenarda bırakılmış nitelikli işleri su yüzüne çıkarmaya çıkarmaya çalışan ama bunu yaparken de aynı zamanda insan yetiştirmeye çalışan, buna özen gösteren, o üretim ilişkilerine önem veren bir yayıneviyiz."

"Kitabevlerinde bizi çok fazla göstermiyorlar, muhtemelen politik olarak da göstermek istemiyorlar ama mesela internet siteleri üzerinden bizim kitaplarımızın iyi sattığını biliyoruz."

"Kitap değil de onun yerine kıyafet de satabilecek insanların olduğu bir sektör hâline geldi. Bir sektör hâline geldi diyoruz işte, mesele de bu aslında. Ama Türkiye gibi bir ülkede, demokratikleşme kavgasının 100-150 yıldır sürdüğü bir yerde yayıncılık sadece bu olamaz diye düşünüyorum ben, sadece profesyonellerden ibaret olamaz."

"Avesta’yla ilgili açıklamayı yayımladığımızda bunu yapanın sadece biz olmamız bir acayipti. Ya da Osman Kavala’nın başına bir şey geldiğinde, İletişim Yayınları’nın kuruluşuna katkıda bulunmuş bir insan olarak, kültür ortamımıza çok değerli katkılarda bulunmuş ve bulunmakta olan bir insan olarak Osman Kavala tutuklandığında, yayıncıların bununla ilgili bir şey söylememesi çok ciddi bir vebal. Darbeler gördük, cinayetler, katliamlar, işkenceler gördük, hepsinde iyi kötü bir dayanışmayı canlı tutabildik, peki bugünün baskı ortamını aştığımızda birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız yarın?"

"Özellikle fuarlarda gördüğüm devasa stantlar da, yayıncı tipleri de bana artık siyasî bilinçle ve kültürel üretim bilinciyle, aynı zamanda bir muhalif-eleştirel bilinçle yayıncılık yapan insan sayısının giderek azaldığını, profilin gittikçe değiştiğini gösteriyor. Burada kendimizi suçlamalıyız, bunu söylüyorum diye ben temize çıkıyor değilim, bizim o anlamdaki dayanışma ağımız çok cılız."

"Türkiye’nin Türkçe dışındaki dillerini öğrenenlerin sayısındaki azlık, daha doğrusu yokluk. İşte, yıl 2018 ve Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmez etnik olarak Türk olup Ermenice öğrenme zahmetine katlanan insan sayısı. Bu toprağın dillerinden birinin Türkiye’de aydın sınıfı tarafından görmezden gelinmesi bana çok ilginç geliyor."

                                       ***

Yayın dünyamızı mercek altına almak, görmezden gelinen sorunları gündeme getirmek için başlattığımız söyleşi dizimizin üçüncü konuğu, bu yıl 25. yaşına giren Aras Yayıncılık ve Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş... 

Aras Yayınları'nın yola çıktığı zaman nasıl bir yayıncılık dünyası vardı diye soruyorum. Gülümsüyor ve "Virgül dergisinin var olabildiği bir yayın dünyasıydı" diyor ve sonrasında cesaret ve inancı kendine "yurt" edinmiş o isimleri sayıyor: Yetvart Tomasyan, Ardaşes Margosyan, Payline Tomasyan, Mıgırdiç Margosyan ve Hrant Dink... Tarihî bir binanın zemin katında, pencerelerinden görülen dünyadan başka bir dünyayı anlatan kitapların ve kâğıtların gölgesinde uzun uzun konuşuyoruz. 

Ne kadar oldu Aras’la yolun kesişeli?

Çok oldu. Biraz komik oluyor böyle söylemek ama ben ‘95’te üniversite öğrencisiyken başladım buraya. Yani 23 sene oluyor.

Burası zaten ‘93’te kuruldu, değil mi?

Evet, iki sene sonra filan gelmişim, üniversite ikinci sınıftaydım, cep harçlığımı çıkarayım diye başladım. Okuldan sonra buraya geliyordum, getir götür işleri yapıyordum, kitap taşıyordum, ufak tefek dizgi veriyorlardı. Zaten çok küçüktü yayınevi, yani hâlâ küçük ama o zaman iyice küçüktü.

 

Yine burada mıydı, başka bir yerde miydi?

Bu binadaydı (İstiklal Caddesi üzerindeki Hıdivyal Palas) ama ikinci katta üçe dört bir odamız vardı, 12 metrekare. Mıgırdiç Margosyan ve Payline Tomasyan oturuyorlardı. Benim de ütü masası diye andığım, çapraz ayak ipince bir masam vardı. Üzerinde bir Macintosh LC vardı, onda çalışıyordum. Üç ya da dört kitabımız vardı.

Arada Agos var, 2006’da Agos’ta yazmaya başladım, hâlâ burada çalışıyordum, Hrant Abi sağdı. 2007’de cinayet oldu, gazetede ihtiyaç hasıl oldu, daha çok gidip gelmeye başladım. Hâlâ burada çalışıyordum. Bir süre sonra yarı zamanlı Agos, yarı zamanlı Aras devam ettim. Sonra Etyen Mahçupyan, burada benden sonra senin yayın yönetmeni olmanı düşünüyoruz, daha fazla gel, biraz daha işin içine gir deyince daha yoğun gitmeye başladım. Yani yaklaşık 2009’la 2015 arası Agos mesaim arttı, 2010’da zaten yayın yönetmeni oldum.

Peki, ‘95’te buraya başladığın zamanki yayın dünyası nasıl bir yayın dünyasıydı bugünle kıyasladığın zaman?

Belki biraz psikanaliz gibi olacak ama bu soru karşısında ilk aklıma gelen Virgül dergisi oldu. Virgül dergisinin var olabildiği bir yayın dünyasıydı. Sorunun cevabı biraz nostalji barındıracak ister istemez ama hatırladığım kadarıyla daha küçük ve daha samimi, henüz profesyonelleşmenin tam girmediği, rekabetin elbette ki olduğu, ama herkesin birbirini daha iyi tanıdığı, aşağı yukarı birbirine benzeyen insanların ürettiği ve üretilen ürünün daha kolay görünebildiği bir ortam vardı. Aras boyutunda, o zaman yılda üç-beş, bugün yılda 20-25 kitap üreten yayınevlerin kendilerini göstermeleri günümüz koşullarında çok daha zor, o gün biraz daha kolaydı. Yani tek kitapla bile gazetelerde yazılarınız, hakkınızda eleştiriler çıkabiliyordu. Virgül dedim, bir kitap dergisinin, neredeyse akademik düzeyde diyebileceğim bir kitap dergisinin, gerçek anlamda kitap eleştirisiyle var olabildiği ve o ortamda kitabın tartışılabildiği ya da daha nitelikli tartışılabildiği bir ortamdı. Bugün de tartışılabiliyor belki ama nitelikte bir sorun var. Gazetelerin verdiği kitap eklerinin öncesindeki bir dönemdi. Her zaman söylendiği gibi, kitap ekleri o niteliği çok zayıflattılar, kitap eleştirisinin kitap tanıtımı olarak algılanmasına neden olan derin ve olumsuz bir etkileri oldu. Herhalde o ortam da Aras’ı kuranların Aras’ı kurma cesaretini göstermesini sağlamıştır. Bir yayınevi kuracağız, Ermenilerle ilgili yayın yapacağız, Ermeni edebiyatından çeviriler yapacağız ve bir şekilde bu piyasanın içinde var olabileceğiz, yaşayabileceğiz diye bugün belki çok cesaret edilemeyecek bir şeye cesaret edilmesini sağlayabilecek bir ortam vardı, demek ki.

Rober Koptaş

Evet cesaret ama salt ortam da değil, gerçekten inanmak ve inandığının peşinden inatla gitmek de var sanki. Bir direnç ve direniş ruhu olmadan bu tür bir yayıncılık yapamazsınız.

Birkaç parametre var bence, Aras’ın kuruluşuyla ilgili, ‘90’lu yıllardaki gelişmelerden çok bağımsız değil. Kaba hatlarıyla söylersek, Sovyet Bloku yıkılmış, dünyanın nereye gideceği pek belli değil, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği biraz daha ciddi bir ihtimal hâline gelmiş, dolayısıyla hem Avrupa’nın dayattığı birtakım demokratik kriterler var, hem de buna içeriden tepkiler var; milliyetçi, devletçi partilerin iktidarda olduğu bir durum var, buna karşılık yükselen bir Kürt hareketi ve kimlik siyasetinin açtığı bir alan var; Kürt hareketinin açtığı alanda, azınlıkların da birtakım saldırılar nedeniyle kendilerini daha fazla ifade etme ihtiyacı içinde olduğu bir ortam var. Agos ve Aras yakın zamanlarda kuruldu, Aras biraz daha erken ‘93’te, Agos ‘96’da. Temel mesele, ASALA’nın terör eylemleri sonrasında Ermeni kimliğinin küfürle anılıyor olması ve buna indirgenmesi, Ermeni kültürel üretiminin ve genel olarak Ermeniliğin silinmek istenmesine bir tepki koymak arzusuydu. Çok verilen bir örnektir. Dolmabahçe Sarayı’ndan bahsederken bile Balyan Ailesi tarafından yaptırıldığı söylenmiyor, rehberler sarayın mimarlarının İtalyan Ballini Ailesi olduğunu anlatıyorlardı. Bu tür şeyler arttıkça, Ermeni cemaati içerisinde entelektüel yapının taşıyıcısı olan insanlar, bunu anlatmamız lazım, Ermeni olarak burada yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı, hem dertlerimizi hem de geçmiş zamanda başımıza gelenleri anlatabilmemiz lazım dediler. Bunu anlatmak da yazı çiziyle, kitapla, gazeteyle olur; bu hem varlığımızın tanınmasını hem de dertlerimizin görünmesini sağlar ve aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesine de kendi çeşnisini katar diye düşündüler. Bu meseleler daha iyi bilinirse hem geçmişle ilgili bir hesaplaşma, yüzleşme imkânı sağlanır hem de memlekette kültürün çoğulculaşmasına bir katkı sağlanır, gibi bir gaye vardı.

Bu mücadeleyi veren insanların hepsi 60’lı ve 70’li yıllarda Türkiye sol hareketinin içinde az ya da ya da çok yer almış, onunla temas etmiş isimler. Aras’ın kurucuları, Yetvart Tomasyan, Ardaşes Margosyan, Payline Tomasyan, Mıgırdiç Margosyan, ayrıca Hrant Dink de Aras’ı kuranlardan biriydi. O bir süre sonra, benzer entelektüel geçmişe sahip insanlardan oluşan bir ekiple, biraz daha güncele dair bir iş yapmak istediğinden, buradaki arkadaşlarından müsaade isteyip Agos’u kurdu. Gaye yine aynıydı. Dolayısıyla Aras da Agos da, gençliklerinde solla tanışmış, Türkiye sol hareketin içinde yer almış, bu hareketle temas kurmuş Ermeni entelektüellerin hem Ermenilikle hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi ve çoğulculuğuyla ilgili kaygı ya da mücadelelerini taşıdıkları iki mecraydı. Sözünü ettiğin inat ve inanç muhakkak bu düşünsel ve duygusal arkaplanla ilgiliydi.

Peki sence o gayelere bir nebze olsun ulaşılabildi mi?

Ben amacın çok pür ve doğru olduğuna inanıyorum. Zamanlar çok değişti, artık daha da hızlı değişiyor. ‘90’lardan bahsediyoruz, bugün 2018’ler, neredeyse 2020’ye geliyoruz. Aras’ın 25. yılına geldik, Agos 20. yılını geçti. Bu iki kurum da aşağı yukarı aynı misyonu halen taşıyorlar. Elbette farklılıklar var ama hâlâ o gün söylenen şeyleri, yani Ermeni kültürünün varlığını, Ermeni kültürünün bu topraklara sağladığı katkıyı, çoğulcu bir Türkiye hayalini, demokratik bir Türkiye hayalini taşıyan insanlar, benzer işleri yaparak bir şeylere katkı sağladıklarına inanıyorlar. Demek ki buna hâlâ ihtiyaç var ve demek ki başlangıç amacı doğru. Ne kadarının başarıldığı ne kadarının başarılamadığına bakılabilir elbette. Bir yerden baktığımızda belki hiçbir şey başarılamamış gibi de görülebilir.

Neden?

Çünkü hâlâ devletçi, milliyetçi eğilim çok yüksek. Ermenileri yok saymaya ya da başka benzer grupları yok saymaya meyilli çok büyük bir kitle var ve devlet mekanizması da böyle işliyor, bunu sürekli yeniden üretiyor. Bu bakımdan çok bir şey değişmemiş gibi görünebilir ama özellikle duyarlı, demokrat, özgürlükçü toplumsal kesimlere baktığımız zaman burada müthiş bir farkındalık yaratıldığını, bu alana ciddi bir entelektüel malzeme sağlandığını, ciddi bir tartışma ortamı yaratılabildiğini ve bunun da nihayetinde Türkiye’deki demokratik kültüre bir katkı sağladığını söyleyebiliriz.

Aras ya da Agos olmasaydı diye düşünüyorum şimdi de… Sen ne dersin?

Ermeni meselesine, dolayısıyla Türkiye’nin geçmişine dair ne bilinirdi, neler eksik kalırdı, sağlanan bu entelektüel malzeme olmasaydı kimlerden, nelerden, ne tür edebiyatlardan, hangi eserlerden haberdar olunmazdı, Türkiye entelijansiyası neleri bilmezdi diye baktığımız zaman, herhalde bayağı bir kayıp olurdu, bayağı bir şey eksik kalırdı, o anlamda başarılı olduğumuzu söyleyebilirim. Bu bir farkındalık yaratma mücadelesiydi ve bu anlamda ciddi yol alındı. Entelektüel camia ya da duyarlı camia Ermeni meselesi hakkında çok şey öğrendi, Aras da buna malzeme taşıdı ama Hrant Dink hem yaptıklarıyla, hem de ölümüyle ve ölümünün yarattığı şokla, değiştirdi, dönüştürdü. Bütün bunlar, başlangıç noktasına, ‘90’lı yılların ilk yarısına, Ermeni meselesine dair neredeyse hiç kimsenin bir şey bilmediği duruma bakarsak bir genişleme sağladı. Bugün belirli bir dünya görüşüne sahip insanlar açısından, kendini özgürlükçü, demokrat, solcu, liberal diye adlandıran insanlar için bir Ermeni meselesi var, bunların büyük çoğunluğu en azından o geçmişte bir soykırım yaşandığını kabul ediyor, burada müthiş bir insan mirasının, kültürel mirasın heba edildiğini kabul ediyor ve bu tarihi tanıyor. Yakın tarihe kadar o kitle yavaş yavaş büyüdü. İnsanlar farkına vardılar, okudular, öğrendiler, yeni yazarlarla tanıştılar ama son senelerde memleketteki demokratik ortamın ağır bir saldırıya uğraması, konuşma imkânının kalmaması, her türlü mecranın bir anlamda boğulması Ermeni meselesinin de konuşulamaz hâle gelmesine neden oldu. Bugün hiçbir şekilde gündemde değil bu mesele, beş sene öncesine kadar televizyonlarda programlar yapılıyordu, tartışılıyordu, insanlar çıkıp konuşuyorlardı, bugün başka bir sürü meselede olduğu gibi bu alanda da bütün görünürlük yolları kapalı. Bu şunu getirdi: Daha önce bu meselelerden haberdar olmuş kitle hâlâ haberdar, belki bizim çıkardığımız kitaplar, belki başka yayınevlerinin çıkardıklarıyla, bu alan beslenmeye devam devam ediyor ama yeni insanlara ulaşmak çok fazla mümkün olmuyor. Bilgide yıllar içinde derinleşildi ama bilgi sahibi insanların niceliği açısından bir genişleme gelmedi son yıllarda. Bu anlamda bir tıkanma hâlindeyiz ve mevcut koşullar altında bunu aşabilecek mekanizmalar bizler için söz konusu değil. Çok küçük, çok güçsüz, esasen sadece simgesel değeri olan yapılar bunlar. Yaşadığımız tıkanma ise çok daha geniş bir sorun ve memleketin sıkışmışlığıyla, bir anlamda boğulmuşluğuyla ilgili. Ancak orada bir rahatlama olursa bu ve benzeri bir sürü alanda yeniden konuşmaya başlayacağız.

Aras’ın ilk kitaplar neydi?

Mıgırdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi kitabı ve Ermenicesi Mer Ayt Goğmerı, bir de Ara Güler’in öykü kitabı Babil’den Sonra Yaşayacağız ile Ermenice Papelonen Verç Bidi Abrink.

Kaç kitap bastınız bugüne kadar?

210 oldu. Bunların aşağı yukarı 150-155 kadarı Türkçe, 55-60 kadarı da Ermenice.

Ermenice kitapların satışları şu anda nasıl? Geçmişte nasıldı? Ermenice kitap satın alıyor mu Türkiye’deki Ermeniler?

Çok az, çok çok az. 1000 basıyoruz ama o 1000, Türkçenin 1500’ü veya 2000’i gibi olmuyor, daha uzun zamanlarda tükeniyor. Türkiye’de Ermenice bilen çok az insan var, Ermeniceyi edebiyat okuyacak kadar bilen daha da az insan var, Ermenice okuma alışkanlığına sahip olan daha da az insan var. Bu neredeyse bizim delice bir direniş ruhuyla yaptığımız bir şey. Bu devam etmeli, durmasın, damla damla da olsa kitap üretilebilsin diye… Akılla, mantıkla açıklanabilecek bir şey değil. Sadece para kaybediyorsunuz ama bunu düşünerek yapmıyoruz zaten.

Ama bir taraftan baktığım zaman da Aras kâr amacı gütmeyen bir yayınevi.

Öyle kuruldu, öyle de devam ediyor. Vakıf olmanın devlet denetimine daha sıkı maruz kalmak anlamına geleceğini düşünüp daha kolay diye şirket olarak kurmuşlar. Aslına baktığınız zaman Aras vakıf ya da dernek olarak kamu yararına kabul edilmesi gereken bir yapı. Bu koşullarda zaten kâra geçmesi kolay değil, çünkü satış şansı yüksek kitaplar değil, kültürel olarak değerli kitaplar üretiyor ısrarla.

Kaç editör var?

İki kıdemli, iki yetişmekte olan editör olmak üzere dört kişi çalışıyoruz.

Peki nasıl bir yayın politikanız var? Bir kitaba nasıl karar veriyorsunuz? Hangi aşamalardan geçiyor kitap? Buradaki o çalışma ortamını biraz anlatabilir misin?

Bu editör sayısı Türkiye yayıncılık standartları açısından daha çok kitap üretecek bir kadroya işaret ediyor aslında. Yani dört editörle, hatta dışarıdan katkı verenleri de hesaba katarsak, beş-altı kişiyle daha fazla kitap üretmesi gerekir.

 

Ama sizde delice bir titizlik var, biliyorum. Künyeleriniz hep kalabalık…

Esasen Ermenice eserle Türkçe çeviri arasında çalışabilecek editör yetiştirmeye çalışıyoruz, bunu başarmak çok kolay değil. Editörü de kültür alanına belli bir değer taşıyabilecek, bunun için gerekli entekeltüel donanıma sahip insan olarak görüyoruz. Ve evet, belli bir titizliğimiz var, bunun da elzem olduğunu düşünüyoruz. Bu fazladan bir şeymiş gibi konuşuluyor bazen ama, aslında bizim mesleğimizin doğasında olan bir özellik bu. Titiziz tabii, kaliteli metinler çıkarmaya çalışıyoruz, çeviriler üzerinde çok çalışıyoruz, kitapları nasıl daha iyi sunarız diye düşünüyoruz, çünkü sevdiğimiz işin gereklerine uygun davranmaya çalışıyoruz. Üstelik Ermeniceden çevirmen yok, profesyonel çevirmen hiç yok.

Mehmet Fatih Uslu var benim en iyi bildiğim…

Evet, Allahtan Mehmet Fatih Uslu Ermenice öğrendi de Ermeniceden yapılmış gerçekten nitelikli çeviriyle çalışabiliyoruz. Ancak o esasen bir akademisyen, çalışmalarını sürdürürken sağolsun bize de her yıl bir kitap çeviriyor. Onun gibi insan da çok az maalesef Türkiye’de, kimsenin Ermenice, Rumca, Kürtçe öğrenmek gibi bir derdi yok. Biz genelde zorlu metinlerle, sorunlu çevirilerle uğraşıp onları kitap hâline getirmek gibi bir çabanın içinde olduğumuz için az ürettik. Son yıllarda o verimi artırmış olsak da 25 yılda 210 kitap neredeyse hiçbir şey demek. Büyük bir yayınevinin iki yılda basacağı kitap bu. Ama bu kadar az sayıda insan tarafından bilinen, konuşulan bir dilin çevirisini yapmak, kimselerin okumadığı o dilde kitap basmak, bunu bugüne taşımak, geçmişten geleceğe bir köprü kurmak gibi delice bir uğraşın doğasına içkin bir zorluğu var ve biz bu zorluğun içinde üretim yapmaya çalışıyoruz. Yayıncılık dünyasının ya da yazı çizi alanının dışında olanlar için tabii çok kolay anlaşılabilir şeyler değil bunlar ama bizim karşı karşıya kaldığımız durum bu. Biz unutulmaya yüz tutmuş ya da kenarda bırakılmış nitelikli işleri su yüzüne çıkarmaya çıkarmaya çalışan ama bunu yaparken de aynı zamanda insan yetiştirmeye çalışan, buna özen gösteren, o üretim ilişkilerine önem veren bir yayıneviyiz. Bu anlamda bir yayınevinden çok belki bir enstitü işlevi görüyoruz. Ama bir enstitü gibi akademik bir koruma alanında değiliz, her anlamda tersten bir akıntı yaratan piyasa koşullarında kürek çekmeye çalışıyoruz.

Kitaplara nasıl karar veriyorsunuz ve o çalışma süreci burada nasıl işliyor, ondan biraz daha bahsedebilir misin? Mesela son bir ayda, iki ayda hangi kitaplara baktınız ve neye göre karar verdiniz, veriyorsunuz?

Birkaç aks var yayımladığımız ve sürekli yayımlamaya devam edeceğimiz. Bunların en temeli Ermenice edebiyattan yapacağımız çeviriler. Editörler olarak okuyor, bugün için anlamlı eserler nelerdir bulmaya çalışıyoruz. Özellikle Ermeniceden yaptığımız çeviriler bizler için de öğretici oluyor, çünkü biz bunları herhangi bir okulda öğrenmedik ya da bizi bu anlamda besleyecek bir entelektüel ortam esasen yok. Kaza kaza, öğrene öğrene ilerliyor ve bu arada da yayın olarak da sunmaya çalışıyoruz. Bazen çevirmenlerimiz ya da okurlarımız da kitap önerebiliyor. Bir başka aksta İngilizce ve diğer dillerden yaptığımız çeviriler var. Saroyan’dan başlayarak çağdaş Ermeni yazarların Ermenice dışındaki dillerde ürettiği edebî eserler ilgimizi çekiyor. Tarih-inceleme alanı da başından beri önemsediğimiz, hem güncel siyasî tartışma alanına hem geçmişle yüzleşme çabasına katkı sağlamayı amaçladığımız bir dizi. Mesela bugünlerde elimizde Rus şair Osip Mandelştam’ın Ermenistan izlenimlerini anlattığı bir seyahatnamesi, Amerikalı Ermeni yazar Peter Najarian’ın Belleğin Kızları adlı romanı, bir soykırım yetimi olan Karnik Panyan’ın Halide Edib’in de öğretmenlik yaptığı Ayntura Yetimhanesi’ne dair anıları ve Arşağ Alboyacıyan’ın Ermenicesi 1500 sayfayı bulan Malatya Ermenileri Tarihi kitabı var.  Bir yandan da Türkçe ve Ermenice olarak basacağımız bir çocuk kitapları dizisinin hazırlığı içindeyiz. Kabaca söylersem, muhtemelen başka yayınevlerinden çok farklı olmayarak, editör arkadaşların yazı işleri masasına getirdiği önerilerin ve dışarıdan gelen önerilerin tartışılıp karara bağlandığı ve bütün bunlar etrafında da yıllık yayın planının oluşturulduğu bir düzen söz konusu.

Ermeni okullarındaki gençlerle yayınevi olarak nasıl bir ilişkiniz var? Ne okuyorlar, ne kadar okuyorlar?

İstanbul’da 16 Ermeni okulu var; ilkokul, ortaokul, lise, okul öncesi eğitimi de dahil üç bin kadar öğrenci var. Biz Ermenice ürettiğimiz kitapları onlara yardımcı ders kitabı olabilecek, edebiyat ya da dil derslerinde okutulabilecek kitaplardan seçmeye çalışıyoruz ve editöryel olarak da onların okuyabileceği düzeyleri gözetmeye çalışıyoruz. Okullarla ilişkilerimiz güçlü, öğretmenlerle de temasımız yüksek. Her yaz liseli ve üniversiteli gençlerin yayınevinde staj benzeri çalışmalar yapmasını da teşvik ediyor, onların buradaki havayı teneffüs etmelerini arzu ediyoruz.

Yetiyor mu peki?

Yetmiyor, çünkü sadece bizim yapabileceğimiz bir şey değil. Her yaş seviyesinde çocuklara Ermenice okuma alışkanlığını kazandıracak kitaplar yapmamız lazım. Gençler için Ermenice biraz arkaik, biraz günlük hayatın dışında bir dil olarak kaldı maalesef. Ben lisedeyken benim için de aynısı geçerliydi, yeni bir sorun da değil bu. Bir oyun dili ya da sokak dili değil Ermenice artık, dolayısıyla onu cazip bir şekilde gençlere, çocuklara sunmak çok da kolay değil, biz şimdi yeni fikirler, yeni dosyalar, yeni dizilerle bunu tersine çevirmeye, Ermenicenin o korkutucu, sıkıcı çehresini değiştirip çağdaş kitaplarla, biraz daha albenili kitaplarla ulaşmaya çalışacağız çocuklara. Bugüne kadar bizim de çok iyi yapabildiğimiz bir şey değildi bu, ama hani artık biraz bıçak da kemiğe dayanmışken, projelendirip, uğraşıp didinip, kaynak bulup yapmaya çalışıyoruz. Bu kadar sıkışmış, bu kadar dar bir alana sıkıştırılmış ve birçok imkânı da elinden alınmış bir toplumun bunu yapabilmesi çok kolay değil.

Sen idealist bir ruhla kitap satıyorsun, kitap iyi kötü dağıtılıyor, bir kısmı satılıyor ama satışından elde edilen parayı almak için aylarca bir dağıtımcının peşinden koşuyorsun. 

Çeviri fonlarından faydalanabiliyor musunuz?

Son yıllarda mümkün mertebe yararlanmaya çalıştık. Mesela Fransızca için aldık, Rusça için yenilerde, yakınlarda aldık. Bize bugüne kadar en büyük kurumsal katkı Portekiz’deki Calouste Gulbenkian Vakfı’ndan geldi. Çok büyük bir vakıf, sadece Ermenilerle ilgili değil ama küçük bir Ermeni bölümü var ve Ermeni kültürünün yaşaması için çaba gösteriyorlar, onlardan kayda değer bir katkı aldık iki yıl kadar önce. Şimdi bir çizgi roman dizisi başlatıyoruz Ermenilerle ilgili. Özellikle Fransızca basılmış epeyce çizgi roman var, onlardan bir dizi oluşturacağız. Oradaki maliyetlerimizin bir kısmını karşılayacak bir katkı daha almak üzereyiz bugünlerde. Edebiyat çevirilerimiz için de başvurduk, yanıt bekliyoruz. Benim 2015’te Agos’tan yayınevine dönmemle Aras’ı biraz daha fazla üreten, daha görünür, daha verimli bir hâle nasıl getiririz diye düşündük ve bir plan oluşturduk. Bu süreçte Anna Turay, Arsen Yarman ve Osman Kavala bize hem fikri hem de maddi olarak ciddi bir destek verdiler ve yayınevimize ortak oldular. Onlar sayesinde biraz daha kolay üretebilir olduk, burada yeni bir kadro oluşturabildik, dolayısıyla kitap verimini artırabildik. Bu tür katkılar sayesinde biraz daha büyümüş olduk ama hâlâ belli desteklerle devam ediyoruz. Özellikle yayınevinin kurucusu olan Tomasyan ailesinin maddi fedakârlığıyla üretmeyi sürdürebiliyoruz. Biz sınırlı bir alanda yayın yelpazesini geniş tutmaya, bir yayınevi olarak ayakta durmaya ve editöryal çizgimizle belli bir standartın üzerinde kalmaya çalışıyoruz ama temelde alanımız dar. Burada hiçbir zaman para odaklı bir faaliyet olmayacak ama kültürel anlamda değerli bir şey yaptığımıza inanıyoruz ve o anlamda son derece güçlüyüz. Aras eğilir, bükülür, daha az basar, daha çok basar ama bizde o irade var, bir şekilde devam ettiririz, çünkü temelde mücadelemiz fikirsel, dolayısıyla siyasal. Kültür alanına bir katkı sunduğumuz için devam ediyoruz ve bunu da politik bir direnç noktası oluşturma gayesiyle ve bunun verdiği güçle yapıyoruz. O gücü de herhalde kolay kolay bizden kimse alamaz, zor şartlarda da her şekilde devam ederiz.

Peki dağıtım ve satışla ilgili sıkıntılarınız neler?

Herhalde her yayıncıdan aşağı yukarı aynı cevapları alıyorsundur. Dağıtım hep büyük bir sorundu, dağıtıma bağlı olarak tahsilat çok büyük bir sorun. Biz şimdi tek bir dağıtımcıyla, Punto’yla çalışarak bu sorunu belli ölçülerde çözdük. Punto’nun kurucu ve ortaklarının yayıncı olması aynı dili konuşabilmemizi sağlıyor. Piyasanın koşulları, kitabevlerinin durumu ve satış odaklı tercihleri nedeniyle tabii ki kitaplarımız her yerde bulunmuyor ama en azından test edilebilir, takibi yapılabilir bir dağıtım ağının içindeyiz. Tahsilatlar da eskiye göre çok kolay oluyor, zira küçük bir yayınevinin piyasaya dağıttığı kitabın satışından gelen parayı alması deveye hendek atlatmaktan zordu Türkiye’de. Büyükseniz belli bir gücünüz olduğu için bu biraz daha mümkün ama küçükseniz satılmış kitabınızın parasını almanız bile dağıtımcının iki dudağı arasında ve bizim gibi amatör ruhla bu piyasada olanlar için bu çok sinir bozucu ve yorucu bir süreç. Sen idealist bir ruhla kitap satıyorsun, kitap iyi kötü dağıtılıyor, bir kısmı satılıyor ama satışından elde edilen parayı almak için aylarca bir dağıtımcının peşinden koşuyorsun. Bu bize hakikaten illallah ettiriyordu, Punto sayesinde bu dertten kurtulduk.

Raf ömrünüz ne kadar ya da o raf kargaşası, yarışında var mı öyle bir şansınız?

Küçük yayınevleri için kitabın kitapçıya ulaşması, rafa çıkması ve rafta durması çok çok zor. Genelde çok satarlar üzerinden yürüyen bir düzen var. Kitapçı, gerçek anlamda kitapçı, kitabevi ve kitabevi çalışanı kalmadığı için, her şey sadece ticarî gözle görüldüğü için, herhangi bir küçük yayınevinin kitabının rafta durması çok zor.

Umut da yok gibi…

Yok. Büyük mağazaların bunu değiştirmeye dair bir çabası olmadığının, tam tersine çarkı çok satanlar üzerinden döndürmek, daha çok para gelmesini sağlamaktan başka bir gayesi olmadığını biliyoruz. Tamam kitaplarımızı insanlara ulaştırıyor ama yayınevlerine iyilik mi yapıyor, kötülük mü yapıyor, gerçekten tartışılabilir bir durum var. Zincir mağazalarda aşırı indirim oranlarıyla yayınevlerini özellikle küçük yayınevlerini kıstırıp onların boğazını sıkan bir mekanizma var.

Bizim gibi o ticari ilişkileri çok da iyi bilmeyen yayınevleri yüzde 35’lerden, 40’lardan başlayarak gitgide daha fazla indirime zorlanarak yüzde 50’lere kadar geldiler. Ve bu çok çok kötü bir şey, çok kötü bir şey bir yayınevi adına.

Nasıl oluyor, kitapçı mı indirim yapıyor?

Zincir kitabevleri diyelim, yayınevlerinden yüzde 50 ve daha üstü indirim oranlarıyla alıyor kitapları. Siz kitabınız okura ulaşsın diye ona muhtaçsınız, o da bunu bildiği için her fırsatta indirim oranını daha aşağıya çekmeye çalışıyor. Yüzde elli indirimle verdiğiniz bir kitabın içinden hem tüm maliyetlerinizi, giderlerinizi çıkarmak hem de kâr etmek gibi imkânsız bir çarkın içine hapsolmuş oluyorsunuz böylece.

İyi de vitrinde, rafında şans vermiyor, gidip en kuytu rafa koyuyor, satamaz ki…

Kitabevlerinde bizi çok fazla göstermiyorlar, muhtemelen politik olarak da göstermek istemiyorlar ama mesela internet siteleri üzerinden bizim kitaplarımızın iyi sattığını biliyoruz. O yüzden bizle ipleri koparmak istemiyorlar, çünkü bizim kitabımızı da bulundurmak istiyorlar ki okurun siparişine karşılık verebilsinler. Müşteri kaybetmemek için kapsayıcı olmak, tüm yayınevlerinin kitaplarını satabilmek zorundalar. Elbette biz de okurun gözü önünde olmak istiyoruz ama bu kadar fahiş indirim oranlarıyla o tür zincir mağazalarda bulunmak maddi olarak bizim zararımıza bile diyebilirim. Burada adil bir çözüm, yayıncıyı koruyacak bir yol lazım ama bizim meslekte böyle bir dayanışma geliştirme becerisini gösteremedik henüz. Çünkü tek tek yayınevlerini avlamak çok kolay, çare ancak bir araya gelerek bulunabilir.

İnternet kitap satış mağazalarında çok görüyorum, mesela Aras Yayınları’nın kitapları bu hafta yüzde 60 indirimli… O indirimler hiç bitmiyor. Bunun yayıncıya gerçek bir katkısı var mı?

Bizim durumumuzdan bahsedeyim, bizden zaten yüzde 40 ile 50 oranlarında indirimle alıyorlar ve ne yaparsa yapsınlar, onu biz artırmıyoruz artık. Bizden aldıkları kitabı yüzde 60’la satamazlar. Kampanya yapıp yüzde 40 indirimle satacağız, dolayısıyla bize yüzde 3-4 daha indirim verin, o kampanya süresince diyorlar, zaten indirim oranlarımız yüksekse biz ona da hayır diyoruz artık. Ama muhtemelen başka yayınevleri stokundaki kitap erisin diye ya da belki sürümden kazanmak gibi bir gayeyle ya da nakte ihtiyacı olduğu için o fazla fazla indirimleri veriyor. Orada korsan kitap tarzı birtakım dolaplar da dönüyor olabilir bu arada. Yazara, çevirmene telif ödemeyip, editör çalıştırmayıp ya da üç kuruşa çalıştırıp maliyeti minimize ederseniz indirimli satmanız daha kolay sonuçta. Bazı yayınevleri, o anlamda kuyruğu hep dik tutmayı başarmışlar, onları takdir etmek lazım. Bizim gibi o ticarî ilişkileri çok da iyi bilmeyen yayınevleri yüzde 35’lerden, 40’lardan başlayarak gitgide daha fazla indirime zorlanarak yüzde 50’lere kadar geldiler. Ve bu çok çok kötü bir şey bir yayınevi adına.

Rafta görünmemek, vitrinde görünmemek ama bir de gazetede, dergide görünmemek var. Bugün işler reklamla, ilanla dönüyor ama bir de idelojik olarak keskin bir ayrım da var.

O da çok önemli mesele, tanıtamıyoruz maalesef kitapları yeterince. Bunun mecrası kalmadı artık. Siz mesela K24 olarak büyük küçük yayınevi ayrımı gözetmeden kitapları konu ediniyorsunuz, bunlar hakikaten çok makbule geçiyor. Özene bezene hazırladığımız, titizlendiğimiz, bu ülkenin kültürüne bir katkı olduğuna inandığımız birçok kitap görülmüyor, yazılmıyor hakkında, eleştirilmiyor ve biz bunun içinden nasıl çıkacağımızı bilmiyoruz. Mecralar gittikçe azaldı ve bu Türkiye’nin genel bir fikir sorunu, entelektüel çoraklaşma sorunuyla ilgili. Eleştirinin olmaması, Virgül ve Virgül gibilerin gittikçe ortadan kalkması, yaşayamaması, yaşayamaz hâle gelmesi, buna karşın, var olanların niteliksizlikleri, kültür dergisi olarak ortaya çıkmış olanların popüler kolaycılığa meyletmeleri, gazete ve kitap eklerinin verdiği zarar, bütün bunlar işlerimizi fevkalade zorlaştırdı. Bir kuşak kitap eleştirisini sadece kitap tanıtım yazısı olarak gördü, dolayısıyla eleştiriyi ondan ibaret zannediyor. Orada bile, özellikle kitap eklerinde büyük yayınevleri kapatıyor o alanı. Sadece ilanıyla değil, yazılan ve yazılacak yazıyı da belirleyerek kapatıyor. Kitap eklerini çıkaranlar da öncelikle ilan aldığı yayınevlerine öncelik vermek zorunda hissediyor kendilerini... Bizim gibi reklam bütçesi olmayan ve ahbap çavuş ilişkilerine de girmek istemeyen yayınevlerinin bastığı kitabı tanıtamaması, tanıtamadığı için de okuruna ulaştıramaması sonucunu doğuruyor. Biz bu açığı iyi kötü sosyal medya alanındaki çabamızla kapatmaya çalışıyoruz ama o da kolay değil tabii. Bu konuda okura da ciddi sorumluluk düşüyor. Sevdiği, beğendiği, ilgiyle takip ettiği bir yayınevinin ne kadar zor şartlarda o üretimi yaptığını bilmeli okur. Kitabı alarak en azından o kurumun devamlılığına katkı sağlayabilmeli.

Bir Kürt yayınevi sadece Kürtler için yayın yapmıyor ya da sadece diyelim ki Kürt mücadelesine sempatiyle bakan insanlar için yayın yapmıyor, genel olarak bütün Türkiye için yayın yapıyor. Aksine, aslen “Türkler” için yayın yapıyor, bir diyalog, konuşma, tartışma kanalı açabilmek için çaba gösteriyor.

Dergiyi, gazeteyi geçtim Türkiye’nin okuyan-yazan-çizen “aydın sınıfı” peki?

Genel olarak Türkiye’de aydın, okuyan, yazan, çizen kitlenin esasen ilgi alanları çok sabit ve onun dışına çıkan insan sayısı da çok az. Güncel siyaset hayatımızı o kadar kuşatmış durumda ki günlük politik gelişmeler üzerinde fikir sahibi olmanın entelektüellik sanıldığı bir garip hâlin içindeyiz. Kimlikler ve cemaatler üzerinden bölünmüş olmamız da sınırları net bir şekilde belirliyor. O sınırların dışında bir meraka da sahip olmuyoruz, okuma yapmaya da ihtiyaç duymuyoruz. Hâlbuki misal bir Kürt yayınevi sadece Kürtler için yayın yapmıyor ya da sadece diyelim ki Kürt mücadelesine sempatiyle bakan insanlar için yayın yapmıyor, genel olarak bütün Türkiye için yayın yapıyor. Aksine, aslen “Türkler” için yayın yapıyor, bir diyalog, konuşma, tartışma kanalı açabilmek için çaba gösteriyor. Bir başka vahim durum Türkiye’nin Türkçe dışındaki dillerini öğrenenlerin sayısındaki azlık, daha doğrusu yokluk. İşte, yıl 2018 ve Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmez etnik olarak Türk olup Ermenice öğrenme zahmetine katlanan insan sayısı. Bu toprağın dillerinden birinin Türkiye’de aydın sınıfı tarafından görmezden gelinmesi bana çok ilginç geliyor. Bu sadece sözünü ettiğimiz alanla da sınırlı değil şüphesiz, çok daha geniş ve yakıcı bir mesele.

Peki sizin okurlarınızla nasıl bir ilişkiniz var? Aras’ın özel bir okur kitlesi var ama bu salt Ermeniler üzerinden söylemiyorum, eminim Türkler de vardır, Kürtler de vardır…

Kitaplarımızı sadece Ermeniler okumuyor. Türkler, Kürtler ve diğer gruplardan insanlar okuyorlar daha ziyade. Orada da çeşitli eğilimler var. Bir keşif duygusuyla okuyan insanlar var mesela. Yeni bir yazarla, bu topraklardan çıkmış ama unutturulmuş bir yazarla tanışma heyecanını biz çok görüyoruz okurlarımızda ve biz de esasen bu ilgiye, bu meraka hitap eden üretimler yapmaya çalışıyoruz. Ayrıca bir hemşerilik ilişkimiz de var okurlarımızla. Diyarbakırlı okurun Margosyan örneğindeki gibi çok büyük ilgi ve saygı gösterdiğini görüyoruz. Sivaslı bir yazar bastığımızda Sivaslılar alıp okuyorlar. Bunu bir anlamda strateji olarak da kullandık, çünkü Ermenilerin bu topraklarda var olduğunu duyurmanın bir yolu da hemşerilik bağı. Çünkü siyasî görüş farklılıklarını dahi kesen bir şey hemşerilik Türkiye’de. Hâlâ çok güçlü bir bağ. Bu yazar Elazığlı, orayı yazdı dediğin zaman, o adam belki senin hoşuna gitmeyecek şeyler bile yazmış olsa insanlar çok kolay sırt dönemiyorlar ona. Dolayısıyla o yerelliği biz her zaman önemsedik ve hep kullandık, mümkün mertebe de kullanmaya devam edeceğiz. Fuarlar tabii insanlarla yüz yüze gelmenin önemli bir yüzü, orada bizimle özellikle konuşmak isteyen insanlar oluyor. Aras’ı sadece bir yayınevi olarak değil de Ermeni halkının bir temsilcisi olarak görüp bazen bazı konulardaki üzüntülerini, bazen mahcupluklarını, bazen özür hislerini gelip bizle paylaşan insanlar oluyor. Bu geçmişte çok kısık sesle oluyordu, çok iyi hatırlıyorum, ‘90’lı yılların sonlarına doğru fuar standımıza gelip çok kısık sesle “Halkım adına sizlerden özür diliyorum,” gibi şeyler söyleyen insanlar oluyordu. Özellikle Kürtlerden; son yıllarda bu biraz daha yaygınlaştı artık, sesler o kadar kısılmaya ihtiyaç duyulmuyor. Bir dayanışma duygusu hissediyoruz. Özellikle Diyarbakır’a gittiğimizde çok el üstünde tutulduğumuzu hissediyoruz. Diyarbakır Kitap Fuarı birkaç senedir olmuyordu, bu sene olacak inşallah. Dolayısıyla bizim sıcak bir bağımız var okurumuzla. Sosyal medyayı olabildiğince etkili bir şekilde kullanmaya çalışıyoruz ve o da okurla yayınevini yakınlaştırıyor. Buna karşılık, bizim potansiyel okurumuz olan, muhtemelen kitaplarımızdan da haberdar olan ama okuma zahmetine pek katlanmayan bir grup da var. Bu entelektüel tembellikle, merak duygusunun eksikliğiyle ilgili. Ben bunu Agos’tayken de gözlemledim. Gazeteyi alıp okumayan, onunla hiçbir şekilde ilişkilenmeyen ama içeriğine vâkıf olmadığı yayın çizgisini sırf sosyal medyada gördüğü birtakım yorumlar üzerinden eleştiren insanlar vardı. Misal Aras ya da Agos okur azlığı, maddi zorluklar nedeniyle kapansa canı yanacak, ama onların yayınlarını almak gibi bir zahmete katlanmıyor, buna karşılık beklentileri ve eleştirileri var, onları sakınmıyorlar.

Bütün parseli kapatmak yerine belli kotalarla Türkiye’de yayıncılık dünyasının farklı yüzlerini göstermek de neticede bütün yayıncılık dünyasının yararına olan bir şey...

Biraz önce sen de konuşurken cümlenin içinde “dayanışma” dedin. Avesta’nın başına gelen son şeyden sonra siz bir dayanışma mesajı yayınladınız Twitter’dan ve ilk siz yayınladınız. Yordam Kitap da galiba sizin mesajınızı paylaştı. Yayıncılık dünyasında bir dayanışma olduğunu düşünüyor musunuz?  Evrensel’in kapatılması, Aram gibi, Avesta gibi yayınevlerinin kitaplarının toplatılması, soruşturmaya uğratılması, kitabevlerin yakılması vs.  Avesta Yayınları'nın dokuz kitabının terör propagandası iddiasıyla yasaklanmasının ardından Yayıncılar Birliği bir açıklama yapacak mı, birileri bir şey diyecek mi diye bekledik ama kimseden bir açıklama gelmedi. Sen neler söylersin cümlelerinin içine dayanışmayı da alıp…

Maalesef iyi şeyler söyleyemeyeceğim, ben çok cılız birtakım destekler ya da birtakım yine cılız ilişkiler dışında herhangi bir dayanışmanın olduğunu düşünmüyorum. Burada yayıncılık ahlâkı, meslek ahlâkı, meslek etiği anlamında da, siyasî anlamda da bir duyarlılık söz konusu değil. Burada vahşi bir kapitalizasyon var, sermayenin yoğun bir şekilde girdiği bir sektör oldu 2000’li yıllar itibarıyla Türkiye’de yayıncılık. Herkes eninde sonunda para kazanmak istiyor, buna diyecek çok şey yok ama öncelik daha çok para olmaya başladı. Şahsen, aynı işi yapsak da meslektaş olarak gördüğüm insan sayısı gittikçe azalıyor, gittikçe daha dar bir çerçeveye hapsoluyoruz. Özellikle fuarlarda gördüğüm devasa stantlar da, yayıncı tipleri de bana artık siyasî bilinçle ve kültürel üretim bilinciyle, aynı zamanda bir muhalif-eleştirel bilinçle yayıncılık yapan insan sayısının giderek azaldığını, profilin gittikçe değiştiğini gösteriyor. Burada kendimizi suçlamalıyız, bunu söylüyorum diye ben temize çıkıyor değilim, bizim o anlamdaki dayanışma ağımız çok cılız. Misal memleketin en önemli derdi olan Kürt meselesinde parmağını kıpırdatan yayınevlerinin sayısı çok az. Dolayısıyla herhangi bir ortak ses çıkarmak çok mümkün değil.

Türkiye Yayıncılar Birliği’ne biz de üyeyiz, biz dahil, belli ki birliğin üyeleri onları zorlamıyor. Fuarlara baktığımız zaman, küçük yayınevlerine ayrılan ya da ayrılmayan yer meselesi büyük sorun. Küçük yayınevlerinin oraya girip girememesi meselesinde büyük yayınevlerinin de dayanışmacı bir tavrı olabilir. Bütün alanı, bütün parseli kapatmak yerine belli kotalarla Türkiye’de yayıncılık dünyasının farklı yüzlerini göstermek de neticede bütün yayıncılık dünyasının yararına olan bir şey, fakat bu tür hassasiyetler hiçbir zaman gözetilmiyor. Dolayısıyla zaten siyasî olarak zor durumda olan Kürtler veya başka gruplar, zaten ekonomik olarak zor durumda olan küçük yayınevleri, farklı bir çizgi tutturmaya, farklı bir nefes olmaya çalışan yayınevleri için alan gittikçe daralıyor, küçük yayıncıların sesi de nefesi de kesiliyor. Bu esasen Türkiye’nin zararına ama insanlar bu konuda harekete geçmek duyarlılığını göstermiyorlar. Belki baktığımız zaman irili ufaklı epey yayınevi, belli ortak noktalarda buluşabilecek durumda. Belki en azından bir çevre oluşturmak, bir grup oluşturmak, bir iletişim ağı oluşturmak; bir yayınevi baskıya uğradığında, bir yayınevinin kitapları yakıldığında, bir yayınevinin çalışanının başına bir şey geldiğinde, bir yayınevi kapatıldığında hızlı bir şekilde tavır gösterecek bir dinamiği oluşturmak için herhalde şapkayı önümüze koyup düşünmemiz lazım.

Avesta’yla ilgili açıklamayı yayınladığımızda bunu yapanın sadece biz olmamız bir acayipti. Ya da Osman Kavala’nın başına bir şey geldiğinde, İletişim Yayınları’nın kuruluşuna katkıda bulunmuş bir insan olarak, kültür ortamımıza çok değerli katkılarda bulunmuş ve bulunmakta olan bir insan olarak Osman Kavala tutuklandığında yayıncıların bununla ilgili bir şey söylememesi çok ciddi bir vebal. Darbeler gördük, cinayetler, katliamlar, işkenceler gördük, hepsinde iyi kötü bir dayanışmayı canlı tutabildik, peki bugünün baskı ortamını aştığımızda birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız yarın?

Evrensel Yayınevi kapatıldığında karar daha resmî olarak tebliğ edilmeden, ilk haber çıktığında Evrensel’in yazarlarına transfer teklifinde bulunan yayınevleri olduğunu biliyoruz. Bu tip çirkinliklerin mebzul miktarda bulunduğu bir ortamdayız maalesef. Bu, rekabetle filan açıklanacak bir şey değil, rekabetin de kendi ahlakı, kendi koşulları var, elbette bütün yayıncılar en güzel kitabı kendisi yayımlamak, herkes çok satmak ister ama bazı şeyleri görmezden gelerek yapılmaması gereken bir şey bu. Görmezden geleceksek neden yayıncılık yapıyoruz ki?

Türkiye gibi bir ülkede, demokratikleşme kavgasının 100-150 yıldır sürdüğü bir yerde yayıncılık sadece bu olamaz diye düşünüyorum.

Yayıncıların elbette yayımlamak istedikleri kitaplar var, çok satmasını istedikleri kitaplar var ama burada şu soruyu da soralım: yayınevi neden vardır? Yayınevi ne yapar? Kitap yayımlar. Bir yayınevi neden varolur? Para, tekelleşme, iktidar, güç... hepsini bir arada tutmak için mi var yoksa kültürel üretime bir katkı sağlamak için mi var? Burada artık galiba her şey sermayenin etrafında dönüyor ve her şey güç odaklı. Aslına bakarsan kimsenin edebiyatla, tarihle ve sosyal bilimlerle ve bunların kültür hayatımızdaki, “entelektüel” hayatımıza katkısıyla ilgilenmiyor çünkü o senin dediğin gibi kitap fuarına gittiğin zaman her yerde cangıl cungul stantlar, bir kargaşa, bir kaos, imza günü, anonslar…

Eskiden fuarlara gittiğimde ben, kitap meraklısı, yayımladığı kitapla mutlu, yeni kitaplar isteyen, arayan, başka yayınevlerinin stantlarına merakla bakan, beğendiği, sevdiği kitapları almaya çalışan insanlar görürdüm. Şimdi daha ziyade satış elemanları görüyorum, profil bu tarafa doğru gidiyor. Kitap değil de onun yerine kıyafet de satabilecek insanların olduğu bir sektör hâline geldi. Bir sektör hâline geldi diyoruz işte, mesele de bu aslında. Ama Türkiye gibi bir ülkede, demokratikleşme kavgasının 100-150 yıldır sürdüğü bir yerde yayıncılık sadece bu olamaz diye düşünüyorum ben, sadece profesyonellerden ibaret olamaz. Nihayetinde siyasî de bir şey yapıyoruz, kültür alanına katkıda bulunurken bazı anlamlarda siyasî bir duruş, yerine göre bir direniş sergiliyoruz ve bunu göz ardı edemeyiz.

Peki Aras gibi bir yayınevi var mı? Türkiye dışından bahsediyorum, yani yurtdışında sizin gibi hem Ermenice de basan, bu şekilde inanan ve böyle devam eden?

Dünyadaki bütün Ermeni cemaatlerini düşündüğümüzde Aras kadar yayıncılık vurgusu güçlü yayınevi yok. Ermenistan’da yayınevleri var, ki orada da kültürel ortam Sovyet sonrası büyük çöküşte ve birkaçı dışında çizgisi belli, meslekî yönleri ağırlıkta olan yayınevleri yok. Ama Ermenistan bir ulus-devlet sonuçta, oranın gerçekliği farklı ve diaspora koşullarında her şey çok daha zor. Türkiye’de ve Beyrut’ta bir alışkanlık var, orada Ermenice okuyan cemaat var, kitap basılıyor ama daha ziyade gazeteler ya da resmî kurumlar basıyorlar, Marsilya’da yayın yapan Edition Parantheses var bize benzeyen. Onlar Fransızca, daha az Ermenice basıyorlar. Çok da güzel kitaplar basıyorlar. Aras bir anlamda Ermeni kültür dünyasında tek, İstanbul’da, yani geçmişte Ermeni kültürünün üretildiği en temel yerlerden birinde kitap yayımlayamaya devam ediyor olmamız çok kritik. Bize o gözle ayrı bir değer de veriliyor. Türkiye’nin yayıncılık tarihinde Ermeni yayıncılar her zaman çok önemlilerdi geçmişte, gürül gürül kitap üretiliyordu 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, 1915’lere kadar. Çok yüksek standartlı bir yayıncılık vardı ve soykırımdan sonra bu gürül gürül damar kurudu, çöle döndü. Aras biraz da o mirasın da taşıyıcısı. Esasen editoryal titizlik dediğimiz ve Aras dendiğinde ilk akla gelen o hassasiyet de o mirasın taşıyıcısı olma sorumluluğundan ileri geliyor. Biz o hissiyat içindeyiz, belli bir kalitede üretim yaparak, standartları yüksek tutarak var olmak bizim için önemli. Sadece bugüne değil, geçmişe karşı da bir sorumluluğumuz var gibi hissediyoruz.

Kütüphanelere kitaplarınız giriyor mu?

Kültür Bakanlığı her sene birkaç kitabımızı alıyor.

Peki siz bunu kontrol edebiliyor musunuz?

İki dönem kitap alım ihalesi açıyorlar. Oraya yayınevi olarak başvuruyorsun, biz her seferinde başvuruyoruz, iki dönem var galiba, biri mayıs, biri de kasım ya da aralık olması lazım. Kitap öneriyorsunuz, o yıl bastığınız kitapları. İçlerinden iki ya da üç adedini seçip 150 ile 250 arası değişen sayıda alıyorlar kütüphanelerine dağıtmak üzere.

Türkiye genelinde mi?

Evet. Biz bu 2017’nin ikinci alım ihalesine başvurduğumuzda internet üzerinden başvuruyu aldıkları sistem “alım ihalesi kapanmıştır” yanıtını verdi. Ama ilan edilen tarihler geçmemişti ve merak ettik, bunun üzerine gittik, sorguladık, meğer ikinci dönemde açmamışlar. Çünkü paraları bitmiş, telefonda bize böyle bir cevap verdiler. Ben de bunu sorgulayan bir şeyler yaptım, Twitter hesabımdan duyurdum bu durumu, o tweet epey ilgi çekti, insanlar sorguladılar neden böyle olduğunu ve onun üzerine  yalan söylüyorsunuz biz almaya devam ediyoruz diye bir açıklama yaptılar ama almıyorlardı. Yayıncılar Birliği’ne sordurmuştuk, onlar da aynı cevabı almıştı ama sonra Bakanlık açık bir yalan söyledi. Dolayısıyla, çok da şeffaf olmayan bir şeyler dönüyor bence.

Herhangi bir otosansür uygulamıyoruz. Ama geçmişte, özellikle yayınevinin ilk yıllarında, 2000’e kadar diyelim, soykırım meselesine hiç girmedi yayınevi. 

Peki cezaevinden dönen kitabınız var mı hiç ya da cezaevlerinin kütüphanelerine gönderiyor musunuz?

Sorunlu bir örnek ben hatırlamıyorum, cezaevlerinden istekler oluyor, karşılamaya çalışıyoruz ama alınmadı denen kitaba ben rastlamadım. Bizim yasal kovuşturmaya filan uğrayan kitabımız hiç olmadı.

Sansür-otosansür uyguladığınız ya da kaygısını taşıdığınız kitaplar ya da dönem oldu mu? Bu konuda nasıl bir hassasiyetiniz var?

Herhangi bir otosansür uygulamıyoruz. Ama geçmişte, özellikle yayınevinin ilk yıllarında, 2000’e kadar diyelim, soykırım meselesine hiç girmedi yayınevi. Bu konuda daha düşük profilli, daha dolaylı bir çizgi izledi. Misal Margosyan’ın kitaplarında doğrudan soykırım ya da katliam lafı edilmez, ama satır aralarına sinmiş bir şeyler vardır, söylemeden söyler söylemek istediğini. Genel çizgimiz de bu minvaldeydi. Sonra, memleket biraz açıldıkça, bu konu konuşulmaya başladıkça doğrudan soykırımla ilgili kitaplar da basmaya başladık. Memleket gene kapandı, iyice kapandı ama biz gene de bu tür kitaplar basmaya devam ediyoruz, geri adım atmak istemiyoruz.

Rober Koptaş fotoğrafları: Miran Manukyan