Tayfun Pirselimoğlu'nun son filmi Yol Kenarı, etkileyici mekân kullanımına ve kadrajlarına karşın, akıcılık ve ritim açısından yönetmenin eski filmlerini aratıyor
30 Mayıs 2018 22:00
Tayfun Pirselimoğlu’nun bir önceki filmi Ben O Değilim’de (2013) modern insanın kolayca bir başka insanın yerine geçtiğini görmüştük; bir gözlükle, bir sakal kesmeyle. Sayısız insan var ve başka bir insana geçişmemiz, dönüşmemiz bu kadar kolay. Önemsiziz, herhangi bir kıymetimiz yok. Tel örgülerin, demir parmaklıkların berisinde duran kameranın da altını çizdiği üzere, “birey” çoktan bitmiş, kalmamış. Dünya üzerinde bu kadar çokken ve her birimiz kendimizi bu kadar biricik, önemli, kıymetli sanarken, Pirselimoğlu’nun filmi, bu yanılgımızın da altını oyuyordu aslında.
Ben O Değilim, farklı bağlamlar üzerinden düşünüp genişletilebiliyordu: İster adamın hiç evlenmemiş olmasından ve insanların bu duruma yaklaşımlarından; ister adamın işçi oluşundan ve emek gücü olarak da hiçbir ayırt edici değeri olmayışından; ister kadın olmanın getirdiği ilave zorluklardan yola çıkarak uzun uzun düşünülebilir. Ama film daha öz bir noktaya yönelmeye niyetlendiği için daha da güçleniyordu. Şahane eğitimler alıp sözde “nitelikli” işlerde çalışanların da toplumun her dediğine evet demiş çok çocuklu aile babalarının da herhangi bir değeri yok. Kendi aynalarımızda gördüğümüzü sandığımız üzere bir eşsiz, biricik varlığımız, hiçbir şart ve “kalifiye” ile yok artık.
90’lı yıllardan itibaren Türkiye sinemasında televizyon konuşur kadının yerine. Filmlerdeki kadın karakterler edilgenleşip suskunlaştıkça, mekândaki televizyonun sesi daha da yükselir. Bu temayül, Zeki Demirkubuz filmlerinde en yüksek mertebesine ulaşır. Mesela Masumiyet’te (1997) kocası tarafından tabancayla dilsizleştirilen Yusuf’un ablası ya da bizzat doğuştan dilsiz olan Uğur’un kızı Çilem isteseler de konuşamayacaklarından, iç mekânlardaki televizyonların sesi artacaktır. Televizyon, pasif olması gereken bir eşya niteliğine rağmen karakterlere yanıt verir, etkinleşir; Yeşilçam’dan karakterler ya da çizgi film kahramanı, hayalet Casper, otele gelen misafire “hoş geldin” der ya da dayak yiyip dönen Yusuf’a “hayrola, neyin var” biçiminde yanıt verir. Televizyon, âdeta senaryoda kendi replikleri de bulunan bir film karakteri gibidir. Pirselimoğlu’nun Ben O Değilim’den bir önceki filmi Saç’ta (2010) Musa ile Meryem’in evinde de televizyonun sesi kaplar her yanı, bu açık televizyon da Meryem’in edilgenliğinin ve sessizliğinin altını çizer. Oysa Hamdi’nin evindeki-dükkânındaki televizyonun böyle bir işlevi yoktu. Hatta sayılı günleri kalan Hamdi’ye uzaklara gitme heyecanı verebilmek gibi olumlu bir dışsallığı bile oluyordu. Bu sebeple filmlerde televizyonun sadece kadın sessizliğini pekiştirdiği iddia edilmeli.
Saç’ta bir çeşit savunma-direnme şekli olarak hep bir şeyler yiyen Meryem’i alışveriş merkezinde başkalarından kalan yarım hamburgeri ya da evde kocasının artıklarını atıştırırken görürüz. Kocası odasına kapanıp başka bir kadınla telefonda konuşurken ya da sırtını dönüp masada sessizce yemeğini yerken, Meryem’in televizyon seyri sürer. Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı zorla ayakta tutmaya çalışan harç gibi bir fonksiyonda görülür televizyon, Meryem’in hayatındaki renkli sahnelere açılan tek fırsat gibidir. Oysaki paralize olarak, hareketsizce ekrana bakan Meryem’in tüm bu edilgenliğinin sebebi yine aynı televizyondur. Televizyon aynı kadın sessizliğini yeni nesillere aktarır, güçlendirerek yeniden üretir.
Meryem’in kocası Musa, modernizmin gözden uzak tuttuğu bir işi yapar, ölü yıkayıcıdır. Büyük bir soğukluk ve hissizlikle cesetlere su tuttuğu mermer masa, bizi 1982 yapımı Yunan filmi Angelos’a (yönetmen: Giorgos Katakouzinos) götürür. Oğlunun cinsel yönelimini bir türlü kabullenemeyen baba, cinnet geçirerek makasla kendini öldürür, babayı son kez ölü bedenine su tutulan bir mermer masa üzerinde görürüz. Angelos, hikâyenin geçtiği mekânlar itibariyle de Saç’a yakın bir mesafede durur. Kent çöplüğünde, genç adamın annesinin çalıştığı tavuk çiftliğinde ya da Atina’nın karanlık sokaklarında geçen Angelos’un yanında belirir Saç, izbe merdiven altları, peruk dükkânı ya da mezarlık gibi mekânlarıyla. Angelos’ta metal bir makineye sıralanan ölü tavuklar hızla ekrana yaklaştıkça, Saç’ta kanser hastası Hamdi öğürür. Modern hayatın uzaklaştırmaya çalıştığı her şey ekranda büyüyerek seyirciyi tedirgin eder. Tabii, Angelos’un hikâyesi büyük ölçüde toplumsal cinsiyet ve erkeklik meselesi üzerine inşa edilirken, Saç’ın görünürde böyle bir meselenin yakınından bile geçmediği söylenebilir ilk bakışta, oysaki sadece Meryem’in Hamdi’nin peruk dükkânındaki tutukluğu ve tedirginliği bile gündelik hayatın, mekânların erilliğine sessizce fakat çok net bir biçimde işaret eder. Ayrıca Saç’ın tamamında kendini hissettiren kadın sessizliği başlı başına bir toplumsal cinsiyet eleştirisi. Erkekler seçerken, kadın seçilenle yetiniyor; erkek konuşurken kadın sessizce izliyor. Meryem için Musa’yı öldüren Hamdi hem kendi hayatını değiştirir hem de Meryem’inkini ama Meryem’in bu değişimde hiçbir etkisi yoktur.
Uzak ve durağan planlarıyla Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’u anımsatan Tayfun Pirselimoğlu’nun ölüm ve vicdan üçlemesi Saç’la tamamlanırken, izleyici yırtık bir alanda yeni sorularla karşı karşıya; gerçekten ölü olan kim, edilgen ve sessiz Meryem mi yoksa Musa’nın yıkadığı cesetler biçiminde yatan Hamdi mi? Yönetmen, modernizmin su yüzüne yükselttiği bireycilik ve birbirimize karşı kayıtsızlığımızın esas ölüm olduğunun altını çiziyor olabilir mi aynı zamanda?
Ayrıca Angelos’ta hikâyenin trajik boyutunu güçlendirme amacıyla müzik kullanımı ön plana çıkarken, Saç’ta Pirselimoğlu, televizyon ve müzik setinden gelen Brezilya müziği haricinde hiç müzik kullanmıyordu.
Saç’ın cesetleri, cansız saçları, yarısı yenmiş hamburgerleri ya da boş kola bardakları ile Angelos’ta genç adamın kötürüm kız kardeşi ya da tekinsiz mekânlarda müşteri bekleyen ama bir türlü para etmeyen travestiler o kadar yakın duruyorlardı ki... Meryem’in paraya çevirebildiği upuzun saçları hariç hiçbiri para etmiyordu. Para etmeyen her şey giderek görünmezleşiyor, modern hayat tarafından yok ediliyor. Günleri sayılı Hamdi gibi. Çünkü Hamdi de kısa bir süre sonra modernizmin değersiz nesneler rafına atılacak. Tıpkı Angelos’ta genç adamın iğfal edildikten sonra büyük çöp dağlarının arasında, vinç gürültüleriyle uyanması gibi. Sonrasında Hamdi, Musa gibi biri tarafından aynı mermer masa üzerinde yıkanacak, kaset başa saracak…
Tayfun Pirselimoğlu, yeni filmi Yol Kenarı’nda ise, sebebi açıklanamayan ölümlerin ve esrarengiz doğa olaylarının yaşandığı bir kasabaya götürüyor bizi. İki saatlik film süresince her an kıyamet kopacakmış gibi bir hisse kapılıyoruz; sebebi anlaşılamayan bir uğultu, sık sık gidip gelen elektrikler, filmi kat ediyor. Yol Kenarı, Pirselimoğlu’nun farklı filmlerinin yeniden bir araya getirilmiş bir karışımı gibi. Yine birbirlerinin yerlerine geçmeye çalışan (çalışmasa da bir şekilde yerlerine geçen), birbirlerinin yerine doğru hareket eden karakterler var. Belli ki Pirselimoğlu, bireylerin birbirleri yerine geçebilmeleri hususu ile hesaplaşmasını henüz bitirememiş. Ancak Ben O Değilim’deki parlaklığı, heyecanı Yol Kenarı’nda bulmak güç. Hamam, dispanser vb. ilginç mekânlar, fotoğraf niteliğindeki pek çok sahne, siyah beyaz olmasına rağmen tam olarak kurulamayan görsel dil, Yol Kenarı’nı kurtaramıyor. Pirselimoğlu’nun yeni filminde kurmaya çalıştığı görsel dilin başarılı bir örneği için Macherovgaltis’e (2010, yönetmen: Yannis Economides) bakalım: Nikos, kendisine iş veren amcası Alekos’un evinde kalmaya başlar, amcasının sevgilisi Gogo, Nikos’a ilgi gösterince, Nikos, Alekos’u öldürür. Filmin sonunda görülen iki çocuklu mutlu aile resmi, neredeyse durduk yere üretilen bir orta sınıf şiddetinin üzerine kurulur. Macherovgaltis, kurduğu etkileyici siyah beyaz görsel dünya ile nükleer santral, elektrik telleri ve direkleri gibi mekânlarının arka planlarındaki ögelerle de film karakterlerinin duygusal gelişmeleri doğrultusunda şekilleniyordu. Bir yandan da hızla kentleşen ve sanayileşen Yunanistan’a bir tür ağıt gibiydi, bu film. Elektrik tellerinin bütün ülke topraklarını kat eden, kentleşmenin bir bileşeni olarak doğayı, insanın doğaya bakışını sınırladığının, en azından parçaladığının ağıtı.
Yol Kenarı, Pirselimoğlu’nun tüm filmleri gibi, terbiye edilmiş, ne izlemek istediğini bilen, ayırt eden, farkında gözler için. Otelde ikizini arayan adam gibi yönetmenin önceki filmlerine selam gönderen hoş detaylar, 1980’li yılların Angelopoulos filmlerindeki görsel dili anımsatan güçlü kadrajları var. Ancak Pirselimoğlu’nun ölü anları, kör alanları, Yol Kenarı’nın akıcılığına kuvvetle sekte vuruyor, elbette sinemamızın en “auteur” yönetmenlerinden Pirselimoğlu’nun izleyicisi geleneksel anlatıda bir film izlemeyeceğini bilir, varoluşsal-felsefî diyaloglara, “ana yollara” değil, bizzat “yol kenarlarına” alışkındır ancak bu kez filmin ritmi çok ağır kalıyor.
Pirselimoğlu, dar zamanlardan, durgun mekânlardan, büyükşehirlerimizi aslında çok sağlam bir şekilde kuşatan taşradan yansıtıyor esas gücünü. Saç’ta izbe merdiven altları, peruk dükkânı ya da mezarlık gibi mekânlarıyla, ölü yıkayıcı Musa’nın büyük bir soğukluk ve hissizlikle cesetlere su tuttuğu mermer masa; cesetleri, cansız saçları, yarısı yenmiş hamburgerleri ya da boş kola bardaklarıyla yönetmen tutarlı bir görsel atmosfer yaratmıştı. Kanser hastası, günleri sayılı Hamdi de kısa bir süre sonra modernizmin kıymetsiz değerleri ayıkladığı bölmeye atılıyordu. Sonrasında Hamdi, Musa ya da Musa gibi başka biri tarafından aynı mermer masa üzerinde yıkanacak; anlatı başladığı noktanın, kendi çemberinin üzerine kapanacaktı. Ben O Değilim ise daha da çarpıcıydı. Olabildiğince şatafatsız karakterleri bizi daha güçlü sarsıyordu. İzmir’in taşrasında solgun, ölgün bir otel odasında, vapurda şehre bakarken, üstgeçitlerde tellerin arkasından çok önemli bir görsel ve mekânsal çarpıcılık yaratıyordu, Pirselimoğlu. Yapay bir görüntü olarak sinema perdesinde asılı kalmıyordu, izleyiciye de sirayet ediyordu. Bir yemekhanede patates soymaktan, vapurda çay satmaya ya da kendi bedenini satmaya; aynı sınıf-statünün paralelinde dolanıyoruz. Duvarın rengi fıstık yeşili ya da o hüzünlü turuncu da olsa hep o aynı akşam yemeğindeyiz. İstanbul’da da, İzmir’de de. Kıymetsizleştikçe başka biri olmak daha kolaylaşıyor, kimse şaşırmıyor neredeyse, ya da fark etmiyor. Birbirine değmeden ve hiç değmeyecek binlerce insanın arasından yürümeye devam ederken, biraz daha dikkatle baksak belki biz de kendi “çiftgezer”imizi buluruz bir gün. Belli mi olur?