Menekşe Toprak'ın İletişim Yayınları etiketiyle yayımlanacak olan Arı Fısıltıları romanından bir bölümü paylaşıyoruz...
Gecenin sesi
Oturduğu sedirden sıçrayarak doğruldu, avcunun içinde iyiden iyiye ısınmış olan bardaktan birkaç damla rakı yakar gibi parmak boğumlarına sıçradı. Bir an nerede olduğunu unutmuş gibi tedirgince etrafına bakındı. Terasa açılan salonun kapısı ve penceresi kapalı, evin ışıkları sönüktü. Döndü, ötelerde karanlığın ortasında bir mumun ışığını andıran köyün meydanındaki sokak lambasını, meydanın etrafında seçilen çatıları, gittikçe silikleşip karanlığa karışan diğer evleri taradı gözleriyle hızlıca. Sadece gözleriyle değil de adeta bütün duyularıyla bakıyordu.
Işığın ötesi karanlıktı. Sonsuz bir koyuluğa düşmüş ya da koyu bir kâğıda çizilmiş gibi belli belirsiz yıldızlar vardı gökte. Böyle kıpırdamadan karanlığa dikkat kesilmişken çizikler, ardından dalga dalga şekillenen dev kütleler, kütlelerden koyu gövdeler, karınlar ve koyu başlar belirdi. Derken şekiller dağıldı ve Derviş sonunda kayaların, taşların, küme küme çalılıkların ve ağaçların siluetlerini seçti. Otların ot, meydandan başlayıp ilçeye doğru uzanan yolun iki yanındaki koyulukların kavak olduklarını kavradı. Hışırtılar, çıtırtılar vardı karanlıkta, öyle ki sanki o işittiği ses bu görünmeyenlerce çıkarılmıştı.
Üşüdüğünü hissetti. Üzerinden kaymış olan battaniyeyi ucundan tutup göğsüne doğru çekti. Hâlâ diğer avcunda duran rakı bardağını, ondan güç almak istercesine ağzına götürüyordu ki daha yakın, daha anlaşılır bir cızırtı çalındı kulağına. Yukarıya doğru çevirdi yüzünü. Terasın taraçasına asılı tek ampullük ışığın etrafında sinekler ölümüne pervane olmuş dönüyor, ışığa yakalanan lambaya yapışıyor, çakımlar saçıp çatırdayarak ölüyorlardı.
Bir umuda, bir düşünceye yapışır gibi yapışıp kaldı Derviş sineklere. O sesin kaynağını bulmuş da rahat bir nefes alır gibi, kim bilir kaç kez tanık olduğu bir şeyi şimdi ilk kez keşfeder gibi, sineklerin hep aynı yanılgıyla ışığa koşmasına şaşırdı. Bir zamanlar kumral ve gür olan saçlarını, dişlerinin bir elmayı, bir ayvayı kütürdeterek ısırışını getirdi aklına, dişetlerinin çekiliyor oluşuna, saçlarının seyreldiğine, kaşlarının bile kırlaşmaya başladığına hayıflandı. Şu köyün boşaldığını, boşalıp yeniden keşfedildiğini, onlar hâlâ köy diye ısrar etseler de çoktandır ilçenin bir mahallesi olduğunu tespit etti ve ama sineklerin aklının hep aynı kaldığına şaşırdı. Şaşırdığından da değildi aslında. Kendini ezberlediği rolüne inandırmak isteyen bir oyuncu gibi böyle böyle içindeki korkuyu uyutuyordu. Bardağın dibinde kalmış rakıyı başına diktiğinde, çoktan acısını yitirmiş olan ılık anasonu pas tadındaki dilinde hissetmedi bile.
Bardağı önündeki plastik masaya bırakırken, “Hepsi de çocukluk korkuları,” dedi kendi kendine. Şu köyün eski karanlığında ortaya çıkan cinlerle, perilerle, karanlıkta beliren çizgi çizgi hayaletlerle geçmiş bir çocukluk. Gün ışığıyla sınırlı bir hapislik. Karanlık çökmeden okul ödevleri yapılmış, yemek yenmiş, kadınlar ellerindeki önemli işleri bitirmiş olurdu. Tek lambaları vardı ve bu lambanın gazı öyle hızlı biterdi ki bu yüzden cılız ışığın fitili biraz daha kısaltılırdı. Akşamları ancak elden ele dolaştırdıklarında bir köşeden diğer bir köşeyi aydınlatabilen o ışığın altında tırnak kesmek, tıraş olmak günahtı elbette. Belki de bu yüzden günahlar en çok yoksul evlere uğrardı o zamanlar.
Bir öfke kabardı içinde. Niye öfkelendiğini bile bilmiyordu. İlçede ortaokula başladığı yıl en çok Munzur Ağa denilen adama öfkelenirdi. Munzur Ağa. Hâlbuki adamın ağalığı bir lakap gibiydi. Ne bilindik anlamıyla bir ağalığı vardı ne de diğer köylülerden çok daha fazla zengindi. Kerpiç evlerin aynısına o da sahipti, sadece bu ev bir değil, iki katlıydı. İdare lambasından biraz daha fazla ışık saçtığı için lüks lamba dedikleri bir gazlı lambayı o da kullanıyordu. Çocukluğunda pencereleri gürül gürül ışıklar saçan o iki katlı, ihtişamlı yapı, gözü ortaokul ve liseyi okuduğu ilçeye alıştıkça zavallı kerpiç bir eve, sonrasında Ankara’da üniversiteye yazılıp da geri döndüğünde basbayağı taş üstüne taş konmuş bir mağaraya, o gözünde büyüttüğü ilçe ise tozlu sefil bir yere dönüşmüştü. Munzur Ağa’ya karşı duyduğu o gizli öfkenin yerini haz dolu bir küçümseme, tiksinme gibi bir şey almıştı zamanla.
Tatsız düşünceleri unutmak istercesine başını yandaki pencereye doğru çevirdi. Erkan’ın yattığı koltuğun kenarlarında leke gibi çarşafın beyazını ve ortadaki sütunun boşluğa asılmış gibi duran siluetini seçti belli belirsiz. “Bu eski korkuları, hurafeleri, gaipten gelen sesleri –‘Ruhlar,’ diyecekti ki dili varmadı buna– unutmak lazım artık,” diye düşündü. “O çocukluğun karanlığıyla değil, yetişkinin aklıyla geldim ben buraya. Şu sütuna güzel bir tablo asmalı, altına dar bir dolap yerleştirmeli, sallanan bir koltuk, yukarıdaki odaya bir kütüphane kurmalı, interneti bağlatmalı... Bir an önce arıları temin etmeli. Üç yıllık fidanlar ne de olsa. Bakarsın sonbahara, ilk mahsulü de alırım. İlerde her ağaçtan yirmi kilo badem. Sonra oğlan da bitirir okulu... O da büyüyor, asıl zenginliğin toprak olduğunu o da öğreniyor. İnsan kendi işini kurduktan sonra... Hem de böyle tertemiz topraklarda. Belki ilerde kendi balımızı bile alırız arılardan. Ama iyi öğrenmek lazım bu işi de. Layıkıyla. Öyle yarım yamalak bilgilerle değil. Ne saçma sapan, ne işe yaramaz bilgiyle depoladık bu kafayı, bunu mu yapmayacağız. Şu misafirler bir gitsin, kalabalık çekilsin...”
Korkuyu yenmiş de bunu kendine kanıtlamak ister gibi gözlerini salondan ayırıp asıl bakması gereken yöne, tepedeki mezarlığa doğru çevirdi sonunda. Tepe karanlıktı ama yine de başları kıbleye, ayakları dağlara bakan mezar taşlarının sivri uçları seçiliyordu. Akşam yakılan iki ateş çoktan sönmüş; küçük bir kıvılcım, kızıl bir işaret gibi yanıp sönüyordu.
Daha fazla bakamadı, kupkuru ağızla masaya döndü. Bardağını yokladı. Boştu. Rakı şişesini kaldırıp dibini yokladı. Tek damla kalmamıştı. Sofranın diğer ucunda, yarı yarıya dolu rakı bardağı gözüne ilişti. Azime’nin miydi bu? Onunkiydi herhalde. Yeşim zaten kızıyla erkenden yatağa gittiği için Derviş’in elleriyle kurduğu bu rakı sofrasına oturmamıştı bile, Erkan’sa rakısını yarım bırakmayacak kadar kibardı.
Uzanıp bardağı alırken, “Ne kadar mahcup bir genç,” diye düşündü. Yeşim’e bakışı, onlara yardım etme isteği, Olcay’ın cenazesini sahiplenişi sanki merhametten çok bu mahcubiyetten kaynaklanıyordu. Bardağın kenarındaki beyaz peyniri parmağıyla silerken Erkan’ı unuttu, bir zamanlar Azime’nin elinin, ağzının değdiği her şeye nasıl iştahla dokunduğu, onları nasıl hazla içine çektiği düştü aklına. Yeşim’in yüzü geldi gözlerinin önüne, bardağı masaya bıraktı. Zaten, uyumalıydı, hatta uyumadan önce şu sofrayı toplamalıydı.
Kararlılıkla yekinip ayağa kalktığında başı döner gibi oldu, “Yok, hiçbir şey yapmayacağım,” diye söylendi.
Kapıyı açıp salona girerken içeride duvardaki düğmeyi buldu, terasın ışığını söndürdü, ardından da kapıyı kapattı. Karanlığın örtü gibi bütün gövdesini sarıp sarmaladığını sandı bir an. Elleriyle boşluğu yoklayarak gözlerini kapattı bir süre, açtığında karanlığa alışmıştı. Erkan’ın koltuktaki rahatsız kıpırdayışını, Yeşim’le kızının yattığı odanın kapısının aralık durduğunu seçiyordu. Sessizce yürüdü, derken karanlığa asılı duran soğuk sütuna dokundu. Dokunduğu anda da aklına yatak odasındaki o soğuk kütle düştü. Aslında hep aklındaydı, hatta bu geç saate kadar ayakta olmasının nedeni de oydu. Ama kararlıydı, korkularına yenik düşmeyecek, yatağına gidip uyuyacak ve ertesi gün –evde misafirler olsun olmasın– kendini yarım bıraktığı işlere verecekti.