Orçun Ünal: Yalnızca kalemin ve dilin değil, bir alan olarak kâğıdın da imkânlarını sonuna kadar kullanmaya gayret ettim. Bazılarının “kendisi için yazıyor” dedikleri türden bir kaleme evrildim
07 Haziran 2018 14:00
Orçun Ünal, son dönem Türkiye edebiyatına biçim ve içerik bakımından yeni bir ses getiren başarılı isimlerden. İlk kitabı Dekadans ve Ölüm ile tanıştığımız Ünal, yazma serüvenine ortaokulda şiirle başlamış. Lise sonda bir şiir ödülü almasına ve küçük bir şiir dosyası hazırlamasına rağmen, üniversiteden itibaren öyküye yoğunlaşmış. İlk öykü dosyasını 2007 yılında toparlamış ve birkaç girişimde bulunsa da dosyanın tamamı çöpe gitmiş. İkinci dosyası ise 2007 ile 2012 yılları arasında yazdığı metinlerden oluşuyormuş. 2010 itibariyle dergilerde yazmaya başlayan Ünal, 2012’de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde “dikkate değer” bulunmuştu. Yazar, bu gelişmeyi, “Benim için bir şeylerin tasdikiydi” diye yorumluyor.
İki yıl sonra altKitap 2014 Öykü Ödülü’nde “Junkie Fix” öyküsüyle birinci olan Ünal, aynı yıl dosyasını bazı yayınevlerine göndermiş. Bu serüvenin sonucunda, ilk kitabı Dekadans ve Ölüm, Raskol’un Baltası serisinden okurla buluştu. Ünal’ın ikinci kitabı Bu Ben Değilim, beş bölümden oluşuyor ve birçok kavramı derinlemesine irdeliyor. “İnsanın benlik ile hiçlik arasındaki gerilimle nasıl başa çıkacağını kendi başına öğrenmesi gerekiyor” diyen Ünal ile yeni kitabı üzerine konuştuk.
Metinlerinizin büyük çoğunluğunda “ben” olabilmenin sanrısı hissediliyor. Ne zamandır “ben” üzerine düşünüyorsunuz? Sizce bu dünyada gerçek “ben”imizi görmek, bulmak mümkün mü?
Toplumdan ziyade ben ve birey odaklı metinler kaleme alıyorum, bu doğru. Belli açılardan özgür, belli açılardan gayet bağımlı olduğumuz bu çağda “ben”imizi, kim olduğumuzu bulmak önemli. Diğer yandan egoist-narsisist kimliklerin çoğaldığı, bilişsel araştırmaların hız kazandığı günümüzde hem felsefî hem pratik açıdan “ben”in olup olmadığını sorgulamak daha elzem sanırım. Birçok dinî ve felsefî düşünce, özde parçalanamaz bir “ben”in varlığına inanıyor, bütün öğretisini buna dayandırıyor. Oysaki katmanlarını kaldırıp ben’i soydukça, geriye hiçlik kalıyor. İnsanın, benlik ile hiçlik arasındaki bu gerilimle nasıl başa çıkacağını kendi başına öğrenmesi gerekiyor. Benim için daha önemli olan soru bu.
Kişisel ve coğrafî yaşanmışlıklarımız her birimizin benliğinde önemli yer tutuyor. Metinlerinizin de etrafında dolaştığı pişmanlık, ölüm, geçmiş gibi kavramlar sizce “ben” olmayı nasıl etkiliyor?
Belleğimiz sayesinde “geçmiş” olarak kabul ettiğimiz çarpıtılmış bir hikâye var aklımızda. Bu hikâye sürekli bizimle birlikte geliyor, bizi belirliyor. Geçmiş dediğimiz şey olgulardan değil, kendimize anlattığımız yalanlardan oluşuyor. Bunun içinde pişmanlıklar da var, özlenen zamanlar da. Sanırım şahsen ben pişmanlık ve zamanın geri döndürülemezliği üzerine fazlaca kafa yoruyorum. Karakterimde var. “Bize tanınan sürenin sonu” anlamında ölüm de hayatımızda bizzat değilse de bir düşünce, bir gölge olarak önemli bir yer kaplıyor. Aslında “bize tanınan süre”nin her ânını değerli ve eşsiz kılıyor. Ölüm olmasa yaşamak yine mümkün olurdu, ama uzun ve yavan bir aylaklığa dönüşürdü sanırım.
“Ec(c)e Homo” isimli metninizde “Bilmiyor mu ki, bu dünyada yazılan her şey suyun üzerine yazılır” diye soruyorsunuz. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte yazarak her yere iz bıraktığımız bir dönemde, yazının önemine dair ne düşünüyorsunuz?
Yazıyı taşa, kayaya yazmak gerekli. Ağır ağır, hakkederek. Günümüzde ise, dediğiniz gibi, her yere bir cümle bırakmak mümkün. Yazının çoğalması onu biraz değersiz kılıyor gibi geliyor bana. Az ve öz olanı tercih ederim her zaman. Benim bu cümleyle vurgulamak istediğim ise yazının, edebiyatın, sanatın kalıcılığı. Daha doğrusu, kalıcı olup olamayacağı. Kalıcılık mutlaka her sanat üreticisinin aklında yer tutan bir mevzu. Tükenen zamana karşı üretmek, yitip gideni ikame etmek. Daha önce başka bir yerde söylemiştim: Kalıcılığa takılmamak gerek. Yaratının ve alımlamanın coşkusuna, yani sanatın “şimdi”sine odaklanmak lazım. Sanatı bir kalıcılık meselesi değil, farklı bir iletişim yolu olarak görmek daha sağlıklı.
“Zemin’i Beklerken” isimli metninizde geçen, “Bir umut öldürüyor insanı,” cümlesi, şimdilerde en çok ihtiyacımız olan kelimeyi barındırıyor. Sizce bu çağda umut artık iyimserliğini yitirmiş bir duygu mu?
Umut her şeyin önceden belirlendiği bu ileri kapitalist çağda yalnızca bir araç. Hatta genel anlamda devam edebilmek için bir araç. Umut meselesini daha önceki metinlerimde de benzer şekilde işledim. Umuda sahip olmak güzel şey. Bunu küçümsemiyorum. Ama umudun kavgadan önce gelmemesi gerek. İşte o zaman orada yenilgi başlıyor. Bize umuttan daha planlı, daha akılcı bir şey gerek. Umutla direnmeyi, umutla başkaldırmayı anlıyorum. Olması gereken budur. Ama sadece umut kesinlikle ahmakça ve ölümcüldür.
Aynı metinde tanrıların yerini gökdelenlerin aldığını ve insanların bu yeni tanrılara kurban edildiklerini yazıyorsunuz. Çarpık kentleşmeye ve doğanın yok edilmesine dair neler söylersiniz?
Yeni insan nesnelere ve paraya tapıyor. Özellikle bizim coğrafyamızda bu son zamanlarda çok daha belirgin. Başta insanın hizmetinde olan şeyler, –taş, beton ve asfalt– artık insanı yutuyor, yok ediyor. Bunlar aynı zamanda politik sömürünün de araçlarına dönüşüyor. İnsanlar “ev” adını verdikleri betondan bir kübe sahip olmak için ömürlerini harcıyor, değerlerinden vazgeçiyor, vicdanlarını satıyorlar. Ortada insanları ezen bir sistem var ve bu sistem hatalı. Bahsettiğiniz metinde, tapacak şeyleri yanlış yerde arayan iki insan var. Tanrı zannettikleri binanın tepesinden kendilerini boşluğa bırakırken bile ne aradıklarını bilmiyorlar. Bakacakları yeri bilmiyorlar. Çünkü modern dünya onları şaşırtmış, aldatmış. Sonunda hayallerinden de mutluluklarından da vazgeçmek zorunda kalıyorlar.
Bir çocuğun hayalindeki çocukluğu, benliği anlattığınız “Bir Rüya İçin Ağıt” metniniz, daha doğmadan nasıl bir hayatı olacağına karar verilen çocukları anımsatıyor bana. Her bireyin ailesi ya da çevresi tarafından hayallerinin yok edildiğini düşünüyor musunuz? Bu çocukların hayallerindeki ben’e ulaşabilmesi için ne yapmalıyız?
Her bireyin demeyelim ama çoğu kişinin hayalleri ailesi ve çevresi tarafından engelleniyor, kısıtlanıyor, zorlaştırılıyor. Hangimiz (vicdanî sorumluluklarımızın haricinde) özgür olduğunu söyleyebilir? Özgürlük, bir irade ve cesaret işi. Bahsettiğiniz metinde, rüyalarında özgür ve özgüvenli olan çocuk gerçek hayatta aynı cesareti ve özgüveni gösteremiyor. Çoğu zaman kendi ben’imizi beslemek için başkalarının kişiliklerini sömürüyoruz. Zamanında kendilerinin başaramadığı, tamamlayamadığı şeyleri yapsınlar diye aileler çocuklarını istemedikleri uğraşlara boğuyor, başarılı olmaları için zorluyorlar. Bu, sadece bir örnek. Herkesin bu anlamda öncelikle kendine dönmesi lazım. Kendiyle meşgul olması. Ama en basit ilişkilerde bile küçük çıkar arayışlarımız var. Hesaplarımız, kitaplarımız var. Bunlardan kurtulmak gerek ama sanırım pek olası değil.
“Dünyadan çıkış yollarını yalnızca pijamalı çocuklar bilir” yazmışsınız. Çocukluk bir insanın hayatında nasıl bir yere sahip?
Çocukluk, insanı belirleyen zaman sanırım. Çocuklukta yaşanan şeylerin etkisi ileri yaşlara kadar sürüyor, dalga dalga yayılıyor. Yaşınız ilerledikçe bir yandan imkânlarınız genişlerken diğer yandan kimliğiniz belirleniyor, sabitleniyor. Yavaş yavaş kuruyan bir kil gibi, artık yeni baştan şekil vermek imkânı ortadan kalkıyor. Değiştirmeye çalışırsanız kırmak zorunda kalıyorsunuz. Çocukluk ise bir başlangıç. İnsanın geleceğinin şekil verilmeyi bekleyen yaş bir hamur olduğu dönem. Kaçış yollarını, olasılıkların bu sonsuzluğu yaratıyor işte çocuklukta. Yetişkin biri kendi gerçekliğinde hapsolurken, çocuklar gerçekliği aşma yollarını buluyor.
Bu Ben Değilim’deki metinlerin her biri kendi başına güçlü bir etkiye sahip. Fakat bir yandan da bu öyküleri sunma biçiminiz de oldukça ilginç. Büyük harfler, boşluklu italik cümleler, bold kullanımı gibi farklılıklar var. Bunların sebebi nedir?
Yazı bir tuvaldir. Nasıl resim yaparken tuvali istediğimiz gibi kullanabiliyorsak, yazıda da, edebiyatta da kâğıdı istediğimiz gibi kullanabiliriz. Benim kanaatim bu. İletmek istediğimi daha iyi iletecek araçlar bunlar. Ayrıca bu biçim denemeleri bir harf silsilesi gibi görünen metne hareket de katıyor. Bunu seviyorum. Kitaplarımın sayfalarını çeviren kişi bu farklılığın ayırdına hemen varacaktır. Bu farklılığı nasıl değerlendirir, o ayrı mesele. Aslında, anlam ile şekli birleştirecek, yaklaştıracak yollar arıyorum. En basitinden bir örnek verecek olursam, “Sessizliğe Bakmak, Boşluğu Dinlemek” adlı metinde boşluktan bahsedilen yerlerde harflerin, kelimelerin arasına boşluklar sızıyor. Orada şöyle bir cümle de var: “Evet, sessizlik ve boşluk tektir, en azından kâğıt üzerinde.” Boş bir kâğıt ya da kâğıttaki bir boşluk sessizdir, sessizliktir. Bu denklemi metne uygulayınca ortaya biçimsel farklılıklar çıkıyor.
Kitabın bölüm başlıklarındaki 1, 1+1, 1-1, 0 ve ½ ne anlama geliyor?
Öykü kitaplarının “öykü yığınları” gibi görünmesini sevmiyorum. Öykü adlarını içindekiler’de sıralamak yerine kendi içinde bölümlendirmeyi tercih ediyorum. Benzer bir bölümlendirmeyi ilk kitabım Dekadans ve Ölüm’de de yapmıştım.
Bu Ben Değilim’in bölüm başlıklarındaki “1”, bireye, ben’e karşılık geliyor. Birinci bölüm, yani “1”, bireyin yalnız olduğu, kendi başına kaldığı öykülere odaklanıyor. İkinci bölüm, “1+1”, bireyin, ben’in kendini çoğalttığı, ikizleştiği durumları içeriyor. Üçüncü bölüm “1-1”, dördüncü bölüm “0”a hazırlık gibi. Burada ölüm, kendini öldürme, intihar düşüncesi yoğunluk kazanıyor. Dördüncü bölüm “0”da, boşluk ve sessizlik kavramlarıyla meşgul olan metinler yer alıyor. Beşinci bölüm “½” ise bireyin yarım kalmışlık, eksiklik duygusunu vurgulayan metinler içeriyor. Böyle bir mantığı metinlerin üzerine yerleştirmeyi, böylece onları birbirlerine bağlamayı önemsiyorum.
“Bundan sonra da yeni sorularla yazmaya devam edeceğim. Daha doğrusu yeniden, yeni baştan yazmaya başlayacağım. Yazmak, bazen cevabını bilmediğimiz soruları tekrar tekrar, inatla sormaktan başka nedir ki zaten,” demişsiniz. Bu kitaba başladığınızdaki ilk sorunuz neydi peki?
Bir değil birkaç soru vardı aklımda sanırım. Bunlardan en önemli ikisi şunlardı: Niye olduğu gibi olan ama başka türlü olmak isteyen iki ben var içimde ve başka türlü yaşamak mümkün mü? Belki üçüncüsü: Ulaşamadığımız, olamadığımız, vazgeçtiğimiz şeyleri nelerle ikame ediyoruz? Onların yerine neler koyuyoruz? Peki, olamadığımız bir ben’i ikame etmek de mümkün mü? Baştan başlamak, bambaşka olmak...
Bazı metinler okurda zor anlaşılır hissi yaratsa da, üzerine düşününce oldukça derin konulara parmak bastığınızı anlıyoruz. Bu yazım tarzını benimsemenizin özel bir sebebi var mı?
Yazmaya başladığım günden beri katmanlı, kapalı ve göndermeleri bol metinler kaleme alıyorum. Bu, sebebini açıklayamayacağım bir eğilim. Yazma serüvenim boyunca, metinlerim daha da karmaşıklaştı. Biçimsel denemelere giriştim. Yalnızca kalemin ve dilin değil, bir alan olarak kâğıdın da imkânlarını sonuna kadar kullanmaya gayret ettim. Bazılarının “kendisi için yazıyor” dedikleri türden bir kaleme evrildim. Kendini çabucak ele veren bir metnin daha kolay eskiyeceği, daha hızlı bayatlayacağı düşüncesine sahibim. Bir esere ne kadar emek verirseniz, ona ne kadar çok şeyi saklamayı başarırsanız, rayihasını o kadar yavaş bırakır, lezzeti de o kadar uzun olur. Buna inanıyorum.
Kitabın son metni okura altı çizilecek onlarca cümle sunuyor. Özellikle “Ama bir yılan nasıl geçip gidebilirse, farkına varmadan, çiçek açmış orkidenin, yüzlerce yıllık zeytin ağacının ya da yerde hareketsiz yatan bir çocuğun yanından, ben de geçip gidebilirdim bir güzelliğin, yüceliğin, haksızlığın ya da –daha kötüsü- bir ihtimalin yanından. En büyük korkum buydu, yaşarken ve yürürken,” derken, insanın birçok şeye kayıtsız kaldığından mı bahsediyorsunuz? Bu gerçekten sizin de korkularınızdan biri mi?
Öncelikle bu cümleyi alıntılayıp soruyu bunun üzerinden sorduğunuz için teşekkür ederim. Aslında bu cümle metnin tam kalbinde yer alıyor. Yazdığım birçok şey gibi, bu korku da gerçek ve bana ait. Ama vurgulamak istediğim bir kayıtsızlık hâli değil. Mevcut bilgimiz, bilincimiz ve farkındalığımızla ne kadar çok şeyi istemeden gözden kaçırıyoruz, bunun sorusu. Gözden kaçırdığımız, bizi zenginleştirecek bir güzellik olabileceği gibi, harekete geçmemiz, engellememiz gereken bir haksızlık da olabilir. Ya da hayatımızı “bambaşka” yapacak, tek kerelik bir ihtimal de. O ihtimalin çoğu zaman farkına bile varmıyoruz sanırım. Farkına varsaydık, hem de her seferinde varsaydık, kahrolurduk belki de, yaşayamazdık. İşte bu “bambaşka” olabilme ihtimali hem “Duvar: Bir Yürüyüş” metninde hem de kitapta önemli bir yer tutuyor.