“İstemek insanın en büyük yeteneklerinden biri” ise, başkaldırmak bazen kaçınılmazsa, gitmek ihtimal dâhilindeyse, neden hep ağır bir bedelle karşılaşır insan?
20 Aralık 2018 14:11
Kısacık bir roman, bir novella İnci.[i] Steinbeck’i insanı büyüleyen bir “sihirbaz yazar” yapan tüm edebî efsunu, tüm o muazzam muammayı barındırabilen, topu topu 93 sayfalık bir mucize. Basit mi karmaşık mı; yüzeysel mi derin mi; denizin altında mı dağlarda mı geziyor; bilmiş bilmiş bir ders mi veriyor, hayatın sırrını mı fısıldıyor; bir ibret hikâyesi mi, bir acı destanı mı asla bilemeyeceğiniz bir bulmaca. İçinde hayatımızı kuran belli başlı eşitsizliklerin tamamını taşıyabilecek kadar ağır bir kitap bir yandan: Yoksullar ve zenginler, kadınlar ve erkekler, yerliler ve sömürgeciler, hatta doğa ve medeniyet arasındaki karşıtlıkları, her birinin diğeriyle bağlarını ince ince kurarak kalbimize kalbimize işliyor. Bir yandan bir “olaylar olaylar” heyecanıyla bizi kendine bağlıyor,[ii] bir yandan çok derin düşünülmüş kestirme tasvirleriyle olayların geri planındaki görüntüyü çat diye gözümüzün önüne getiriveriyor. Ve de evet, klasik bir Steinbeck sihriyle, baş kahramanımız Kino’nun, sevincin ve umudun şarkısıyla korkunun ve tedirginliğin şarkısı arasındaki gidiş gelişlerine, tüm bu sarkacın (umudun sonlanamamasının) yarattığı çaresizlik hissine biz okurları dâhil ediyor: Gerçekten bir film izlemek gibi bu romanı okumak.[iii] Ve tabii her nedense klasik sayılan Steinbeck sonuyla noktalanıyor.
Daha da kestirmeden söylemek gerekirse, Steinbeck sihri şöyle oluşur: Klasik anlatı tekniklerinin tamamından, bilinen en kestirme şekilde ve açık açık, göstere göstere yararlanır Steinbeck.[iv] Üstelik en basit yazarlık hilesini kullanır: Okurun doğrudan duygularına duygularına, bilhassa da acıma hissine çalışır. Ama sonunda, sıkıcı bir sonuçla dahi noktalanabilecek bu garantici taktik, ağlak bir metinden başka bir şey doğurmayabilecek bu harcıâlem dalavere, tılsımlı, girintili çıkıntılı, şoke edici ve kalp parçalayan bir hikâye yaratır.
Korkunun doğurduğu öfke, öfkenin doğurduğu nefret döngüsü içindeki bu som ve keskin duyguların temelinde, yemesi yutması zor bir güçsüzlük duygusu yatar. Bu güçsüzlük, beyazların bitmek bilmeyen aşağılamaları ile günbegün parlatılır. Kino’ya dokunan, onu yaralayan asıl bu aşağılamadır işte...
İnci’nin hikâyesi, birkaç gün içinde olup biten çok basit bir olay örgüsü üzerine oturuyor: İnci avcısı Kino ve karısı Juana, küçük saz kulübelerinde, sevimli bebekleri Coyotito ile beraber, atalarının kendilerinden önce de yüzyıllardır yaşadıkları yoksul ama huzurlu, sessiz ama içte duyulan şarkılarla dolu basit aile hayatını sürdürmektedirler. Tüm bu sağlam görünen, ama aslında hiç de bozulmaz olmadığı kısa süre içinde anlaşılacak hayat, bir sabah Coyotito’yu bir akrebin sokması ile altüst olur. Genç anne akrep zehirini emer; ama sonuçtan emin olamadığı için yine de bebeği doktora göstermek ister. Böylece tüm yerlilerin katıldığı bir yürüyüş eşliğinde, küçük Coyotito kasabadaki doktora götürülür. Oysa ki burada huzura dahi kabul edilmezler. Bunun üzerine Kino, oğlunu kurtarmak için, ailesinden kalan kano ile inci avına çıkar ve dünyanın en büyük incisi diye anılan harikayı bulur. İnci, Kino’nun cesur hayal gücünü de kışkırtacaktır. Küçük bebek artık iyileşmiştir; ama bu muazzam inci ile yapılabilecek bir sürü şey vardır hâlen: Kino ve Juana kilisede evlenebilir, güzel giysiler giyebilirler; Coyotito’yu okutmak, kitaplarda yazanları bilmesini sağlamak, sömürgecilerin üzerlerinde yıllardır egemenlik kurmalarını mümkün kılan bilgi cenderesini kırabilmek artık mümkündür; en tuhafı da Kino bir tüfek sahibi olmayı, sömürgecinin asıl silahına sahip olabilmeyi hayal edebilmektedir.[v]
İnci’de yerli halkla sömürgecinin karşılaşması, yerlinin duygu dünyası, şu muazzam satırlarla anlatılır: “Kino bir an tereddüt etti. Doktor kendi halkından biri değildi. O neredeyse dört yüz yıldır Kino’nun ırkını dayaktan geçirmiş, aç bırakmış, soymuş ve hor görmüş bir ırkın temsilcisiydi. İşin içinde korku da vardı tabii. Zavallı züğürt Kino bu yüzden kapıya kadar süklüm püklüm yanaştı. Ne zaman bu ırktan birine yaklaşacak olsa, aynı anda birden çok duyguya kapılırdı. Kendini hem güçsüz hissediyor, hem korkuyor, hem de kızıyordu. Öfke ve korku birbirine karışmıştı. Hatta doktorla konuşmaktansa onu öldürmek daha kolay geliyordu.”[vi]
Korkunun doğurduğu öfke, öfkenin doğurduğu nefret döngüsü içindeki bu som ve keskin duyguların temelinde, yemesi yutması zor bir güçsüzlük duygusu yatar. Bu güçsüzlük, beyazların bitmek bilmeyen aşağılamaları ile günbegün parlatılır. Kino’ya dokunan, onu yaralayan asıl bu aşağılamadır işte. Genç bir Kızılderili olarak Kino’nun keskin erkekliği.[vii] bu erkeklikle bağdaştırdığı reel fizikî güç ve onur, yani bedeninde hissettiği kuvvet ve ruhunda hissettiği dayanakla; sömürge dünyasının önünde kurduğu, asla yenişemeyeceğini ancak sonunda anladığı devasa set, bu setin yarattığı mutlak iktidarsızlık hissi arasındaki uçurum, Kino’nun en büyük karşıtlığını, en derin yarasını ve en yakıcı çıkmazını oluşturacaktır.[viii]
Yerlinin dünyası ile beyazın dünyasını ayıran, yerliyi beyaz karşısında aşılamaz bir güçsüzlüğe mahkûm eden, daha doğrusu ancak trajik bir jestle ve çok büyük bir diyet karşılığında bedelini ödeyebileceği bir kadere hapseden maduniyet, güç ve para kadar, hatta ondan da önemlisi bilgiye dayanır. Kino, bilincinde durmadan kanayan bir yara gibi taşıdığı cehaleti,[ix] incisi sayesinde alt etme hayalleriyle yanıp tutuşur. İnci ile geçirdiği ilk gece gördüğü, hayır mı şer mi olduğu belirsiz rüya, bu olmayacak düşü, yerlinin bilgiyle birleşme olasılığını canlandırır: “Coyotito ev büyüklüğünde bir kitabın başına oturmuştu. Kitabın harfleri köpek büyüklüğündeydi. Sözcükler kitabın üstünde koşup oynuyorlardı.”[x]
“Bu hayatta değerli olan nedir?”, “Şeylerin değeri nedir?”, “Ve şeylerin değeri ile (incinin inkâr edilemez değeri ile) hayatın anlamı arasındaki bağı nasıl kurarız?” Tüm bu sorular, bizde şu olasılığı çağrıştırmaktadır aslında: “Ya şeylerin de hayatın da değeri ve anlamı, Kino ve halkının incide, körfezde ve türkülerde sezdikleri kadar belirsizse…”
Kino ve halkı belki cahildir ama, içlerinde yaşadıkları doğanın ilham verdiği muazzam bir sezgi yeteneği ile donatılmışlardır. Bu öyle bir doğadır ki duyuların ötesinde olanı çağırır durur: “Henüz sabahın erken saatleri olmasına karşın ortalığı puslu bir belirsizlik kaplamıştı. Bazı şeyleri olduğundan büyük gösterip bazılarını da gözden saklayan kararsız hava Körfez’e öyle yayılmıştı ki, sanki görünenler serap, bütün görüntüler aldatıcıydı. Deniz ve kara bir düşün keskin netliğine ve bulanıklığına sahipti adeta. Körfez halkı belki de bu yüzden sezgilerine ve düş gücünün yarattıklarına daha çok güvenir, uzaklıklar ve biçimler konusunda gözün kesin doğruyu gördüğüne inanmazdı...Görmek bir kesinlik ifade etmiyordu; gözle gördüğümüzün aslında orada olup olmadığına ilişkin bir kanıt yoktu. Körfez halkı bunun her yerde böyle olduğuna inanır, bu durumu asla garipsemezdi.”[xi]
Bu sezgi, yerlilerin her yerde, her şeyde, her zaman duyduğu şarkılarla açığa vurur kendini. Duyulardan bağımsız olabilen görüntüler gibi türküler de mutlaka var olmak zorunda değillerdir ve unutulmuş şarkılar dahi bir yerlerde yaşamaya devam eder: “Kino’nun halkı bugüne dek olup biten ya da var olan her şeyi şarkıya dökmüştü. Balıklara şarkı yapmışlardı. Kudurmuş denizin, kıpırtısız suların, aydınlığın, karanlığın, güneşin, ayın, hepsinin bir şarkısı vardı ve bu şarkıların tümü, hatta unutulmuş olanlar bile, Kino’nun ve halkının içinde yaşayıp gidiyordu.”[xii]
Ancak Kino’nun halkından miras alıp içinde sakladığı, kendi basit hayatı boyunca yanında taşıdığı tüm bu sessiz derinlik, bu derinliğe dayanan muazzam denge, bulduğu inci ile altüst olacaktır. Çünkü inci ile birlikte Kino’nun arzuları kışkırtılacak; hayal gücü cesurca harekete geçecek ve Kino hem kendi ailesi hem de halkı için başka türlü bir varoluşun düşünü kurmaya başlayacaktır.[xiii] Ama bu düş, Kino’nun huzurlu aile şarkısına, önce inci tüccarları karşısındaki tedirginliğin, sonra ancak “karaltılar” diye tanımlayabildiği tehdidin şarkısını katacaktır: Şer şarkılarıdır bunlar!
Zira Kino ve ailesinin yaşadığı böyle uzak kasabalarda, bilinenin dışına çıkmak, dengeleri altüst etmek muhakkak ki baş edilmez bir uğursuzluğu da beraberinde getirecektir. Bu kaçınılmaz durumu, bu lanetli kaderi şöyle dile getirir Steinbeck: “Küçük kasabalarda…uyumlu davranan, kuralları bozmayan, kimseye ters düşmeyen, aykırılık peşinde koşmayan, hastalanmayan, huzuru ve dirlik düzeni tehlikeye sokmayan kadın erkek, çoluk çocuk herkes, adı sanı duyulmadan sessizce yaşayıp gider. Ama kişi o bildik, alışılmış, güven duyulan düzenin dışına çıkmayagörsün, halkın bütün duyuları uyarılır ve kasabanın iletişim ağı harekete geçer.”[xiv]
Böylece bozulan denge, incide cisimleşen büyük bir uğursuzluk mekanizmasını harekete geçirecektir.[xv] Ama buradan itibaren kader, ancak emekle kazanılabilecek bir kader[xvi] (Kino’nun halkının dünyayı algılayışında ya da türkülerinde de çınlayan) başka belirsizlikleri de kurar. Uğursuzluk teması etrafında sorulan sorular esasında şunlardır: “Bu hayatta değerli olan nedir?”, “Şeylerin değeri nedir?”, “Ve şeylerin değeri ile (incinin inkâr edilemez değeri ile) hayatın anlamı arasındaki bağı nasıl kurarız?” Tüm bu sorular, bizde şu olasılığı çağrıştırmaktadır aslında: “Ya şeylerin de hayatın da değeri ve anlamı, Kino ve halkının incide, körfezde ve türkülerde sezdikleri kadar belirsizse…”
Kino (ve elbette Steinbeck), büyük bir cesaretle, dişini tırnağına takarak, bu sorunun peşinden gider. Romanın da onu eleştiren bu yazının da her yerine, aslında Steinbeck’in peşimize taktığı, türlü yazarlık hileleriyle bize musallat ettiği şu lanetli soru bakiye kalır: Kino’nun, çok büyük bedellerle sahip çıktığı büyük düşü sadece bir kişisel hırs mıdır; kendi halkının hayatını, diğer hayatları değiştirmek istemek için atılmış cesur bir adım mıdır?
Bu sorunun yanıtı romanın sonunda dahi belirsizliğini korur; daha doğrusu çok küçük bir ayrıntıda gizlenir: Kino, incisini pekâlâ kasabasının inci tüccarına (elbette değerinin 10 bin kat altına) satabilecekken, hem kurduğu düzeni bozmayı hem de yerine yenisini koymamayı göze alarak[xvii] 1600 kilometre ötedeki başkente gitmeyi seçer. Büyük bir adımdır bu. Çok trajik bir adım.
Fransız tragedyalarına özgü soylu seçimlerle baş başa kalan bu basit ama onurlu Kızılderiliye, en nihayetinde çok istediği tüfeğine kavuşsa dahi, meşhur Steinbeck sonlarıyla lanetlenmiş, çok keskin; ama hem de Steinbeck sihriyle büyülenmiş çok belirsiz bir son kalır.[xviii] Biz okurlara da şu belirsiz, büyük soru: “İstemek insanın en büyük yeteneklerinden biri” ise[xix], başkaldırmak bazen kaçınılmazsa, gitmek ihtimal dâhilindeyse, neden hep ağır bir bedelle karşılaşır insan?
Ama Körfez'in görüntüleri de böyle belirsiz değil midir? Hayat da böyle buğulu olmaktan, tam seçilememekten kaynaklanan bir belirsizlikle, hayır mıdır şer midir asla bilemediğimiz bir melanetle efsunlanmış değil midir?