Mutsuzken mutsuzluğu üzerine yazabildiği için mutlu kalabilen, mutluluğa “istidadı olan” yazarlardandır Nabokov. Mutluluğun ilk sahnesi de çocukluktur
17 Aralık 2015 13:00
Bütün kötü yazarlar birbirine benzer; her iyi yazarsa başka başka şeylerde iyidir.
Nabokov’ların evinde vaziyet kötüydü. “Kadın,” diye okuruz buraya kadarını taklit etmeye çalıştığım Anna Karenina’nın devamında, “eski Fransız mürebbiyeleriyle gizli bir ilişkisi olduğunu öğrendiği kocasına artık aynı evde beraber yaşayamayacaklarını bildirmişti.” 1937 Nisan’ının ortalarında kocasının bir süredir yaşadığı gizli ilişkiyi ayrıntılarıyla anlatan dört sayfalık imzasız bir mektup alan Véra Nabokov’sa böyle bir şey yapmamıştı. Her şeyden önce, beraber yaşadıkları bir evleri yoktu (hiç olmamıştı, hiç de olmayacaktı –hep otel ve pansiyonlarda yaşadılar). Dahası o sıralar aynı şehirde bile değillerdi. Véra, üç yaşındaki oğulları Dmitri’yle beraber Berlin’deydi; kocası Vladimir (mektuplarda Volodya) ise Paris’te. Farklı şehirlerde, iki koldan, Berlin’den kaçma hazırlığı yapıyorlardı. Véra’nın bir Rus Yahudisi olması kaçmaları için yeterli sebepti, ama bu yetmezmiş gibi bir de 1922’de Volodya’nın babasını öldüren iki Rus faşistinden biri, Sergei Taboritsky (kör talihin Nabokov-vari bir oyunuyla) Hitler tarafından Göçmen İşleri Dairesi’nin başına getirilmişti. Kaçmaktan başka çareleri yoktu.
Mektuplaşıyorlardı.
Kişisel mahremiyetine delicesine düşkün Véra kendi yazdıklarını itinayla yok ettiği için bugün elimizde sadece Véra’ya Mektuplar diye bir kitap var. Ama zaten yazdıklarını yok etmemiş olsaydı da aynı titiz ve tutkulu Nabokov-perestlerin hazırlayacağı Véra’dan Mektuplar cildi epey ince olacaktı. “Seni çok seviyorum, mutluluğum benim...” diye yazıyordu Vladimir karısına ta 1924’te, “ve bana yazmadığın için de sana çok kızgınım. (...) Hâlâ âşıksın bana, değil mi?” On gün sonraki bir başka mektubun ilk cümleleri: “‘Sesin yok senin, bütün güzel şeyler gibi...’ Senden tek bir mektup bile almayacağım fikrine çoktan alıştım, kötü aşığım benim.” Dört gün sonra: “Sana da yazışmalarımız azıcık... tek taraflı gibi gelmiyor mu? Sana o kadar kızgınım ki bu mektuba selam vermeden başladım. Aslında ortasında bir soru işareti olan boş bir kâğıt göndermeye karar vermiştim, ama sonra pul ziyan etmek istemediğim için vazgeçtim. Gerçekten, niye yazmıyorsun hiç bana? (...) Artık beni sevmiyorsan lütfen dürüstçe söyle.”
Elbette Véra da onu çok seviyordu. Çocuk ruhlu, talepkâr, sabırsız kocasından daha soğukkanlı, daha güçlü ve daha suskundu, o kadar. Çok çok seneler sonra bir akşam, New York’ta, şeref konuğu oldukları bir davetin ardından yürürlerken Volodya dostları Saul Steinberg’i şaşırtmak için “Göstersene şunu...” deyince çantasından çıkaracağı zarif Browning tabancayı ta o zamanlardan beri yanında taşıyordu Véra. Kocasının dehası etrafında şekillenecek Tolstoycu “aile saadeti”nin, üç kişilik korunaklı ve seyyar bir mutluluk evreninin muhafızlığını (ve Amerika yıllarında ülkeyi tanımak ve kelebek avlamak için sonraları Lolita’ya girecek onlarca motelde kala kala yaptıkları iki yüz bin millik yolculuk boyunca şoförlüğünü) yapmaya en baştan gönüllü olmuştu. “V. Sirin” müstear isimli yetenekli ve beş parasız Rus yazarının Lolita’nın yazarı ve İngilizcenin en büyük düzyazı üslupçusu “Vladimir Nabokov”a (ömrü boyunca avladığı kelebekler gibi mucizevi bir şekilde) dönüşmesinde, Volodya’nın dehası kadar Véra’nın “deha yönetimi” gibi bir görevi hakkıyla yerine getirmesinin ve dağılmaya müsait kocasını sabırla bir duygusal eğitimden geçirmesinin de payı vardı: Birbirine âşık Siyam ikizleri hakkındaki o kitabı değil ileride Lolita’ya dönüşecek kitabı yazmasında direten de oydu, bir türlü istediği gibi yazamadığı o kitabın müsveddelerini yakmasına iki kere engel olan da (şaibeli bir anekdot).
Nabokov’un 1950’lerin ikinci yarısından itibaren gittikçe daha müdanasız bir şekilde takındığı o mağrur ve müşkülpesent dahi maskesinin arkasında Véra da vardı demek istiyorum. Nabokov hakkındaki en içgörülü ve etkileyici kitabın (Sihirbazın Kuşkuları: Nabokov ve Kurmacanın Riskleri) yazarı Michael Wood, “Nabokov” dediğimizde aslında aynı anda bir sürü farklı şeyi kastettiğimizi söyler ve bunların dördünü sayar: “1. Hayat hikâyesi Brian Boyd tarafından kusursuz bir şekilde anlatılmış tarihsel kişi, 2. Fazlasıyla bariz, fazlasıyla stilize, şahsen kof ve dar bulduğum ve hayranlık duyduğum eserlerle neredeyse hiçbir alakası olmayan bir dizi tavır, önyargı, huy, görüş ve performans: Üstad Nabokov, 3. Hakkında tahminler yürütebildiğim ama kendisini epey başarılı bir şekilde gizleyen (gerçek) bir insan: Sadece şefkatli ve dikkatli değil, aynı zamanda mahcup, hatta ürkek ve “üstad” olanın bir kalemde harcadığı onca şey için dertlenen biri, 4. Kolayca teşhis edilebilecek yazma ve anlatma alışkanlıkları: yapmacıklı, çetrefil, ahenkli, kinayeli, sapkın, eğlenceli, lirik, hüzünlü, nostaljik, merhametli, uçarı, tutkulu, zalim, soğuk, aptalca, büyülü, hassas, felsefi ve unutulmaz.”
“Üstad Nabokov”: Hayatını başkalarının merak ve tecavüzünden, sanatını da yorum ve eleştirinin müdahalesinden koruyacak kalın duvarlarla çevirmiş, zevk ve kanaatlerinde sinir bozucu derecede muhafazakâr, her hamlesi hesaplı, her söylediği kinayeli ya da imalı, burnundan kıl aldırmayan, mükemmeliyetçi, alaycı, dünya yıkılsa umursamayacak büyük yazı aristokratı. Nabokov’un Strong Opinions (Taştan Kanaatler diye çevirmek isterdim) isimli kitabında topladığı söyleşilerinde Véra’nın yardım, danışmanlık ve kâtipliğiyle yıllar içinde adım adım kurduğu ve dayattığı bu “Üstad Nabokov” personasının hayatı da tıpkı sanatı gibi kusursuzdu –ya da başka bir göçmen Rus yazarın, Nabokov’dan pek de hazzetmeyen Joseph Brodsky’nin bir yerde söylediği gibi “hayatı da tıpkı sanatı gibi devasa bir kafiyeydi”.
Bu kafiyeyi ilk bozan Andrew Field oldu. 1960’ların sonunda, İsviçre’de, Leman Gölü’nün kıyısındaki ihtişamlı Montreaux Palace otelinde Véra’yla beraber geç gelmiş şöhret ve servetin tadını çıkararak çalışan münzevi Nabokov’a usulca yanaşıp biyografisini yazma iznini koparan kafasız (ve zamanla ortaya çıkacağı gibi düpedüz kötü niyetli) Field, meraklı bir yazardan çok işkilli bir hafiye gibi yürütmeye başladığı araştırmasının bir noktasında 1937’de olanlarla ilgili bir şeyler öğrendi. Kaynakları yazılı değil şifahiydi ve o şifahi kaynakların Nabokov’un (özellikle de Véra’nın) yeminli düşmanları olduğunu bilen biliyordu. Ama ne gam: Field, Martin Amis’in yayımlandığında “yer yer Nabokov’dan çok kendi aptallığının hikâyesini anlatıyor” dediği fahiş maddi hatalarla dolu derbeder biyografisini alelacele yazıp yayımladı ve böylece bütün okuyucuları, Vladimir Nabokov’un, evliliğinin on dördüncü yılında, Paris’te, Irina Guadinini isimli hoş bir Beyaz Rus’la sekiz ay süren tutkulu bir ilişki yaşadığını öğrenmiş oldu.
Bu ilişkinin hikâyesini ateşli Nabokov meraklılarından başkasını fazla ilgilendirmeyecek hurda bir biyografik parantezden fazlası kılacak bir şey varsa, o da Üstad Nabokov’un hayatının kitaplarına kendisinin iddia ettiğinden çok daha fazla sızdığını gösteren veciz bir örnek olması. Brian Boyd’un Field’ınkini hükümsüz kılan iki ciltlik olağanüstü Nabokov biyografisinde Vladimir’in Irina’ya yazdığı mektuplara dayanarak anlattığı, Stacy Schiff’in de Véra biyografisinde bizzat Véra’nın ağzından laf almayı başararak ayrıntılandırdığı hikâyenin devamı acıklı ve sarsıcıydı.
Véra’nın kocasının yaşadığı ilişkiyi ispiyonlayan dört sayfalık imzasız mektubu okuyunca ne hale geldiğini tam bilmesek de, iddiaları kesin bir dille reddeden Volodya’nın cevabi mektuplarındaki havadan az çok çıkarabiliyoruz. “Aynı söylentiler benim kulağıma da geldi...” diyordu Vladimir, “ve Berlin’e de ulaşacaklarından hiç şüphem yoktu. (...) Nihayetinde benim hakkımda zevkle uydurdukları bu çirkin şeyler umurumda değil, bence sen de umursamamalısın. Benim umursadığım sensin ve hep de sen olacaksın. Genellikle insanlarla bol bol dalgamı geçiyorum, onlar da bana diş biliyorlar. Hayatım, aşkım, sen benim parçamsın ve bunu gayet iyi biliyorsun.” Mektuplaşmalarının kırk beş senelik tarihinde Véra’nın suskunluğunu en sık bozduğu dönem, muhtemelen bu gibi ikna edicilikten uzak “geçiştirme” cevapları aldıkça çileden çıktığı 1937 Nisan ve Mayıs aylarıydı. Sonunda Prag’da buluştular. Nabokov’un annesini ziyaret ettikten (ve hasta yatağındaki anne Elena Nabokov da torunu Dmitri’yi ilk ve son defa gördükten) sonra Cannes’a gittiler ve vazgeçemediği karısıyla vazgeçemediği sevgilisi arasında kalmaktan boğulacak raddeye gelmiş Nabokov sonunda dayanamayıp her şeyi itiraf etti: Evet bütün o söylentiler de, o imzasız mektupta yazanlar da doğruydu. Irina’ya sırılsıklam, deli gibi âşıktı.
“O kadına karşı hissettiklerin bunlarsa eğer,” dedi Véra (diye naklediyor Boyd), “Paris’e, onun yanına gitmelisin.”
Nabokov’un kısa cevabı kararsızlığının acıklı bir özetiydi: “Şimdi değil.”
Irina’yla ilişkileri 1937 Şubat’ında başlamıştı ama aslında bir senedir tanışıyorlardı. Michael Maar gibi Üstad’ın hayatının kronolojisine mikroskobik ve paranoyaklığa varan bir dikkatle eğilen bazı araştırmacılar için bu, Nabokov’un en güzel (ve ne yazık ki henüz Türkçeye çevrilmemiş) hikâyelerinden biri olan 1936 tarihli “Spring in Fialta”nın (Fialta’da Bahar) ilham kaynağının da Irina olduğu anlamına geliyor. Sansasyon ve ifşaat meraklısı Maar’ın bir araştırmacı olarak pek itibar edilecek tarafı olmasa da, vardığı bu sonuca heyecanla katılmadan edemiyorum. Otuz yedi yaşındaki Nabokov’un içine bütün yeteneğini boca ettiği bu yoğunluğuyla afallatıcı, mimarisiyle hayranlık verici, dokunaklılığıyla iç titretici hikâyesi (“sıkıştırılmış romanı” demeli) bir erkekle (Victor) bir kadının (Nina) uzun bir tesadüfi karşılaşmalar silsilesinden ibaret on beş yıllık ilişkileri, daha doğrusu hiçbir zaman adı konmuş bir ilişkiye dönüşmeyen ve dönüşmesi için ikisinin de açıkça teşebbüs etmediği, edemediği, etme fırsatını son ana kadar yakalayamadığı aşkları, başka bir zamanda ve başka şartlarda pekâlâ yaşamış olabilecekleri ama yaşayamayacaklarını başından beri bildikleri ilişkinin yavaş yavaş ikisinin gözünde de belirginleşen hayaleti hakkındadır. Hayatlarının “her şeyin bir başka şeyin kenarında titreştiği” büyülü kesişim noktalarında, “güzel, hassas ve tekrar edilemeyecek bir şeyin heba olup gidişini” seyrederler.
Ama bu yitirilmiş, ıskalanmış, heba edilmiş “öteki hayat” teması Nabokov’u Irina’yla ayrıldıktan bir sene sonra yazdığı ilk İngilizce romanı Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’nda da (yine Nina isimli bir karakterle) meşgul ettikten sonra yerini çarçabuk başka bir temaya, “mutluluğa” bırakır. Nabokov kısa bir mutsuzluk arasından sonra asıl konusu olan mutluluğa geri döner, demek daha doğru aslında. Bir yazarın mutluluğunun kaynağı ve işareti yazabiliyor olmasıysa eğer, Nabokov’un Irina’yla ilişkisinin en zorlu (gerginlikten sedef hastalığı geçirdiği ve hayatında ilk ve son defa intihar etmeyi düşündüğü) zamanlarında bile mutlu olmayı becerebildiğini görürüz. Stacy Schiff, Véra biyografisinin Irina hikâyesini anlattığı sayfalarında hayret ve hayranlıkla şu parantezi açar: “Bütün bunlar olup biterken, Marienbad’da, kırk sekiz saat içinde bir kısa hikâye yazabilmiş olması mucize gibi bir şeydir. Üstüne üstlük, ‘Bulut, Kale, Göl’, iki gerçeklik arasında sıkışıp kalmış bir adamın, işkenceye dönüşen bir gezinin ve görülen ama ele geçirilemeyen bir mutluluğun hikâyesidir.” Mutsuzken mutsuzluğu üzerine yazabildiği için mutlu kalabilen, mutluluğa “istidadı olan” yazarlardandır Nabokov. Edebiyatın acı, çile ve mutsuzluktan çıktığına dair yaygın ve pek çok güçlü örnekle de desteklenebilecek fikri, bütün edebiyat tarihinin karşısına dikilip tek başına çürütebilecek güçtedir. Cansız ve sıkıcı olan mutsuzluktur Nabokov’a göre, mutluluk değil: “Aslında bir karamsardı,” der “Bir Onur Meselesi” isimli hikâyesinde bir kahramanı için, “ve bütün karamsarlar gibi, gülünç denecek derecede gözlem gücü eksik bir adamdı.” Lila Azam Zanganeh, başlı başına bu konu hakkındaki oyuncu kitabı Büyücü: Nabokov ve Mutluluk’ta, yirminci yüzyılın ilk yarısının en büyük felaketlerinin içinden geçmiş bir yazarın mutluluğu (ve küçük kızkardeşi iyimserliği) nasıl ve nerelerde arayıp bulduğunu çok güzel anlatır.
Mutluluğun ilk sahnesi çocukluktur: Freud’dan çocukluk fikrini karanlığa boğduğu için o kadar nefret eder Nabokov, Raymond Queneau’nun Zazie Metroda’sını çocukluğu dünya karşısında saf bir heyecan olarak sunduğu için o kadar metheder, Humbert Humbert’a bir çocuğa âşık olduğu için değil bir çocuğu çocukluğundan mahrum ettiği için o kadar acı çektirir, Ada ya da Arzu’nun kardeş âşıkları da çocukluklarına sadık kaldıkları için o kadar mutludurlar. Çağdaşı yazarların çoğunun (Joseph Roth, Sándor Márai, Ahmet Hamdi Tanpınar) aksine kayıp imparatorluğun değil, kayıp çocukluğunun hasretini çeker Nabokov.
Vyra’daki sayfiye evlerinde geçen çocukluğundan söz ederken kullandığı kelimelerle Véra’yla evliliğinden söz ederken kullandığı kelimelerin aşağı yukarı aynı olması tesadüf olmasa gerek (Vyra-Véra benzerliği de cabası): kusursuz, mutluluk verici, benzersiz, unutulmaz, bulutsuz. Suskun, sakin ve kararlı Véra’nın verdiği emniyet duygusunda Nabokov’un gizlemek, arkasından ağlamamak, bir yara gibi teşhir etmemek için çok uğraştığı kayıp acısını dindiren, teselli eden bir şeyler vardı. Irina’yla yaşadığı (otobiyografisi Konuş, Hafıza’da ilk aşkı Tamara’yla ilişkisi için kullandığı ifadeyle) “gözü kara aşk macerası”nı sonunda bu emniyet duygusunu feda edemediği için bitirmişti aslında.
Kolay olmamıştı. (Seneler sonra, fazla oyuncu ve yorucu bir “negatif otobiyografi” olarak yazdığı son romanı Palyaçolara Bak!’ın bir yerinde, kaybedilmiş sevgiliden geriye kalan hüzünlü eşyaları elden çıkarmayı “yavru kedileri suda boğmaya” benzetecekti.) Field’ın yine sözlü tanıklıklara dayanarak sayıp döktüğü Véra-öncesi çapkınlıklarına benzemeyen, yoğun, yıkıcı bir aşktı Irina’yla yaşadığı: Vazgeçemiyordu ondan. Yaşayabilecekleri muhtemel bir hayata dair cılız ümidi içinden atamıyor, yaşayamayacağını açıkça gördüğü hayatı gerçekleşmemiş bir mutluluk ihtimali olarak ömrü boyunca kederle içinde taşımaktan korkuyordu. Nitekim Véra’ya her şeyi itiraf ettikten sonra da bir süre Irina’ya gizlice yazmaya devam etti. “Babamın öldürüldüğü günü bir yana bırakırsak, hayatımın en kötü günüydü...” diyordu o acılı itiraf gününü anlattığı mektubunda. Bu itirafın Nabokov’u Véra’dan koparacağına inanan ümit dolu Irina, sevgilisinden habersiz Cannes’a geldi. Kumsalın, güneşlenen Véra’yla Dmitri’nin gözlerinden uzak, kuytu bir köşesinde buluşup konuştular ve bu son konuşmaları oldu. Sekiz ay süren aşkın her safhasını günlüğüne kaydetmiş annesinin yazdığına göre, Irina o gün Cannes’dan ayrılamamış, Nabokov’ların pansiyon odasını gören bir noktada oturup geceyarısına kadar ümitle beklemişti.
Nabokov 1948-1959 arasında (Lolita ve Pnin’i yazdığı yıllar) Cornell Üniversitesi’nde verdiği, sonradan kitaplaştırılan ve öğrencilerine kötü yazarları neyin birbirine benzettiğini, iyi yazarları da ayrı ayrı nelerin benzersiz kıldığını anlattığı “Rus Edebiyatından Tercümeler” dersinin Anna Karenina’ya ayırdığı bölümünde “[Anna’nın] hakikatten yana ve tutkulu tabiatı, sahteliği ve gizliliği imkânsız kılar,” der ve şöyle devam eder: “Emma Bovary gibi hülyalı bir taşralı, yıkık dökük duvarları tırmana aşa o aşığın yatağından bu aşığın yatağına seken arzulu bir kızcağız değildir o. Anna Vronski’ye bütün hayatını verir, canı gibi sevdiği küçük oğlundan ayrılmayı kabul eder. (...) ([Anna’nın] aslında bir açıdan Emma’nın Rodolphe’la beraber kaçma hayalini hayata geçirdiği söylenebilir, ama Emma kendi çocuğundan ayrı düştüğü için acı çekmezdi, ki zaten bu küçük hanımın durumunda hiçbir ahlaki güçlük de söz konusu değildi.)” Anna’nın yaptığının sadece ilk yarısını (gizliliğe dayanamamak) yapabilmiş Nabokov üniversite amfisinde Emma’ya yüklenirken Irina’yla ilişkisini hatırlıyor muydu, bilmiyorum.
Aslında tam olarak hangi Nabokov’dan bahsettiğimi de bilmiyorum. Michael Wood’un ilk Nabokov’una, biyografisindeki Nabokov’a çok sevdiğim bir roman kahramanıymış gibi bağlıyım. Öteki Nabokov’u, kitaplarının küçük çatlaklarından arada bir hayaleti görünen ince ruhlu ve merhametli yazarı çok seviyorum. O benzersiz, lirik, kinayeli, hüzünlü, uçarı, tutkulu, zalim, soğuk, felsefi ve unutulmaz üslubun Nabokov’una bazen hayranım, bazen tahammül edemiyorum. Tavizsiz, mağrur, Üstad Nabokov’uysa bir türlü affedemiyorum. Sadece merhametli yazarı gözlerden uzak tuttuğu için değil, Irina’yı çoktan unutmuş gibi yaptığı için de. “Madame Bovary benim” demeliydi.