"Aydın Uğur’un evine misafir olduğum o gün, o günden sonra yazılmaya başlayacak alternatif biyografimin ilk günüydü. O yüzden, Aydın Uğur’un bendeki değeri fazlasıyla özneldir. Bir entelektüel olarak değeri ise fazlasıyla nesnel bir gerçekliktir, şahitliğime ihtiyacı yok. Belki çok fazla kitap üretmemiştir, evet, ama derlemesini Mete Tunçay’la birlikte yaptığı o devasa Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi bile tek başına bu değeri ispata yeterlidir."
03 Ağustos 2022 20:30
Teşvikiye Camii’nin arka taraflarında tipik bir Nişantaşı apartmanının girişinde zile bastım. Yıl 1992. Aylardan kasım. Gecikmeden kapı otomatiği açıldı. Heyecanlı ama çekingen, istekli ama vazgeçmeye de her an hazır adımlarla daire kapısının önüne geldim. Bir kadın, “ev hali” denemeyecek özenli giyimiyle bir kadın, yarı aralık kapının eşiğinde zile basanı bekliyordu:
– Merhaba?
– Aydın Bey’e gelmiştim.
– Göksel mi?
– Evet.
– Tamam, buyurun.
Ayakkabıyla girilen evlerdendi. “Lütfen,” dedi, “çıkartmayın.” Bana yol gösteren bir çift stilettoyu takip ettim. Parlak yer döşemesi, ucuz ayakkabılarımın altında biraz inledi gibi geldi bana.
– Kusura bakmayın, biraz bekletecek sizi, dedi.
Ne önemi vardı!
Çalışma odasına girildi. Ne çok kitap vardı yarabbi!
Deri kaplı, çok şık bir berjer gösterildi oturmam için. Emin olamadım. Ama kılığımdan usanmadan oraya kadar gelebilmiştim işte, daha ne!
Koltuğa bir rahatsızlık vermekten çekinerek oturdum.
– Ne ikram edeyim, ne içersiniz?
– Bilmem! Ne olursa…
– Ben size bir kahve getireyim.
Berjerle birbirimize tam alışmadan bembeyaz porselen fincanda filtre kahvem geldi. Türk kahvesi gelecek sanmıştım; filtrelisini galiba ilk o zaman içtim. Bir yandan kahve ve berjerle uzlaşı arıyor, bir yandan da, iki odalı evde beş kardeşle büyüyen ben, yalnızca bir kişiye ait bu fetiş odanın varlığına inanmaya çalışıyordum ki… Aydın Bey geldi; Aydın Uğur.
Beni ona Ünsal Oskay göndermişti. Ünsal Hoca ile aynı yıl, yani 1992’de, o zamanlar Tepebaşı’nda düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı’nda (demek ki kasım ayı başında) tanışmıştım. 22 yaşındaydım. Askere gitmemek için üniversitedeki son senemi uzatıyor, bir perde firmasında da jaluzi ve stor ölçüsü alıp montajcılık yapıyordum. O gün işim erken bitmişti. Fuarı gezeyim dedim. Gezinirken, bir standın arkasında Ünsal Hoca’yı gördüm. İmza günüymüş. Varlık’ta çıkan yazılarının hayranıydım. Önünde pek kalabalık yoktu. Hemenİletişimin ABC’si kitabını aldım, yeni çıkmıştı. İmzaladı. Ama bırakmadı, sorular sordu: “Kimsin, nesin? Kitabımı niye alıyorsun?” vs… Anlattım. Morgan’dan çevirdiği Eski Toplum’u hem Marx’tan hem de derslerden biliyordum; “Antropoloji okuyorum” dedim, “kültür sosyolojisine merakım var”. “Gel şöyle otur” dedi, bir iskemle çekti yanına. Oturdum. Nasıl heyecanlıyım! O bana sürekli bir şeyler soruyor, ben ona sürekli hatmettiğim politik müfredattan sloganlarla, ezber cümlelerle cevaplar uydurmaya çalışıyorum. Baktı ki hevesli ama zır cahilim, “Anlaşıldı” dedi, “okuman lazım”. Kitabını imzaladığı yere Aydın Uğur’un okul ve ev telefonunu yazdı. Ankara’dan, Mülkiye’den tanışırlarmış. “Kültür sosyolojisine merakın varsa ona git. Selamlarımı söylersin, yardımcı olsun sana” dedi.
Ve işte şimdi evindeydim. Hakkında biraz bilgilenip gitmiştim. Tereddüt ve çekincem, öğrendiklerimdendi: Üniversiteye hazırlanırken bana göğün yedi kat yukarısında ya da Kaf Dağı’nın ardındaymış gibi gelen o yüce, o erişilmez Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nün öğretim üyesiydi, Bakan çocuğu, İstanbul’un köklü ailelerinden, vs.… Ben asık suratlı, donyağı gibi bir burjuva beklerken, ucuz kahve fincanlarından nefret edecek kadar insancıl, sıcacık, güleç yüzlü bir adam çıkageldi.
– Rahatsız olma, otur lütfen, dedi.
Karşılıklı berjerlere oturduk. Tanışma, hoşbeş derken… Sebebi ziyaret çerçevesinde sohbete koyulduk. Arka arkaya konular açıyor, cehaletimin enginliğini kavramaya çalışıyordu. Çok kibardı, çok inceydi. Kırıcı tek bir söz söylemedi. Ezmedi, hırpalamadı. Beni dinlerken ara sıra ayağa kalkıp bir dudağı yerde bir dudağı gökte kütüphanesinden kitaplar alıp önüme dizmekle yetindi.
Sanıyorum bir saati geçen saçmalamalarım bittiğinde oturduğum berjerin etrafı neredeyse dizlerime kadar kitapla dolmuştu.
– Bunların hepsini okuman lazım, başlangıç olarak.
Beni cesaretlendirerek söyledi bunu, asla heves kırarak değil.
Anlayışlıydı da.
– Hepsini birden de alamazsın şimdi sen bunların, dedi.
O zamanlar, Cağaloğlu’nda Sosyal Yayınlar’ın büyük bir kitap mağazası vardı, bütün yayınevlerinin kitapları satılırdı ve galiba İstanbul’un en büyük kitapçısıydı. Yöneticisi Zeyno’nun telefon numarasını verdi.
– Git oraya, istediğin kitabı alman için yardımcı olsun. Ben şimdi arayıp konuşacağım, dedi.
Karşılandığım gibi nezaketle uğurlandım.
Oraya hemen ertesi günü gittim. “Tanrı benzerleri buluşturur” derler… Ünsal Hoca ile başlayıp Aydın Uğur’la ilerleyen iyi insanlar zinciri Zeyno ile devam etti. Mağazanın depo gibi bir odasını gösterdi bana: Etrafta kitap ve koli yığınları, ortada demir bir masayla ahşap bir sandalye…
– İstersen dilediğin kitabı al evine götür ama zedelemeden getir, istersen otur burada oku.
Orada okudum. Hem de aylarca. Ölçü montaj işlerim biter bitmez o odaya koştum. Saatlerce okudum, notlar aldım. Bazen herkes gitti, mağazayı üzerime kilitlediler, orada sabahladım.
Ve hayatım değişti.
Aydın Uğur’un evine misafir olduğum o günden beş ay sonra ilk kez bir dergide yazım yayımlandı; iki yıl sonra, perdeci değil, kültür sanat dergisi editörüydüm; üç yıl sonra Ünsal Hoca’nın yanında yüksek lisansta, sekiz yıl sonra da akademideydim.
Serhan Ada, Aydın Uğur, Asu Aksoy
Yani… Aydın Uğur’un evine misafir olduğum o gün, o günden sonra yazılmaya başlayacak alternatif biyografimin ilk günüydü. O yüzden, Aydın Uğur’un bendeki değeri fazlasıyla özneldir.
Bir entelektüel olarak değeri ise fazlasıyla nesnel bir gerçekliktir, şahitliğime ihtiyacı yok. Belki çok fazla kitap üretmemiştir, evet, ama derlemesini Mete Tunçay’la birlikte yaptığı o devasa Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi bile tek başına bu değeri ispata yeterlidir.
Ayrıca Keşfedilmemiş Kıta var, Kültür Kıtası Atlası var… Ki daha ziyade Aydın Uğur ismi bu kitaplarla anılır zaten.
Önce 1991’de Keşfedilmemiş Kıta’yı yayımladı Aydın Uğur. ‘80’lerin ortalarından itibaren gündelik yaşam kültürümüz içinde öne çıkmaya başlamış bazı konuları kültür sosyolojisi içinden bakarak yorumladığı, Argos, Gergedan, Birikim gibi dergilerde çıkmış yazılarını derlediği bu kitabın alt başlığı çok net bir tespit içeriyordu: Gündelik Yaşam ve Zihniyet Kalıplarımız. Aydın Uğur, bu tespitiyle gündelik yaşamın hayatın bütününün örgütleniş ve işleyiş tarzına ilişkin çok önemli veriler içerdiğini ama gündelik yaşamı bazı zihniyet kalıplarıyla algıladığımız için toplum olarak bu verileri layığınca anlamaktan uzak olduğumuza dikkat çekiyordu; bizi gündelik yaşamı keşfe çağırıyordu.
Dönem, kritik bir dönemdi. ‘80 sonrasının siyasal yaraları ve toplumsal yılgınlığı içinde yuvarlanan, Amerikan yaşam tarzının çapaçul ve mecalsiz bir ekonomi içinde benimsetildiği, bir türlü zenginleşememiş bir toplum vardı ortada. Altın yıllarına doğru yürüyen popüler kültür, gelmekte olan hayatın kendi nimetlerinden bize de bir şeyler verebileceğini fısıldıyordu kulaklarımıza ama (toplumsal hayat her ne kadar değişmeye devam ediyor ve sınıflar arası hiyerarşik geçiş olanakları artırıyor gibi görünüyorsa da) dünyanın hal ve gidişinden doğan ürküntüyü, endişe ve korkuları yatıştıramıyordu.
Gündelik yaşamın kalıplaşmış akışında amaçsızca dolaşan kitleler, kendilerini şu ya da bu saçmalığa büyük bir istekle ve bütünüyle teslim edebilirlerdi. (Nitekim 1990’ların kültürel söylem ve pratiğine damgasını vurmuş yeni orta sınıfın, ideolojilerin ölümü, toplumsalın geçersizliği üzerinde yükselen pür neşesinden, “Burası New York, karşısı Üsküdar!” züppeliğinden, AKP ve Erdoğan iktidarına dikey geçiş yapacaktı bu toplum.)
Gündeliğin bilincinde, insan eksik, tarih eksik, gelişme eksiktir. Aydın Uğur, bizi bu bilinci anlamak için “gündelik yaşam kalıplarımız”ı görüp anlamaya, “keşfedilmemiş kıta”ya ayak basmaya çağırdı. O yüzden Keşfedilmemiş Kıta, toplum olarak kritik bir dönemden geçerken bizim ne yaşadığımızı anlamamıza yardımcı olmuş, yol göstermiş, uyarmış, ufuk açmış bir kitaptır. Medya teknolojileri ve popüler kültür aracılığıyla gündelik yaşam kültürünün toplumsal dünyadaki öneminin iyiden iyiye arttığı 1990’larda Ünsal Oskay ve Aydın Uğur dışında bu meselelere toplumbilimleri disiplini içinden ve bu perspektiften bakan üçüncü bir isim yoktur – 2000’lerin hemen başında da Tayfun Atay’ı göreceğiz.
On yıl sonra da bu yazılarının genişletilmiş bir derlemesini Kültür Kıtası Atlası adıyla yayımladı. Aydın Uğur’un zihninde kıta keşfedilmiş, adı konmuş, haritası çizilmişti artık. Aydın Uğur’un yazıları, endişeli ve tekinsiz bir toplum, gündelik yaşam kültürü içinde tanıyıp izlediğimiz bu dünyada hiç bilmediğimiz yabancılardan oluşan bir “yığın” içinde değil de, bize benzeyen, tanış olduğumuz insanlardan oluşan bir “toplum” içinde yaşadığımızı söyledi.
Bunlar Aydın Uğur’un nesnel değerine ilişkindir. Onunla ortak hikâyemiz ise, söylediğim gibi, bendeki öznel değerine ilişkindir. Ama sadece bununla da sınırlı değildir kanımca. Kişisel deneyimlerin bir çeşit özel mülk olduğu inancında değilim; kişi, Marx’ın tarifiyle, “toplumsal ilişkiler toplamı” ise eğer, onun deneyimleri de topluma aittir.
Aydın Uğur’la hayatıma yön veren temasımız, onun nesnel değerinin öznel bir deneyimde açığa çıkma biçiminden başka bir şey değildi. O yüzden, kendisine adanmış yazılar öbeğinde bu hikâye de anlatılsın, bu da söylensin istedim.
•