Toplumsal bilimler, toplum, akademya ve Aydın Uğur

"Bir akademisyen ve aydın olarak görüşlerini ifade etmek, toplumsal oluşmalar hakkında düşünceleri dile getirmek onun için pozisyonu gereği doğal ve olağandı. Aydın Uğur nispeten popüler alanda veya daha geniş bir çevrede kültür üstüne düşünen ve yazan birisi olarak belirmişse de, onları aşacak biçimde bir toplumsal bilimci olarak davranmıştır."

03 Ağustos 2022 21:00

 

Bu yazıyı Aydın Uğur henüz hayattayken yazmıştım. Bugün, yazı henüz yayımlanmadan aramızdan ayrıldığını öğrendim. Derecesiz ölçüde üzgünüm. Bu yazı, daha geniş bir zamanda daha geniş yazabileceğim bir yazının çok kısa ve hızlı bir şekilde kaleme alınmış halidir. Dar bir zamanda ve zeminde, Aydın Uğur’u bir entelektüel ve akademisyen olarak, her iki alanda da tuttuğu yerleri gözeterek, irdelemeyi uygun gördüm. Kendisini saygıyla anıyorum.

***

Kanımca Aydın Uğur, Türkiye’de çok az kişiye nasip olacak bir kaderi yaşadı. Bir akademisyen ve aydın olarak görüşlerini ifade etmek, toplumsal oluşmalar hakkında düşünceleri dile getirmek onun için pozisyonu gereği doğal ve olağandı. Aydın Uğur nispeten popüler alanda veya daha geniş bir çevrede kültür üstüne düşünen ve yazan birisi olarak belirmişse de, onları aşacak biçimde bir toplumsal bilimci olarak davranmıştır. Toplumsal bilimlerin ortak kesişim alanlarını geniş bir formasyondan beslenerek geniş bir perspektifle kavramış ve toplum-toplumsal bilimler, etkileşimini iletişim, siyaset bilimi, kültür çalışmaları, ekoloji alanına yönelerek kuşatmıştır. Daha da ilginci, bir akademik yönetici olarak bu alanlardaki çabasını kurumlara dönüştürmek fırsatını da verimli, üretken ve yapıcı bir biçimde kullanmıştır.

Tüm bu niteliklerini, önemi, yazının ikinci bölümünde değineceğim akademisyen ve akademik yönetici olarak öneminden daha az olmayan aydın kişiliğinin biçimlendiği yıllarla birlikte değerlendirmek gerekir. Belirttiğim koşul onun akademik kişiliğini de etkilemiştir. Bir dönemin, bir çağın, bir günün içinde ondan elbette etkilenen Uğur, onları bir senteze dönüştürme becerisini göstermiştir. 1980’lerin ikinci yarısı ve ‘90’larda popüler platformları daha çok kullandığı yazılarında bu saptamayı doğrulayan kanıtlar mevcuttur. Akademik alanda da bu özelliğinin gereğini yerine getirmiştir. Ben de bu iki nokta üstünde duracağım.

***

1960-1980 arasında Ankara’da yaşayan entelektüellerin birbirini bilmemesi pek yaygın bir durum değildi. Ankara sadece kent olarak küçük değil, merkezde yoğunlaşmış bir kentti. Hayat birkaç kilometrekarelik bir alanda cereyan ederdi. Fakat entelektüellerin zihinsel camiası ve ilişki ağı, kentin sınırlarını aşacak kertede büyüktü. Ankara’yla ve şehrin aydınlarıyla ilgili çok söz edilmiştir de bu konu bir kültür ve sosyoloji problemi olarak hiç ele alınmamıştır. Oysa bu yönden çok ilginç hususiyetlere sahiptir.

Bir kere Ankara çok sayıda önemli üniversiteyi barındırıyordu. ODTÜ, Hacettepe ve Ankara üniversitesi başı çekerdi. Fakat fakülteler üniversiteleri aşan birikim ve şöhretteydi. Kimse Hukuk Fakültesi’nin, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin başına Ankara Üniversitesi adını yerleştirmezdi. Hatta o fakültelerin bir üniversiteye bağlı olduğunu dahi bilmezdi. Dil-Tarih veya Siyasal demek yeterliydi. Buna mukabil ODTÜ’nün fakülteleri ve bölümleri mutlaka ODTÜ Mimarlık, ODTÜ Ekonomi, ODTÜ İnşaat diye anılırdı. Hacettepe ise özellikle Tıp Fakültesi ile maruftu ve bambaşka bir mana taşırdı.

Ankara aydınlarını başta Mülkiye çevresinin oluşturduğunu ayrıca belirtmeye gerek vardır. Çünkü o yıllarda aydın olmak, Ankara’da bulunmak siyasetle içli dışı olmaktı. Siyasetsiz bir aydın pozisyonu düşünülemezdi. SBF de doğal olarak bu rolü üstlenirdi. Hazırlanışı, kuruluşu bu amaca dönüktü. Öğrencilerine devleti savunmayı öncelikle öğretir ve bir görev olarak yüklerdi. Mezunları maliye, mülkiye ve hariciye kadrolarını oluştururdu. Ardından Hacettepe gelirdi.

Ankara SBF-BYYO, 1980’lerin başı…

Aydın Uğur’un bünyesine katıldığı dönemde Mülkiye, 12 Eylül darbesi sonrasında bazı hocalarını yitirmişti. Ama direniyordu. O hocaların bazıları sonradan üniversiteye döndü. Gene de o yıllarda gerek okul içinde gerekse günlük hayatta etkili olan çok canlı bir akademik ortamın Ankara’daki mevcudiyetini anımsamalı. Şevket Pamuk’tan, Halil Berktay’dan Çağlar Keyder’e uzanan Robert College-Amerika eksenli bir kesimin yanında, daha çok Mülkiye-Fransa odaklı bir kesim daha vardı. Bu çevre ve ilişkileri gerçekten bir kitap veya doktora tezi boyutunda irdelenmelidir. Hacettepe Üniversitesi çevresi de o çalışmaya katılmalıdır.

Denklemin tamamlayıcı özelliği aydının solcu olmasıydı. Her denklem bir kimlik tanımlar. Ankara’daki düşünce dünyasının 1970-1990 arasındaki tayin edici dokusu budur. ODTÜ sol düşüncenin çok önemli bir kalesiydi ama daha ziyade eylem olarak. ODTÜ mezunları bırakın şu saydığım üç kategorinin sınavlarına girmeyi, alınmazlardı dahi. O hak çok sonraları verildi. Mesela benim de bir süre içinde bulunduğum ODTÜ Ekonomi bölümünde o kadar önemli insanın adını anımsıyordum da hiçbirinin güncel tartışmalara bir taş yerleştirdiğini bilmiyorum. Kuramsal çalışmalarda evet, öncülerdi ama siyaset-üniversite eklemlemesinde yoktular. Belki hocaların eğitimleri, İngilizce yazmak, yayın yapmak zorunda olmaları bu duruma yol açıyordu. Bilemem, çalışılması gerekir.

Mülkiye çevrelerine buna hemen hemen aynı şey demek olan Basın Yayın Yüksek Okulu da (şimdi İletişim Fakültesi) dahildi. Mülkiye’nin açıldığı kapı elbette kamu kurumlarıydı ama onların arasında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başı çekerdi. Benim gibi mühendis kökenli olup sosyal bilimlere yönelmiş olanlar DPT düşleri kurardı.

Bu akademik çevrenin yanında edebiyat muhitleri vardı, yayımlanan dergileri, Zafer Çarşısı’ndaki kitapçıları, çok az sayıda olsa da gidilen kahveleriyle şekillenen edebiyat muhiti. Mesela Türkiye Yazıları, Oluşum ve çok kısa ömürlü de olsa Tan dergilerini, Sesimiz diye bir dergiyi, gene kısa süre yayımlanan Yeni İnsan’ı, Türk Dili’ni anımsıyorum, 1975-1980 arasında.

Bu dergilerin çevresinde yeni bir edebiyatçı kuşağı birikmişti. Derken 1980’li yıllar başladı ve Türkiye önce darbe, ardından neo-liberal ekonomi ve Yeni Sağ bir eksene oturdu. Dünyanın 1979’da Thatcher-Reagan ekseninde yaşadığı büyük “kayma”nın, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’yı tayin eden sol politikalardan sağ politikalara geçişin bütün bu açılım üstünde ne kertede önemli olduğu malum.

Darbenin yakıp yıktığı, silindir gibi ezdiği dönemden sonra 1983’te gelen nispi rahatlama ortamı kısa sürede Elveda Başkaldırı gibi kitapları yazdırırken popüler kültür ve arabesk zihinleri işgal eden temel kavramlardı. Türkiye’deki dönüşümün eksenini anlamaya çalışıyordu herkes. Zor bir işti. Çünkü o güne kadar Türkiye hep tek odaklı modellerle iç içeydi: Tek Parti dönemi-Kemalizm, Ecevit/CHP-sol hareket, Batılılaşma-Doğululuk, ATÜT-Osmanlı’nın yarı sömürge oluşu. Aydınların genel “formasyonu” çoğu zaman da iç içe geçmiş bu modelleri tartışmakla biçimlenmişti. Şimdi hem sol eksen sağa savrulmuş hem de sol kültür içinde konumlanan bütün unsurlar yerini bambaşka öğelere bırakıyordu.

Yeni modeli anlamak için iki temel yol izlendi. Bir kanat maalesef çok zayıf bir kavrayışla Roland Barthes üstünden gelişen bir yaklaşım gösterdi. O taraf Barthes’ı tamamen bir edebiyatçı sanıyordu. Yazdığı makalelerin bağlamından tümüyle bihaberdi. En çok referans verilen yazısı, “Yazarın Ölümü” bütünüyle koşullarından yalıtılmış şekilde ele alınıyordu. Barthes’ın diğer çabalarını kavramak akla bile gelmiyordu. O arada Foucault’nun da gene “edebiyatçı” sanılarak çevrildiğini belirtelim.

İkinci kanat, daha ziyade Mülkiye-Basın Yayın çevresi, ortaya gelen realiteyi daha sosyolojik ve teorik bir plana yerleştirmeyi düşündü. Daha doğal hiçbir şey olamazdı. O insanlar zaten kuramcılardı. Birikimlerinin kaynakları belliydi. Temel içgüdüleriyle çok soyut bir planda çalışılan Frankfurt Okulu’nu bu çevre yüz yüze geldikleri yeni toplumsal ve kültürel örgütlenmeyi anlamak için değerlendirmeye başladı.

Ünsal Oskay’ın başını çektiği grup daha 1970’lerin başında/ortasında Frankfurt Okulu kitle iletişimi, kültür, etkileşim konusunu irdeliyordu. En azından Ünsal Hoca’nın kendisi ödün vermeksizin bu konuya odaklanmıştı. 1980’lerin ortasında galiba doçentlik tezinin (Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş) yayımlandığını anımsıyorum. Ondan sonra da Benjamin çalışmaları devam etti. Frankfurt Okulu artık düşünce dünyamızdaki “gerçeklerden” biriydi.

Bu kesimin ikinci bir özelliği daha vardı. İlk grubun yağmurda yürüyüp ıslanmamak çabasına karşın Oskay’ın başını çektiği çıkış Marksist bir tercih içindeydi. Özgürlükçü ama dünyaya maddeci temelde bakan, tarihi somut ve materyalist bir anlayışla yorumlayan bir Marksist perspektif yorumları kuşatıyordu. O zamanların malum ve meşhur tabiriyle “goşist” solun vakit yitirmeden bu çevreye yönelik saldırılarını unutmak olanaksız. Fakat kervan yürüdü. Zamanla iletişim kuramlarına dönüşerek akademik bir içerik kazansa da Oskay’ın açtığı, toplumdaki gelişmeleri farklı kültürel dinamiklerle irdelemek anlayışı büyüdü. Özellikle Murat Belge’nin yazılarının da bu yönde etkili olduğunu vurgulamak gerek.

***

Ankara’nın bahsettiğim ortamında Aydın Uğur adı mevcuttu. İki nedenle: birincisi, Mülkiye veya Basın Yayın’da hocalık yapıyordu. Ama ODTÜ Ekonomi Bölümü mezunuydu. Her iki kurum da bir tür “rütbe” idi ve çok önemli bir formasyonu şekillendiriyordu. İkincisi, iletişim kuramları ve kültürel problemlerle ilgiliydi. Üç, bunları dönemin edebiyat odaklı dergilerinde yazdığı yazılarda dile getiriyordu. Sık yazan birisi değildi. Ama yazdıkları ağırlık taşıyordu.

Aydın Uğur kısa sürede Türkiye’de o dönemdeki denemeciliğin önde gelen adlarından biri olarak benimsendi. Denemenin sınırlarını genişletiyordu. Salt sezgileri ve öznelliğiyle yetinmiyor, onu metne yedirilmiş bir kuramsal/düşünsel arka planla besliyordu. Akademik kimliğinin ve çabalarının izi, gölgesi, izdüşümü metinlerinde görülüyordu ve malumatfuruşluğa veya akademik soğukluğa kaçmadan değerlendirdiği birikim; o yazılara tadını veren de buydu. Bir süre sonra ilk yapıtı Keşfedilmemiş Kıta: Günlük Yaşam ve Zihniyet Kalıplarımız okura ulaştı. Kitabın ana adı da altbaşlığı da Uğur’un çabasını açıklayıcıdır ve iki olgu birbirine bağlanıyor. Tersinden okuyalım: Yaşam ve zihniyet kalıplarımız, keşfedilmemiş kıtadır. Şimdi onu keşfetme zamanıdır. Uğur bu çabayı dikkatle, özenle, hassasiyetle gösterdi. Gerçekten de makalelerinin üslubu bu özeni gösterir. Cümleleri, sözcükleri daima bir arayışın sonunda seçilmiş gibidir.

Aydın Uğur’un bundan sonra yayımlanan kitabı da bu bakımdan ilginçtir: Kültür Kıtası Atlası: Kültür, İletişim, Demokrasi. Nedeni açık; başta belirttiğim gibi kültür kuramcıları, Amerikalıların icat ettiği ve maalesef Türkiye’de hiç tanınmamış adıyla söylersek kültür eleştirmenleri (cultural critic) daima sol eğilimlidir. Klasik sosyolojide toplumsal çözümlemeleri sağdan bakarak yapan, zaman zaman da Raymond Aron gibi klasikleşen akademisyenler yok değildir. Amerika’da Alan Bloom gibi yazdığı kitapla toplumsal dönüşüm ve açılımlara şiddetle saldıran ve onu belli bir düzeyde etkileyen kültür eleştirmenleri de mevcuttur. Elbette olacaktır. Gene de bu alanın hâkim ideolojisinin sol eğilimli olduğunu bilmek gerekir. Çünkü toplumsal gerçekliği anlamanın henüz Marksizmden öteye giden bir yöntembilimi yoktur. Bloom’un hırsla ve öfkeyle eleştirdiği ve “Amerikan nihilizmi” olarak nitelendirdiği “yenilikler”in arkasında yer alan itici güç, kültürel görelilik, tam da Uğur’un benimsediği bir kavramdı.

Şaşacak bir şey yok. Uğur daha önceki yıllarda Cumhuriyet döneminin büyük tarihçilerinden, çığır açan Prof. Mete Tunçay’la birlikte, Marx’ı İngilizceden okuyanların, Alman felsefeciden yaptığı derlemelerle tanıdığı İngiliz Marksist sosyolog Bottomore’un kitabını Türkçe’ye çevirmişti. Elitler konusundaki çalışmalarını benim bir dönem ayrıca ilgiyle izlediğim Bottomore’un Bloom’dan yirmi yıl önce Amerikan toplumuna tam da kültürün Marksist yorumu bağlamında baktığını anımsayalım: Critics of Society: Radical Thought in North America. İlginç ve dikkat çekici şekilde Bottomore, Bloom’un eleştirdiği kimlik ve teklifleri, “toplum eleştiricileri” olarak görüyordu. Karşılaştırma ve karışlama Aydın Uğur’un nerede durduğunu gösterir. Yalnız hemen belirteyim: Marx’ı bir analiz çerçevesi olarak benimsemesine rağmen Uğur’da doğrudan ona dogmatik bir bağlanma veya sekter bir Marksist yorum bulmak da olanaksızdır.

Buradan ikinci kitabı önemli hale getiren diğer öğeye sıçramak mümkün: Uğur’da kültürel irdeleme ve “okuma” özünde demokrasiyle ilgilidir. Daha doğrusu kültür önermesi demokrasiyle iç içe geçer. Bir tanım daha getireyim: Uğur, 1970’lerde daha cılız şekilde başlayan ama 1990’larda kısmen bir praksise dönüşen demokratik kültür ve kültürün demokratikleşmesi gibi konular üstünde düşünmektedir. Kültür planında devam eden ve 1980’lerden itibaren büsbütün öne çıkan post-modern görelilik Uğur’un dogmatizmden çok uzak tutumunu hayli rahatlatmış ve ona ek açılım imkânları vermiştir.

Bu plan, yani rölativist yöntem, anlayış, Uğur’da demokrasinin neredeyse paradigmatik bir bileşeni olarak yer alır. O tarihte yeterince anlaşılmamış bu tutumun bugün de layıkıyla hazmedildiği kanısında değilim. Türkiye’de polarize kültürel/ideolojik kabullerin adeta fetişist bir anlayışla dogmatikleştirilmesi ve dışına çıkılmaz bir demir kafes olarak benimsenmesi kimi çevrelerin daha 1980’lerde şiddetle eleştirdiği rölativizm önerilerinin kabul edilememesi yüzündendir. İşin kötüsü bu durum ciddi bir cehalete tekabül eder. Daha da beteri, bir ek analizi olarak belirteyim, bazı sosyoloji profesörlerinin bu doğrultuda hareket etmesidir. O profesörlerden bazılarının kültür konusunda yazdığı çağdışı kitaplar söylediklerimin somut kanıtıdır.

Uğur, bu kültür-demokrasi ilişkisini politik bir süreç olarak tasavvur ediyordu muhakkak ki. Politik pratik içinde pek fazla bulunmasa da, özellikle 1990’ların başında ortaya çıkan sosyal demokratik arayışlarda bir “politika üreticisi” olarak çaba göstermiştir. Sanırım bir dönem STK’larla yakın bir ilişki içindeydi ve gene hatırladığım kadarıyla Bilgi Üniversitesi’nde yayımlanmış, bir şekilde derlenmiş, STK’lar üstüne bir çalışması da vardı. Ayrıca, henüz aydınların müdahale ederek toplumu dönüştürebilecekleri umudunu taşıdığı dönemde görülen çok sayıda girişim arasında belli bir ağırlık kazanan, başını Tarhan Erdem’in çektiği Demokratik Cumhuriyet Programı “hareketi”nde önemli bir rol üstlenmişti. Gene doğru hatırlıyorsam hareketin metnini de kaleme alanlardan biriydi, belki onların başını çekiyordu.

Bu çerçevenin de Marksist olacağını söyleyecek değilim. Ama liberal anlayışla biçimlenmiş geniş bir sol eğilim içinde düşünüldüğü rahatlıkla öne sürülebilir. Unutmayalım ki 1990’ların sonuna gelmiştik ve hayat artık başka bir yatakta akıyordu. Uğur gibi formasyonu şu belirttiğim şekilde teşekkül etmiş bir ismin bu işlerin içinde olması özel bir durumdur ve çok önemlidir.

Hareketler onun kalibresindeki birisini içlerine almak ister. Mesele, kişinin zamanından ayırıp bu işlere yönelmesidir. Uğur bu özveriyi göstermişti. Bunu da onun kültür-toplum denklemini kuşatan demokrasi anlayışının uzantısı olarak yorumlamak gerekir. Bilindiği gibi Euclid geometrisi belli bir zeminde cereyan eder. Bu zemin Uğur’un optiğinde demokrasidir. Demokrasi zemininde yer almayan herhangi bir önerme veya postüla Uğur’un denklemini bozacaktır. Otoritarizm bu bakımdan en kapsamlı sorundur. Çünkü Uğur özünde basit sanılsa da çok karmaşık bir sorun olan demokrasinin zemini olarak özgürlüğü görüyordu.

***

Bu çalışmaların bütünlüğü bana başka bir şey düşündürüyor. 1990’lara gelindiğinde Türkiye Batıda daha erken bir tarihte tamamlanmış ciddi bir tartışmayı yeni yeni içselleştiriyordu. Sartre ile Foucault arasındaki çelişki şeklinde şimdi daha rahatlıkla önereceğim genel aydın-özel aydın farkı Uğur’un da içinde bulunduğu kuşağı derinden etkiliyordu.

Yazımın başında çizdiğim Ankara-aydın ilişkisine dönük portre özünde bu paradoksa dayanır ve elbette genel aydın anlayışından türer: Malraux’nun yıllar yılı tartıştığı “angajman” anlayışının Sartre tarafından yoğrulmuş “angaje aydın” formu 1960’lardan itibaren Varoluşçular üstünden Türkiye’ye de yansımıştı.

Bu yorumun doğruluğu sınanmayı beklese de 1970’lerde aydın tipi su götürmeyecek şekilde angaje aydın tanımı içindeydi. Foucault’nun “özel aydın” yorumuyla gelen öldürücü darbesi biraz da 1989 sonrasında kendisini gösteren yeni aydın tipolojisinin öncülüydü (“öncüsü” değil). Nitekim Uğur’un 1990’ların sonundaki politik çabaları ne yazık ki, 2000’lerin ortasından itibaren aydınların hayli geriye itildiği o döneme geldiğinde, o da başka bir doğrultuda çalışmaya başladı.

***

Şimdi 1980-2000 arasındaki bu bireysel formasyonun bir akademisyen olarak Aydın Uğur için kurduğu yeni pozisyonu ele alayım.

1990’ların ortasında Türkiye bir yandan siyasal İslam’ın iktidar arayışlarına ve yürüyüşüne tanıklık ederken bir yandan da liberal bir genleşmeye tanık oluyordu. Bu ikinci hamleyi kısmen yukarıda ele aldım. Liberal genleşme dediğim hareket zihinsel planda ne ifade ediyordu, kökenleri neydi sorusu hâlâ geçerlidir. 1990’lardaki bir açılımı daha fazla Prens Sabahattin üstünden okuyacak halimiz yok. Köken problemini başka düzlemlerde çözmek gerekir. Yeni yönelim büyük bir paket olarak doğdu. Cem Boyner’in başını çektiği ve sonradan tasfiye edilen Yeni Demokrasi Hareketi, onunla belli bir ölçüde irtibatlı, değindiğim, Demokratik Cumhuriyet girişimi politik yönsemeler idiyse ve bu hareket eski TKP’den bile isimler devşiriyorduysa da Yeni Yüzyıl (sonra Yeni Binyıl) gazetesi, kısmen Radikal gazetesi, Açık Radyo aynı anlayışın içinden çıkmış ve takımyıldız oluşturan önemli kurumlardı.

Soldan sağa: Erkan Saka, Ayhan Aktar, Esra ELmas, Aydın Uğur, Ferda Keskin

Buna gene 1990’ların sonuna doğru Bilgi Üniversitesi eklendi. Aynı tarihlerde kurulan ve benim de ilk kurucu kadrosunda yer aldığım Sabancı Üniversitesi daha sonra tutumuyla benzeri bir zemine oturmadı denemezse de, biraz konumu, biraz kadrosu, biraz yöntemi bakımından Bilgi Üniversitesi bu bağlamda ondan daha ilerideydi. Bilgi Üniversitesi’nin kadrosu Murat Belge, Mete Tunçay, Asaf Savaş Akat gibi çok net bir siyasal formasyonu ve pratiği olan kişiler tarafından hazırlanıyordu. Aydın Uğur bu kadronun içinde yer aldı. Adlarını saydığım, dostlarım olan hocalar Bilgi’nin yöneticileriydi. Asaf Savaş kurucu rektördü.

Aydın Uğur burada çok önemli bir girişimde bulundu. İletişim Fakültesi’nin dekanı oldu. Sadece fakültenin oluşmasına değil, o sırada Türkiye’de kendisini gösteren yeni bir anlayışla bütünleşmesine de zemin hazırladı. O yıllarda Türkiye’deki akademik çevrelerde Kültürel İncelemeler (Cultural Studies) demin bahsettiğim liberal genleşmeye de bağlı olarak öne geliyordu. Çeşitli üniversitelerde hızla gelişen, geleneksel bazı üniversitelerde de karşı çıkılan Kültürel İncelemeler bölümlerinin belirmesi sadece Türkiye’deki liberal açılıma bağlanamaz. O çok etkili bir unsur olsa da düzlem Amerika’daki dönüşümü izliyordu.

Kültürel İncelemeler özde sosyal bilimler anlayışındaki farklılaşmanın bir sonucuydu. Sosyal bilimlerin daha disiplinler-arası bir zemine oturması, toplumsal kuramın gitgide daha fazla önem kazanması, tekil alanların ve disiplinlerin yetersizliğini somutlaştırmıştı. Yerleşik disiplinlerin buharlaşmasını gözetmeyen, aksine o alanların bilgisine sahip ama farklı disiplinlerin verimiyle de donanmış bir modelden söz ediyoruz. 1989 sonrasında hızla kendisini duyuran mekân, kimlik, bellek, tanıma, fark, beden politikaları, klasik sosyolojinin ve siyaset biliminin ötesinde bir anlayışa sahip olmayı yeni üretimler için zorunlu kılıyordu. 1979’da Edward Said’in yazdığı Orientalism kitabından sonra yepyeni bir içerik kazanan feminizm de gene konvansiyonel disipliner bilgiyle kuşatılamazdı. Psikanalizden görsel kurama, toplumsal kuramdan sinema çalışmalarına kadar büyük bir gam ve yelpaze Kültürel İncelemeler adı altında birleştiriliyordu.

Aydın Uğur bu gelişmeyi görerek fakültesinde Kültürel İncelemeler programını kurarak onu güçlendirmeye başladı. Aynı tarihlerde biz de Sabancı Üniversitesi’nde aynı adla bir program başlattık (SÜ’de bölüm yoktur, bunu da gene malum liberal anlayışın ışığında ele almak gerekir). Fakat SÜ programı lisans düzeyinde açmışken, BÜ yüksek lisans eğitimi veriyordu. Tartışılacak bir konudur ama benim nezdimde, bugün de bakınca, BÜ’nün konuya atfettiği önemi gösterir.

Böylece Aydın Uğur geliştirdiği şahsi formasyonunu çok yeni, yenilikçi bir modelle bütünleştiriyordu. Bu çok önemli ve değerli bir “vizyonerlik”tir. Nitekim dekanlıktan sonra da rektörlük yaparak kurumun bilincinde ve tarihinde sarsılmaz bir yer edindi. Uğur’un da aktörlerinden olduğu bu evrimi, 1980’lerde başlayan kültür sorgulamalarının 2000’lerde eriştiği noktaya bakarak son derecede önemli, toplumsal boyutları olan bir evrim olarak görmek gerekir.

Son görüşmelerimizde bana ekoloji konusunu çalıştığını belirtti. Daha sonra çeşitli temaslarımda bu çalışmaların çok ileri boyutlara eriştiğini ve başlı başına bir grup girişimine ve araştırma hareketine dönüştüğünü öğrendim. Çok önemsediğim bu son arayışı onun baştan beri sözünü ettiğim aydın ve akademik duyarlılığının somut bir kanıtıdır. Gerçekten de bugün sosyal bilimci olarak kimsenin daha fazla kapalı kalamayacağı bir konuda Uğur, kişisel hassasiyetiyle yetinmeyerek, onu ciddi, kalıcı bir harekete dönüştürmüştür. O çabanın gelişmesini, özgül bakış açıları ve yöntemler, yaklaşımlar geliştirmesini dilerim.

***

Kısaca değindiğim özellikleriyle ele alındığında Aydın Uğur’un kuramcı, yorumcu ve uygulamacı olarak Türkiye’de sosyal bilimlerin ve kültür irdelemelerinin gelişmesinde doğrudan rol oynadığını söylemek sadece malumu ilam olur.

Aydın Uğur içinde yaşadığı dönemlerin gerçekliğini derin bir sezgiyle hissetmiş, mevcut durumu yaratan koşulları çözümlemeyi ilke edinmiş ve daha da ileri giderek önüne çıkan fırsatları akademik ve kuramsal birer pratiğe dönüştürebilmiş bir sosyal bilimcidir.

Formasyonunu hazırlayan farklı alanlar, iktisat, siyaset bilimi ve iletişim kuramları, Aydın Uğur’un her evrede birbirinden farklı görünen devinimleri kavramasına ve kuşatmasına geniş bir olanak sağlamıştır. Düşünür olarak, hoca olarak ve akademik yönetici olarak verimi son derecede önemlidir ve bu yazıda vurguladığım ve daha birçok yönden dikkatle irdelenmeyi gerektirir.

Aydın Uğur, her dönemde, ilk kullandığımda bir edebiyatçının yazı yazarak hayretini açıkladığı o kavramla söylersem, kamusal aydın sorumluluğuyla hareket etmiş bir entelektüel ve akademisyen. Bu iki kavram zaman zaman birbiriyle çelişir. Bazen biri, bazen diğeri öne çıkar. Aydın Uğur’da da dönemsel salınımlar gösterir. Ama hiçbir zaman bir diğerini ne ezer ne yok sayar.

Son olarak şunu belirteyim: Böyle bir yazıda, kendisini yakından tanıyan biri olarak onun kişilik özelliklerine hiç değinmezsem gerçeğin dışında hareket ederim. Aydın Uğur günlük yaşamında ve insan ilişkilerinde de son derecede dikkatli, özenli, hassas, ince bir insandır. Denemelerinin üslubuyla kişiliği örtüşür. Sorgulayan, irdeleyen, humour’u asla elden bırakmayan, ironiye daima yatkın, onu entelektüel bir silah ve çaba olarak gören bir kişilik sergiler.

Kamusal aydın sorumluluğuyla Uğur’un kişilik dikkatleri örtüşür. Bu herkeste görülmeyen çok önemli bir meziyet ve elbette fazilettir ve toplumsal bir formasyona tekabül ettiğine de kuşku yoktur. O hassasiyetleri olmasaydı Aydın’ın toplum, sosyal bilimler, demokrasi, ekoloji gibi konulardaki duyarlılığı da muhtemelen gelişmeyecekti.

Aydın Uğur, dönemi ve çevresiyle, yaptıkları ve gerçekleştirdikleriyle birlikte ele alınması, daha kapsamlı şekilde irdelenmesi gereken bir entelektüel kişiliktir.

•