1 Temmuz günü dünyaya veda eden Yves Bonnefoy derin nesir örnekleri, edebiyat ve sanat üzerine dolgun incelemeleri, Shakespeare çevirileri ile yekpâre bir yazı adamıydı...
11 Temmuz 2016 14:15
Bizim onu antolojilerde çıkmış şiir çevirileri, dergilere dağılmış deneme ve söyleşileri, bir düzyazı kitabı (Olasılık Dışındaki, Ömer Aygün çevirisi) ile oldukça sınırlı biçimde tanıyor olmamız durumu değiştirmiyor: Yves Bonnefoy, bugün, yaşayan Dünya şairlerinin en güçlülerinden biri.* Bu tanım yetersiz öte yandan: Derin nesir örnekleri, edebiyat ve sanat üzerine dolgun incelemeleri, Shakespeare çevirileri ile yekpâre bir yazı adamı.
Masamda, 2016 yayını iki sıkı kitabı, şiiri ve düzyazıyı ortaklaşa harmanlamış iki başyapıt daha: Kırmızı Eşarp ve Birlikte Daha.
Bonnefoy, 1923 doğumlu: 24 Haziranda 94 yaşına bastı. 75 yaşına gelesiye 20 kitabı yayımlanmıştı; 2000 yılından bu yana okur önüne çıkan irili ufaklı kitaplarının sayısı ise 64! Hemen belirtmeliyim: Bir çoğunu okudum kitaplarının, bu sayısal patlamanın şiirinde ve düzyazısında hiçbir irtifa kaybına yol açmadığını kesinleyebilirim.
Çok olmadı, Picasso’nun son dönemiyle ilgili soluklu bir belgesel izledim. Picasso, 1973 Nisanında öldüğünde 92 yaşındaydı ama hiç yaşlanmamıştı. Belgeselin ardından, sanatçıyı yakından tanımış Pierre Daix’in kitabına döndüm, oradan aktarıyorum kimi sayısal verileri: Picasso, ömrünün son dört yılında 368 yağlıboya tablo, 468 desen, 503 gravür, çok sayıda heykel ve obje üretmiş! Daix, “dört yıldan daha kısa bir süre içinde, verimli bir sanatçının ömür boyu ortaya koyabildiğinden fazlasını yaratmıştı ve bazıları doruk noktasını zorlayan yapıtlardı” diyor.
Bonnefoy ve Picasso: İki ayrıksı örnek mi? Bir bakıma, evet. Gene de, ortalama insan ömrünün giderek uzadığını bildiğimiz Batı dünyasında, yaşlılık dönemini de yüksek sayılabilecek verim temposunda geçirenlerin sayısının arttığını vurgulamak gerekiyor.
Şüphesiz, bir bünye sorunu bu; öncelikle. O kadarla kalmıyor ama: Yaşam kalitesi geliştikçe, yaratıcı enerji de geri kalmıyor. Gövde sağlığının güç kazanmasına koşut biçimde, zihin ve ruh sağlığı korunuyor.
Edward Said’in ne yazık ki tamamlayamadığı, “geç dönem yaratıcılığı”na ilişkin kitabından daha önce sözetmiştim. 100’ünü aşan Ernst Jünger’e ya da Lévi-Strauss’a ‘istisnanın istinası’ diye bakılıyordu yakın geçmişte; biz de Dağlarca’ya, İlhan Berk’e öyle bakıyorduk. Yakın gelecek ‘verimli yaşlı’ların nüfusunun tırmandığını gösterecek.
Gelgelelim, konu burada biyolojik varoluş sınırının genişlemesiyle özetlenemez, asıl soru/n yaşlı bünyenin nasıl bir ruh hali içinde son evreyi katettiğinde biçimleniyor. Toplumsal ortam, yaşama kültürü düzeyi en az genetik yapı, sağlıklı yaşam koşulları kadar belirleyici. İçinde yaşadığımız toplumsal ortam yaşlılar gezegenine neler hazırlıyor? No country for old men: Yeriniz kalmadı mı deniyor, tam tersi mi?
Ama, bizimkisi gibi ülkelerde biraz daha fazla ağır bastığını gördüğümüz, şüphesiz ileri demokrasilerde de belli ölçülerde varlığını duyuran sorun bambaşka: Gençlerin çarçabuk, yıpratıcı baskılar üzerinden ihtiyar kılındıkları sır sayılmaz: Zihinleri örseleniyor, duyarlıkları söndürülüyor, gelecekleri yutuluyor. Nasıl, verimli olmaları beklenebilir, öyleyse? Nasıl, sağlıklı bir eğri çizerek gencelme döneminden olgunluğa, oradan bilgece yaşlılığa ilerlemeleri sözkonusu olabilir?
Picasso ya da Bonnefoy’da gerçekleşen, her durumda ortalama ile çelişen bir sonuç.
Gerçek tasa, ortalamayı yükseltmenin yolunu açacak bir toplumsal kalkışımı peydahlamakta biçimlenmiyor mu? Bunu başaramayan coğrafyalarda imrenmekten, eziklik duygusu içinde yaşamaktan, kin ve öfke içinde boğulayazmaktan kurtuluş yoktur — olmayacaktır.
* Bu kısa denemeyi 25 Haziran günü yazdım. 2 Temmuz günü Yves Bonnefoy'nın ölüm haberi bir Fransız televizyon haber kanalında, altyazı halinde geçti - soyadını yanlış yazmışlardı. Ertesi sabah telefonumda bir mesaj buldum : "Enisciğim, başın sağolsun" : Ferit Edgü dostumun beni anımsamış olması içimi kabarttı. Onu, Leslie Anagnan ve Cem İleri'ninkiler, hemen ardından Yasemin Çongar'ın çağrısı izledi. Birden, şurada, kendimi Bonnefoy ailesinin bir üyesi sandım. Deneme, Bonnefoy'dan yola çıksa da, onu konumlamıyor doğal olarak. Görmemiş, okumamış -ilgili- okurları düşünerek, biri 40 yıl, ötekisi 20 yıl öncesinden iki yazıyı ekliyorum.
Felsefe ve Şiir
Heidegger’in ölümünden sonra yapıtlarının yayımlanması hızlandı; hemen ardından da bu seçkin toplam çeşitli dillere çevrilmeye başlandı. Yakında en önemli yapıtı sayılan Varlık ve Zaman’ın bütününün günışığına çıkacağını belirtiyor yayıncısı. “Bütün Yapıtları”nın yayımlanması yaklaşık olarak bir yüzyıl alacakmış, oysa Heidegger düşüncesi üzerine yıllardır sayısız çalışma, yorum, açımlama yapıldı. Bir düşünürü bütünlüğünde kavrayabilmek, Hegel ve Nietzsche örneklerini düşünürsek, hayli zaman istiyor anlaşılan.
Heidegger, özellikle 1950’den sonra yepyeni bir çizgiye yerleştirmişti düşüncesini: Şiir ile felsefe arasında dolaşıksız bir söyleşi kurmak, bu iki “bölge”yi kaynaştırmak istiyordu. Hölderlin’e Yaklaşım, Georg Trakl ve René Char üzerine yaptığı çalışmalar, bir yorumlama kaygısından çok bir “ortak dil” araştırması, Heidegger’in felsefesinin temel açkısı saydığı “varolan” dolayında oluşan birer kazı niteliği taşıyordu. Hölderlin’in “Çöküş zamanında gerekli midir şairler?” dizesinden kalkarak “Metafizik aşılabilir mi?” sorusunu yanıtlamaya çalışırken, uzunca bir süre de “Söz”de konakladı Heidegger. Şairin konuştuğu yerden söz’ün kaynağını ve onun bünyesinde oluşan deneyini izlemek istedi, felsefeyi yeniden olabilir kılma kiçin.
Heidegger’in Yitik Yol (Holzwege) başlıklı kitabında, Rilke üzerine yazdığı çok önemli bir deneme yer alıyor. Geçen yıl Turan Oflazoğlu’ndan başarılı çeviriler yayımlanmıştı, Rilke deyince. Bir de Hölderlin’in şiirleri dilimize aktarılabilse. Çetin bir çalışma, güçlü bir direnç ister Hölderlin’i çevirmek. Ama ülkemizde, Almancadan usta aktarmalarını izlediğimiz bir Necatigil, bir Şipal, bir Can Alkor var, belki de girişirler bu zorlu işe. Böylelikle, Heidegger için de bir kapı açılabilir!
Aix-En-Provence’da yayımlanan ve her sayısını bir sanatçıya ya da düşünüre ayıran bir dergi var: L’Arc. Freud’dan Hegel’e, Joyce’a; Barthes’dan Lacan’a, Butor’a uzanan bir dizi ünlüyü kapsıyor bu üç aylık derginin özel sayıları. 66’cısını, savaş sonrası Fransız şiirinin en önemli temsilcilerinden birisine, Yves Bonnefoy’ya ayırmış.
Bonnefoy, Heidegger’in yoluna ters uçtan başlayan, böylelikle de bir bakıma bu girişimi doğrulayan bir şair: Felsefeye geniş ölçüde bağlı kalan, belki de ondan ayrılamayan bir yanı var şiirinin. İlk şiir kitabı saydığı Douve’un Devinimi ve Devinimsizliği Üzerine’den (1953), sonuncusu Eşiğin Tuzağında’ya (1975), varlıkları ve “durum”ları belirli bir süreğenlikte sınar Bonnefoy. Son derece titiz bir dokunuşu vardır dünyaya: Sanki şiirdir acunu karmaşıklığından arıtacak. Oysa, karmaşık olmasa bile, birkaç anlamlıdır. Bonnefoy’nın şiirleri, olguları çoğulluklarında kavrarlar.
Tahsin Saraç, 1963’te yayımladığı Günümüz Fransız Şiiri başlıklı antolojisinde, Bonnefoy’nın onbir şiirine yer vermişti. Diğer çevirilerinde olduğu gibi, Bonnefoy çevirilerinde de Saraç’ın ustalığına ve güvenirliğine hayranlık duymamak elde değil. Bir ayırtı küçük de olsa tedirgin etti beni gene de: Saraç’ın Bonnefoy çevirisi ile Saint-John Perse çevirisi arasında biraz fazlaca ortaklık gördüm kendi payıma. Özellikle de, iki şairin ortak bir deyişle aktarıldığı “ünlem duyarlığı” bu duygumu arttırdı diyebilirim.
Saint-John Perse’in şiiri gerçekten de “ünlemsel” bir şiirdir; bir baştan ötekine, kimi zaman salt, kimi zaman da görece abartmalar ile ilerler. Bonnefoy’nın ünlemselliği ise handiyse donuk, tıpkı Douve gibi devinen ve duralan bir doğrultu çizer. Bunun için de, Bonnefoy’nın ey ile başlayan pek çok dizesi ünlem imi almadan biter. Ünlemli anlatım, hayli değişik vurgularla birden fazla şairin, yazarın yapıtında görünür. Örneğin Henri Pichette’in anlatımıyla Céline’de başat olan deyiş, bu yazarların ünlemli anlatımlarına karşın pek benzeşmez. Ben, Bonnefoy’nın şiirsel örgüsünü çağdaş İngiliz şiirinin bir ustasınınkine, Ted Hughes’unkine yakın görüyorum: Yüksek, alımlı, büyülü bir anlatım.
Bonnefoy, Shakespeare çevirileri ile de ünlü bir şair. Bir zamanlar Pierre-Jean Jouve, André Gide çevirmiş Fransızcaya, Shakespeare’in yapıtlarını. Ama uzmanlara bakılırsa, Bonnefoy’nın çevirileri uzun bir süre yürürlükte kalacakmış; tıpkı Malarmé’nin, Baudelaire’in E.A. Poe çevrileri gibi. Bizde de böylesi yıpranmaz aktarmalar vardır: Melih Cevdet’in gene Poe’dan çevirdiği “Annabel Lee”, Orhan Veli’nin Charles Cros’tan uyarladığı “Çirozname” gibi. Bunlara Cevat Çapan’ın çalışmaları da eklenebilir.
Bonnefoy’ya dönecek olursak; bu şairin, belki garipsenecek ama, en önemli yanlarından birisi de deneme sanatına kattığı yepyeni soluk. Çoğu zaman resim üzerine yazıyor Bonnefoy. En gözde konuları da Piero della Francesca, Balthus ve Giacometti. Bellibaşlı deneme kitapları arasında: Gotik Fransa’da duvar resimleri” (1954), Belkisiz (1969), Mantova’da Görülen Bir Düş (1967), Roma 1630 (1970) anılabilir. Şairin Rimbaud üzerine bir monografi çalışması (1961) ve Arka Ülke (1972) adlı bir anlatı kitabı da var ayrıca.
Denemelerinde şiirselliğini koruyor Yves Bonnefoy. Zaman zaman bu yazıların bir şiirden daha yoğun, daha çarpıcı bir gelişimi olduğuna bile rastlanıyor. Şiirin imlemini, şiirsel bir anlatımla, şiiri sorguya çekerek arıyor. Sayısız mumun yandığı bir odada düşünüyor sanki Bonnefoy: Öylesine aydınlık, kaskatı cümleleri. L’arc dergisinin şaire ayırdığı özel sayı, John Jackson’ın şair ile yaptığı çok ilginç bir söyleşiyle kapanıyor. Bonnefoy’nın kendisini etkileyen ustaları sıraladığı an, Felsefe ile Şiir’in ortak yazgıları kesinlik kazanıyor: Plotinos, Chestov, Hegel.
1976
“Demek Quai St. Michel’de kalıyorsunuz, çok ilginç bir rastlantı” diyor: “1944-50 arası tam altı yıl orada oturdum ben: 1 numarada”. Atılıyorum hemen: “Nasıl olur, bir otel var 1 numarada!” Geniş bir gülümseme yayılıyor yüzüne, sanki nefesini tutup iyice derinlere dalıyor, açık mavi gözleri bir noktada sabitleşerek: “Evet, bir otel odasında geçirdim altı yılımı, üstelik son iki yılımda ilk eşimle birlikte kaldık o odada, bir yığın da kitap vardı her yerde, bazen dostlarımız gelirdi, nasıl sığardık o ufacık mekâna bilemiyorum”. Araya giriyorum: “Tuhaf bir kesit zaten Quai St. Michel: Bizim evin üst katında Matisse’in atölyesi varmış, az ötede Max Ernst atölye tutmuş sonra, ileride de George Sand yaşamış bir süre”. Ekliyor: “Nicolas Guillen de orada yaşadı, çocukları o evi hâlâ tutuyorlar yanılmıyorsam”.
Bu konuşmalar, 63, Rue Lepic’de, Montmartre’da, Yves Bonnefoy’nın “esplummoire” diye vaftiz ettiği “yazı dairesi”nde geçiyor: Hemen karşıdaki apartman dairesini gösteriyor pencereden: Orada oturuyor, burada çalışıyor. “Notre Dame otelinden ayrılınca bir hata yaptım, beş yıl Paris’in bir banliyösünde yaşadım, yanlış bir kararmış. Sonra da bu sokağa gelip yerleştik, tam 42 yıl oldu”.
Levent Yılmaz’la, 15.30 sularında sokağa ulaşıyor, daracık bir asansöre güç belâ sığıp üçüncü kata çıkıyor, zile basıyoruz. Az sonra kapı açılıyor, güneşli bir yüz, beklediğimden daha küçük bir gövde, gri kadife bir pantolon, gri bir kazak, bordo ayakkabılar, buyur ediyor bizi: “Hoşgeldiniz” diyor elimi sıkarken: “Çok memnun oldum”.
İki tarafı kitaplarla kaplı bir koridorda ilerliyor, dört duvarı ve ortası kitaplar, resimlerle kaplı bir odanın yanından geçiyor, aynı durumdaki bir başka odadaki divanın üzerine paltolarımızı bırakıyor, hemen hemen aynı dolulukta bir üçüncü odaya, çalışma hücresine giriyoruz:
Uzun tahta bir masa, belli ki hayli eski, tıkabasa dolu üzeri, dosyalar ve dosyalıklar, yazı araç gereçleri, kapağı açık bir laptop, hemen çalan ve kısa bir konuşmanın ardından fişini çektiği bir telefon; dört bir yan raflarla kuşatılmış, her köşeden kitaplar, dergiler, kalın dosyalıklar fışkırıyor; birkaç küçük tabloya ancak yer kalmış; iki iskemle ve bir koltuk, ısrarla koltuğu bana bırakıyor — odayı şubat ayından umulmayacak bir ışık aydınlatıyor, dedim ya bugün hava güneşli.
Önce Levent’le, Türkiye’de yayımlanacak Mitoloji Sözlüğü hakkında bir konuşma geçiyor aralarında, söyleşmek için bir köprü kurmak gerek. Yavaş yavaş çeviri konusuna giriyoruz. Şiirlerimin Fransızcadaki akıbeti sorununa dayanıyoruz, şair çevirmen de olabilir mi (olmalı mı?), çevirmen şair olmalı mı (kendi de şiir yazmalı mı?), şairle çevirmen işbirliği yapabilir mi?
Komik bir örnek veriyor burada: Şiirlerini İngilizceye çeviren bir bayan, “nef” karşılığı “kilise”dense “gemi”yi yeğlediğinde uyaracak olmuş, kadın bir mektup yazarak terslemiş onu: “Siz şiirinizi unutmuşsunuz”. Gülüşüyoruz. “Oysa daha 60’ıma yeni basmıştım o sıralar, bunamış sayılmazdım”. Ona, “Ağlayan Kadınlar Lahdi”nin Fransızcaya çeviri taslağını görünce içimden o metni eses alan hayli özgün bir versiyon yazma iblisinin hızla geçtiğini söylüyorum, “çok iyi anlıyorum” diyor: “Bir seferinde benim başıma da gelmişti”.
Şiir çevirisi konusunda hâlâ temel bir kararsızlığı olduğu göze çarpıyor, biraz şaşırtıcı bu. Aslında çok başarılı çevirilerle karşılaşmış (örneğin Esteban’ı da, Jaccottet’yi de beğeniyor), ama bir kural oluşmadığı görüşünde. Mallarmé’nin Poe çevirilerinin çeviri olmadığı kanısına varmış, Baudelaire’inkileri üstün tutuyor kesinkes. Yanımdaki küçük sehpanın üzerinde, Baudelaire’in Nadar tarafından çekilmiş portrelerinden biri duruyor.
“Şiir çevirisine bir ölçüde inanmak zorundayım” diyorum: “Holan’ı da, Huidobro’yu da Fransızcadan okudum”. Bakıyor: “Ben de öyle” diyor.
Oradan şiir okuru sayısına geçiyoruz. Gerçek şiir okurunun sayısı üç ilâ beş bin arasında dolaşıyor ona göre. Dans Le Leurre du Seuil üçer binden iki kez basılmış, ikinci baskı henüz tükenmiş. Buna karşılık, Gallimard-Poésie’nin cep basımında Şiirler’in satışı 35 bini geçmiş. “O başka” diyor: “Okul programları sayesinde, bir de ucuz olduğu için gerçekleşiyor bu rakkamlar”. Oluyor ya. Cemal Süreya’nın okul kitapları dizesi geçiyor aklımdan, hüzünleniyorum.
Yumuşak, keyifli bir sohbet üslûbu var. Anekdotlarla besliyor araları. Breton kelebek avlar, koleksiyon yaparmış. Giacometti çıkışıyormuş ona “ne vandal adamsın, çiviliyorsun bu hayvanları, onları çarmıha geriyorsun”. Bir ara Beckett’e geliyor söz, bir anısını aktarıyor. Kim unuttum, biri Beckett’e “sen hiç peri gördün mü?” diye sormuş, gayet ciddî, dönüp “bir kere” demiş: “Trinity College’deyken, odamın penceresi daracık bir geçite bakardı, bir sabah bir perinin geçtiğini gördüm oradan”. Sonra viskisini içmeyi sürdürmüş, susmuş.
Kitap okumaya yetişememekten şikâyetçi. “İnsan, ana kitaplar için bile yeterince vakte sahip değil”. 75’inde, hâlâ susuz. Bir kenarda üstüste birkaç kitap duruyor, sırtlarını görüyorum, şaşırıyorum: Bilge Karasu/La Nuit.
“Densizliğimi bağışlayın” diyorum: “Bu kitabı okudunuz mu?” Gözlüklerini takıp bakıyor, “hayır” diye yanıtlıyor: “Çevirmeni Alain Mascarou getirdi geçen gün, L’Ephémère dergisi üzerine bir tez hazırladığı için görüşüyoruz da”. Kısaca Bilge’yi anlatıyorum ona, “Uzun Sürmüş”ten, Ravenna’dan sözediyorum, alıp kitabı masasına koyuyor: “Okuyacağım”. İçimden Bilge’ye göz kırpıyorum.
Konudan konuya sıçrayarak ilerlerken bakıyoruz ki iki buçuk saat geçmiş. İşgâl süresini daha fazla uzatmamak gerek. “Size bir kitabımı imzalamama izin verir misiniz?” Utana sıkıla, “bende bütün kitaplarınız var” diyorum: “Ama birini imzalamanızı gönülden isterim, bendeki nüshayı bir dostuma veririm”.
Récits en Rêve’le geliyor içeriden, sessizce bozuluyorum: Bende zaten yok bu kitabı! Ellerine bakıyorum, mavi damarlarına, kitabı ve kalemi tutan parmaklarına: Seyrek an.
Ayrılıyoruz.
1997