Aziz Avcı’nın öyküleri: Boşluğun gölgesi

"Süreklilik yitirildiğinde yaşantıların, zamanların, (benliği, kişiliği oluşturan parçaların?) birbirine bağlanmamasının neden olduğu boşluklar; ışık kaynağının önüne geçip öykü kişilerinin hayatlarını gölgelendirenler bunlar Aziz Avcı’nın öykülerinde..."

24 Şubat 2022 14:30

 

Aziz Avcı’nın İnceldiği Yerden Başlamak’ta bir araya getirdiği öykülerde görece sık olarak karşımıza çıkan birkaç kelime/görüntü/imge var. Başlıcaları gölge, leke ve tavan. Bu üçünün ortak yanı bir yüzeyle ilgili olmaları; tavanın kendisi bir yüzey, gölgenin ya da lekenin belirebilmesi, görülebilmesi için de bir yüzey şart. Tavana gölgeler nadiren vurur, çarpıcı bir görüntüdür aslında, özellikle geceleri yoldan geçen araba farlarının yakınlardaki ağaçların gölgesini uyumaya çalışan ya da uykusu kaçmış kişinin bakadurduğu tavana düşürdüğünde. Avcı’nın öykülerinde bu pek yok, ama tavanlardaki lekelerden söz ediliyor ya da açıkça leke denmesi bile, tavan boyalarından parçaların düştüğü belirtilerek o yüzeyin artık dümdüz, tekdüze olmadığını, lekelendiğini, bir anlamda pütürlendiğini sezdiriyor.

Dikkatimden kaçmadıysa, bu üç kelime arasında Avcı’nın öykülerinde en sık “gölge” ile karşılaşıyoruz. Bu kelimenin yoğun kullanıldığını fark etmek, gölge ile öykü arasında bir bağ, yakınlık olabileceğini düşündürdü bana. Öykü bağlamında sıkça karşılaştığımız “aydınlanma ânı” tabirinin bir başka ifadesi belki de şu olamaz mı? “Gölgelenme ânı.” Gündelik hayatın nispeten tekrar eden akışı sırasında (bu akışı iyi kötü bir düzlem, pütürsüz bir yüzey olarak düşünürsek) bir gölgenin (lekenin de elbette) belirmesi. Neyin gölgesi olduğunu ilk anda tespit edip edemememiz çok önemli değil. Tekdüzeliğin, yekpareliğin bozulması neticede. Işığın kararması, manzaranın değişmesi, birbirinin aynı (ya da benzer) süregiden anların içinde bir farklılaşma. Başka türlü bağlantılar kurmak da mümkün: Gölgenin varlığına alışmışızdır, günler “gölgeli” geçiyordur, ama bu neyin gölgesidir, üzerinde düşünmüyoruzdur, ancak bazı anlarda bu karanlığın neyin gölgesi olduğunu sezer gibi oluruz – ya da hatırlarız, öyle aman aman bilmediğimiz bir şey değildir de, kaçıyor, kaçınıyoruzdur. Buradan bakınca, öyküyü bir tür “gölge oyunu” ya da “gölgeler oyunu” olarak düşünmek mümkün. Esas olup bitenin değil, gölgelerinin belirdiği, bize onların gösterildiği bir anlatı; okuyana bu gölgelere bakarak görmediğini, görmek istemediğini, kaçıp kaçındığını sezdirecek bir kurgu.

Gölge, edebi bir metinde sadece bir nesnenin ışık kaynağının önüne çıkıp siluetinin, hatlarının, karanlığının bir yüzeye vurmasından ibaret değildir. Sesleri, tıkırtıları da bir tür gölge sayamaz mıyız? Sessizliğin uzamında bir pütür, bir gölge. “Eşikteki Gölge” öyküsünde buna ilişkin çarpıcı bir sahne var.

“Tam merdivenin başında durdu. Ayak sesi yoktu artık. Sessizlik uzun sürdü. Sonra kadının sesini duyduk. Döşemeyi delip geçti. Hepimizin kulağı seste. Anlaşılmaz, boğuk. Tıslar gibi. Gözümüz eşikteki iskarpinlerde. Siyah. Üstü parlıyor. Lastik ayakkabıların yanında bağcıklı haliyle görkemli duruşu.

‘Sen ha.’ Devamı gelmedi. Zaman donup kaldı üst katta. Bana öyle geldi. Ne kadar sürdü, nasıl sona erdi anlamadım.

Ayak sesleri ahşap döşemeyi gıcırdattı. İrkildim.

‘Hoş geldin.’

Sonra tahtalar kımıldamaya başladı. Birden durdu. Kavuşmuş olmalılar. Gözümüz tavanda. Tütünü dizmeyi unuttuk. Eşikteki gölgeyi de, yemeği de. Ayak sesleri gidip geldi.

[…]

Uğultu halinde anlamsız sesler duyduk. Düşme sesi, kaldırma sesi. Kapıyı çarpma sesi. Sonra, sonra sadece iki çift ayak sesi.” (s. 51-52)

“Tavan” burada ışıkla gölgenin değil, sessizlikle seslerin “gölge oyunu”nun sahnelendiği bir perde – “gözümüz tavanda”. Sadece orada değil ama gözler, yukarı çıkan genç adamın iskarpinlerine anlatıcının (ve yanındakilerin) dikkat kesilmesi boşuna değil. Küçük bir ayrıntı, üst kata çıkana dair ellerindeki belki de yegâne ipucu, bir yabancılığı imliyor, yukarıda ne olup bittiğine ilişkin kulaklara gelen seslere bu yabancılık da eşlik ediyor. Yabancılıktan da önemlisi, yukarıda biri daha olduğunun, işitilenin her zaman orada duran kadının ve zaman zaman oraya çıkan anlatıcının babasının dışında bir başkasının ayak sesleri olduğunun hatırlatılması, vurgulanması. “İşitilen gölge”nin, bilmediğimiz, sadece tahmin edebileceğimiz “aslına” ilişkin, öykü kişilerinin (ve okurken bizim) gözlerimizin önüne getirmeye çalıştıklarımıza bu iskarpinlerin de katkısı var.

Aziz Avcı’nın öykülerinde “gölge”, “leke” adlı adınca metne dahil olduğu gibi, bazen adı konmadan da çıkıyor karşımıza. Pencereden bakan bir öykü kişisi, “Deniz niye karanlık, kafam ona takıldı” diyor mesela. Onun bu sözünün ardından, o sırada bağırıp çağırmadan tartışmakta olduğu eşi adamın yanına gelir.

“Yanıma geldi. Bakmaya başladı. İkimiz aynı yere bakmıyorduk ama. Arkamızdan bakan aynı yere baktığımızı sanırdı. Ne düşünüyordu acaba?” (s. 118)

Adam denizdeki karanlıktan söz ettiğine göre, büyük olasılıkla bulutların gölgesidir suya düşen. Etkileyici bir görüntüdür bu da, görüş alanımızda muhtemelen o bulut kümesi yoktur, belki hava da açıktır, ama denizde bir yerler kararmıştır. Bu karanlık, nedenini anlayana kadar, belki sonrasında da, bunu fark edende ürperti yaratır. Öte yandan, anlatıcının, pencerenin önündeki iki siluetin (“gölgenin?” ters ışıkta gölge gibi görünmezler mi?) aynı yere baktıklarını zannetme yanılgısına düşeceğimize söz arasında değinmesi de boşuna değil. Öncelikle bir öyküdeki ayrıntıların ne çok yüklü olabileceğine bir örnek. Aynı zamanda öyküdeki iki figürün içinde bulundukları halin görsel bir karşılığı. Bağıra çağıra tartışmayan ama aralarında devasa gerilim olan bir çift. Aynı evdeler, minik bir bebekleri var. Pekâlâ “aynı yere” bakıyor olabilirler, öyle zannedebiliriz, öyle olması umulur. (Düz bir yüzey verili kabul edildiğinde!) Oysa anlatıcının eşinin o anda ne düşündüğüne dair pek bir fikri yok. (Az sonra olacak! Öyküdeki düğümler karanlığın, gölgelerin elverdiği ölçüde çözülecek.)

Aziz Avcı’nın öykülerindeki kimi sahneleri kurarken kullandığı “gölge” (“Masaya gölge düştü”, “Mumun sallanan ışığı […] duvarda tuhaf gölgeler oluşturuyor”, “Dönüp kadınla çocuğu kontrol etti. Gölgeleri uzamıştı”, “Yüzüne güneş vuruyor. Demek ki gölgesinde durmamış”, “Sığırlar da gölgede. Ağaç hepsini gölgesine alıyor. Gölge çok büyük.”) öykülerin bütününe bakıldığında temel bir metafor olarak da düşünülebilir. Bu metaforun neye karşılık geldiğiyse çok net: geçmiş. Öykülerin pek çoğunda öykü kişisinin geçmişi şimdiki zamanın üzerine bir gölge gibi düşmüş, bugününü karartmıştır, rengini soldurmuş, tadını kaçırtmıştır. Üstelik geçici bir gölgelikte de değilizdir; şimdide olduğu gibi, gelecekte de gölgenin kalkmayacağına delalet eden birçok şey söz konusudur. Bir öykü kişisinin “Üstümüzden zaman geçti” demesinden yola çıkarak, üstlerinden “geçmiş”in geçtiğini düşünebiliriz, kastettiği “geçmiş zaman”dır; ne ki bu “geçmiş” geçebilen, geçip giden bir şey de değildir! (“Bu geçmiş” dediğime bakmayın, bütün geçmişler için söz konusu değil midir geçmek bilmemek? Bununla birlikte, Avcı’nın öykülerinde üzerinde durduğu genellikle özel bir geçmiş.)

“Bu Kuşlar Bu Sabah Senin İçin Ötüyor” başlıklı öyküde “gölge”nin bir başka boyutu daha belirginlik kazanır – bulaşıcı bir şeydir, benim yoluma düşen gölgeyi pekâlâ sana taşımam mümkündür. Anlatıcı, adamın iç sesini bize şöyle aktarır.

“Kendi boşluğunu getirmişti ona. ‘Onun boşluğunu çoğaltmaktan başka işe yaramadı.’” (s. 69)

Bir başka önerme parıldıyor boşluğun gölgesinde. Adam, geçmişte yaşadıklarının, başına gelenlerin kendi iç dünyasında boşluklar yaratan gölgesini, bu gibi boşlukları olmayan birine taşımıyordur, başkasında var olanı çoğaltıyor, derinleştiriyor, berkitiyordur. Bu mekanizmanın daha çok kendi boşlukları (“gölgeleri”) olanlar arasında işleyeceğini düşünebiliriz sanırım. Yoktan var edilmez de, niceliği, tonu, karanlığı değişebilir gölgelerin. En azından Aziz Avcı’nın öykü kişileri arasında böyle.

Avcı’nın öykülerinde birer gölge gibi insanların hayatlarının üstüne düşüp karartan, hareketi kısıtlayan, can yakan, boşluk duygusunu çoğaltan o “özel” geçmiş deneyime gelirsek, bu, çoğunlukla öykü kişisinin vaktiyle hapse girmiş olmasıdır. Cezaevinde geçen yılların bir gölge olarak sonraki hayatlarının üzerine düşmesinin nedeni cezaevinde yaşadıkları değildir, buna ilişkin pek bir şey anlatılmaz. Gölgenin nedeni esas olarak hayat çizgilerinde oluşan kopukluktur, oluşan boşluktur; cezaevinde geçirilen birkaç yılın (belki daha da fazla, bu da vurgulanmaz) ardından “normal” hayata dönmelerinin mümkün olmadığını anlarız. Dönmüş gibi görünseler de, buna çaba harcamış da olsalar, belki bir müddet nispeten seyrek bir gölge olarak göklerinde belirmişken, kritik anlarda hayli koyulaşmış, kararmıştır. Hayat çizgilerindeki bu boşluk, cezaevi öncesi hayatla sonrası arasındaki kopukluk, bir türlü bunları bitiştirememenin gerilimi, bugünlerinin yanı sıra geleceklerini de karartmıştır, içinde bulundukları çıkışsızlık duygusu öykülerin çoğunda bunu duyurur.

Avcı’nın öykülerinin hepsinde gölgenin mahiyeti, kökeni açık seçik verilmiş değil. Kimi öyküde örneğin koyu bir gölgeyi sezeriz, öykünün loş bir atmosferi vardır, dil ve anlatım da bütün yalınlığıyla bu loşluğu duyurur, öykü kişilerinin hareket etmelerindeki tutukluk, vb. jestler de etkilidir bunda. Gelgelelim o birkaç sayfada öykü kişilerinin hayatlarına düşen gölgenin adı konmaz. Öte yandan gölgeye, gölgedeki hareket ve sözlere, belki de ışığın tonuna bakarak bir şeyler sezeriz – bir öyküde annenin yemek vaktini eşikteki gölgenin yerinden tayin etmesi gibi.

Yürümemiş kadın-erkek ilişkilerine dair öyküler de hiç az değil İnceldiği Yerden Başlamak’ta. Bunlardan “Uzun Süren Hesaplaşma”da, satır arasında adamın cezaevi geçmişi olduğu ve geçmişten kalan bir hesabın kapanmadığı ifade edilir, kadınla adamın ilişkisinin yürümemesinde bunların etkisi olduğunu sezeriz. Hikâyenin bütününe vâkıf olamasak da, anlatı zamanında beraber geçirdikleri kısa sayılacak süredeki gelgitler, kırık dökük konuşmalar bize ilişkilerinin seyri hakkında bir şeyler söyler – gölgenin altında da bir şeyler görünür nihayetinde. “İnsan Korktuğu Şeye Benzer”deki gölge, iki kişi arasına giren üçüncü kişinin varlığı gibidir, ama şunun da altını çizmek gerek, üçüncü kişinin gölgesi ikilinin hayatlarından önce, adamın üzerine de gene bir gölge olarak düşmüştür, ortada belli belirgin bir ilişki yoktur, gölgesi vardır sadece (hep yaşanmışlığın gölgesi düşmez, yaşanmayanların da gölgesi düşebilir), ne ki bu da yetmiştir süregiden ilişkiyi karartmaya. Öykü bizi gölgenin nedeni, nedenleri konusunda açık seçik sonuçlara götürmez, beri yandan şunu da sezeriz: Üçüncü kişinin yanı sıra, belki ondan da önce mevcut ilişkinin seyri, seyrelmesi zamanla kendi gölgesini düşürmüştür ilişkinin üzerine.

Avcı’nın “Dikili Bir Hayat” başlıklı öyküsündeki Nâzım’ın şu sözleri de baştan bu yana anlatmaya çalıştıklarımı büyük ölçüde toparlıyor sanırım.

“Kâh öfke kâh arzu kâh merak bizi başka yerlere taşıyıp duruyor ama yaşadıklarımız peşimiz sıra gelmiyor, yaşadığımız yerde, yaşadığımız zamanda kalıyor. Öfkelerimiz mi? Onlar kuruyup kayboluyor. Onun kaybolup oluşturduğu boşluk işte bizim geçmişimiz oluyor.” (s. 127)

Sürekliliğin yitirilmesi. Süreklilik yitirildiğinde yaşantıların, zamanların, (benliği, kişiliği oluşturan parçaların?) birbirine bağlanmamasının neden olduğu boşluklar; ışık kaynağının önüne geçip öykü kişilerinin hayatlarını gölgelendirenler bunlar Aziz Avcı’nın öykülerinde. Başka bir deyişle, geçmiş, bir boşluk, bir oyuk halini alıyor (düzlemde tersine bir pütür!), şimdileriyle yarınlarının üzerine düşüyor. “Hayat Bu Kez Adil” öyküsünden bir alıntı:

“Cama doğru yürüdü. Karşıdaki binanın gri duvarındaki küçük oyuklara baktı. Dolu deleli çok olmuştu ama kimse oralı değildi. Her yağmurda rengi değişiyordu. Duvar büsbütün dökülecek gibi. Farkında olmadan bedenini yokladı. Bedenindeki duvarı. Çok eski bir yara. İzi yok artık.” (s. 56)

Öte yandan, Aziz Avcı’nın öykülerinin, gölgenin varlığının mutlak surette kalıcı olacağına, geleceği topyekûn kaplayacağına dair bir his bırakmadığı da vurgulanmalı. Gölgeler büsbütün karanlık değil neticede. Mesela ağır, gölgeli bir havada başlayıp süren “Bu Kuşlar…” öyküsünün sonunda, “Gökyüzü[nün] cam gibi parlak” olması manidardır, sabahla beraber gölge çekilmiştir, ne ki bunun süreklilik gösterip göstermeyeceği de meçhuldür. Ya da “Hayat Bu Kez Adil”in sonuna doğru, “Neden gölge? O gölgeyi sevmezdi” diyen adam, “Dalları kesmeliyim, ağacı kesmeliyim” diye geçirir içinden. Baştan itibaren öykü kişisinin duygularında, sessizliğinde, tutukluğunda sezegeldiğimiz gölge seyrelir gibi olur, gelgelelim bunu takip eden cümleyse şöyledir: “Birden çok yalnız olduğunu hissetti.” Sabit bir gölge duygusundan çok “parçalı gölgeli”, gelgitli atmosfer ve duygu durumlarından söz etmek daha doğru olur. Ezcümle, karanlığın, loşluğun yanı sıra imkânlar da belirmiyor değil gölgelerin altında. İnceldiği yerden kopar, kopmuştur da, evet, ama o kopma ânı aynı zamanda bir başlangıç imkânıdır – yeni bir başlangıç ya da kopan parçaları fark edip bitiştirme imkânı. Aziz Avcı, olayların seyri ya da öykü kişilerinin değişen ruh halleri üzerinden bu gibi imkânları, potansiyelleri işaret etmekle birlikte, olayların nereye evrileceğine, gölgenin yeniden (ve belki de daha koyulaşmış olarak) dönüp dönmeyeceğine dair kesinlikli sonlara bağlamıyor öykülerini – hayattaki gibi.