Ağlamanın hafızası

"Bir çeşit hatırlama fragmanları da diyebileceğimiz bu otobiyografik anlatı anı, günlük, deneme gibi başka türleri çağrıştırmakla beraber, aralarındaki sınırları muğlaklaştırıyor. Yer yer zorlu bir terapi seansını da anımsatan metnin bir kıymeti de okurunu yazmaya kışkırtması. Verili, öğretilen ve beklenen dil, gramer, anlatı, biçim sınırlarına hapsolmadan yazmaya."

24 Şubat 2022 14:00

 

“Bazı sabahlar uyandığımda içimde müthiş kuvvetli bir his oluyor ve ağlamak mı istiyorum, şiir yazmak mı, yoksa biriyle yatmak mı, anlamıyorum. Hepsi birden mi acaba?

Bedenim bu dürtüyü çapraz dizinle kaydetmiş.”

Heather Christle, Ağlama Kitabı, s. 14. 

Heather Christle’ın geçtiğimiz yıl Harfa Yayınları’ndan yayımlanan Ağlama Kitabı, ağlamanın hafızası ya da ağlamak üzerine bir haritalama çalışması. Şair/yazar, kendi ağlamalarını zaman, mekân, duygu, durum, kişiler ve nesneler açısından parçalara ayırıyor. Bunun yanı sıra farklı metinler, filmler, müzikler, araştırmalar, raporlar, afişler... çeşitli “malzeme”lerle tarihe, siyasete, psikolojiye, bilime açılıyor. Bu çoklu zeminde kendi ağlamasına bakışı anlatının ana omurgasını oluştursa da, yazar malzemeler arasında hiyerarşi kurmuyor. Biri diğerinin önüne geçmiyor ya da onu kapsamıyor. Birbirleriyle buluşa ayrıla, akışkan ve sınırsız bir deltada yol alıyorlar. Bir çeşit hatırlama fragmanları da diyebileceğimiz bu otobiyografik anlatı anı, günlük, deneme gibi başka türleri çağrıştırmakla beraber, aralarındaki sınırları muğlaklaştırıyor.

Kitabı hem okurken hem bitirip kapattığımızda kendi ağlamalarımızda kazıya koyulmakla kalmıyor, ötesine geçiyoruz. Yazarın “Ağlamak üzerine bu kadar çok yazmanın bir evrensel ironi yasasını harekete geçirip hayatıma trajedi getirmesinden korkuyorum” cümlesindeki endişeyi yer yer duysak da, hayallerimizde ve hayatımızda, özel ve kamusal alanlarda kadın olarak varoluşumuzun hem sancılı hem coşkulu pek çok ânını iliklerimize kadar yeniden yaşıyoruz. Hatırlıyoruz. Zihnimizde ağlamak üzerine karmaşık ve dolaşık kıpırtılar, fısıltılar hiç durmuyor. Ağlamamanın süresi, toplulukla ağlamak, tercih olarak ağlamak ya da ağlamamak, ağlarken fark edilmek, muhatap alınmak; ağlamanın terk edilme, gelecek kaygısından başlayıp ölüme uzanan çeşitli sebepleri, teselli ve şefkat ihtiyacı, bedende, yüzdeki fiziksel etkileri, ağlamak-çirkinleşmek ilişkisi, sevişirken ağlamak, ağlamanın zamanı, duyulması istenen ve istenmeyen ağlamalar, ağlayan ebeveynler, kız kardeşler, üçüncü kişiler, tanıklık eden çocuk olmak, ağlayan politikacılar, gözyaşının samimiyeti, güç ve otorite, ayrımcılık aracı olarak gözyaşları, ağlamanın inkârı, fillerin bebeklerin oyuncuların gözyaşları, kedilerin ağlaması, film izlerken, okurken, podcast dinlerken ağlamak, ölümden sonra/ölünün arkasından ağlamak, kurmacalardaki ağlamalar, beyazların, hamilelerin, annelerin ağlaması, taşınırken ağlamak, kelimeler yetmediğinde, terapistte, yaratıcı yazarlık derslerinde ağlamak, ağlamayı durdurmak... Sonra mesela yere oturup ağıt yakarcasına ağlamak, mesela arabanın içinde, uçakta ağlamak, mutfakta ya da banyo zeminine çömelip... Bunları parça parça okurken arada bir es veriyor yazar, bir ara toplam ya da hatırlatma. Mesela öncesine ve sonrasına sıkı sıkı çengellenmiş şöyle bir paragraf çıkıyor karşımıza:

“Mutfak evin gözyaşları için en uygun –yani en hüzünlü– yeridir. Yatak odası çok basit, banyo fazla mahrem, oturma odası çok resmî kaçar. İnsan mutfakta, çalışma ve beslenme mekânında dağılıyorsa hakikaten duygusal olarak çözülüyor demektir. Parlak ışıklar insanı hiç avutmaz, yalnızca aydınlatır. Yerler muşambayla kaplı ve soğuk olmalıdır.” (s. 63)

“Çoğu gün ağlamak hakkında yazdığımdan çok ağlıyorum” diyen Christle gibi okur da yazılana, yazılandaki kendisine, kendi ağlamalarına odaklanıyor. Ağlama mekânlarına. Yazar, ağlamak temalı alıntıları biriktirdiği, sevgilisi Chris’in verdiği isimle “ağlahane”sindekileri kendi değerlendirme ve yorumlarıyla paylaşırken “Bütün bu okumalar hata olabilir” de diyor. Okurken görüyoruz ki, bu duygusunu belli ki yazma süreci boyunca taşıyor. Belki bunun da etkisiyle kendisini okur karşısında bilen ve ahkâm kesen bir pozisyona yerleştirmiyor. Okurla arasında sınır çizgisi çizmiyor. Okurla eşit ilişki kuruyor. “Ağlahane”ye kaydettiklerinin ve onları okumalarının son derece kişisel olduğunun farkında, bunların kendisi için anlamını okurla paylaşıyor. Şöyle söylüyor: “Kendimi kaybettiğimi, delirdiğimi düşündüğüm böyle gözyaşı mevsimleri oldu. Belki bu kitaplar bir korumadır.”

“Bir keresinde, o gün, küçükken, beş yaşımdayken, ertesi yıl, o yıllarda...” söz öbeklerinin sıklıkla karşımıza çıktığı metinde yazar kendi hatıralarını şimdiye taşırken “Hafızam beni yanıltmış” diyor, siliyor, düzeltiyor, yeniden yazıyor. Bir tür palimpeste dönüşüyor. Bugünkü ben olarak kendi kişisel tarihine bakıyor. “Kimi zaman gözyaşlarına şüpheyle yaklaşmak için –entelektüel– bir mesafe gereklidir” diyor. Onları çözmeye, okumaya, anlamlandırmaya çalışırken de bu mesafesini koruyor. Bir dram ya da melodrama dönüşmüyor anlatı. Denediği, bir tür, kabuklarını soyup kendine yaklaşmak, çırılçıplak kalmak. Bunu yazarak, anlatarak, okurla beraber ve okurun gözü önünde yapıyor. Biz bir roman ya da öyküde değil, bizzat “otobiyografik” anlatıda yazarın kendi oluş sürecini, insanlarla yakınlık, uzaklık, çatışma, vb. ilişkilerini doğrudan kendi duygu ve düşünce dünyasındaki izlerden, daha da önemlisi ağlama anlarından hareketle takip ediyoruz. Christle, kendi kişisel belleğini ve duygu dünyasını okurun tanıklığında açıyor, kazıyor ve kalıcılaştırıyor.

“Aşırı ağlayan bebeklere kolik bebek deniyormuş, bu bebekler bazı durumlarda günde on sekiz saat ağlarmış. Ben kolik bir anne olacağım diye endişeleniyorum. Hiç anne olamayacağım diye endişeleniyorum.

Kolik anne olacağım diye endişeleniyorum, çünkü dönem dönem her yanımı saran katıksız bir korku ve umutsuzluğa yenik düşüyorum ve bununla kıvranırken saatlerce ağlayabiliyorum. Neden bilmiyorum. Bedenimin yaşadığı şeylerden biri bu, uyumak ya da şiir yazmak gibi.” (s. 23)

Görüleceği üzere, toplumun en genel geçer ahlâkçı kodlarının cinsiyet fark etmeksizin işlediği ve hemen herkesin bilirkişiliğe soyunup yargılar dağıtmaktan imtina etmediği anneliğe dair kendisini hedef haline getirebiliyor. Bu elbette tek bir alıntıyla sınırlı değil.  Kitap toplamda ailede, evde, arkadaşlık, sevgililik ilişkilerinde, entelektüel dünyada ve akademide kadının toplumsal cinsiyet rolleriyle yüzleşme ve hesaplaşmalarını ağlamayla kurulan bağlar aracılığıyla gösteriyor.

Tam da buralarda kadın yazarların mektupları, günlükleri, biyografileri, şiirleri, romanları ya da ürettikleri bir proje, resim bakışını ağlamak penceresinden kendisi dışına çeviriyor. Başka insanlara ve insan dışı canlılara, hatta yer yer tarihselleştirerek odaklanan yazar ağlamanın üzerindeki örtüyü kaldırıyor. Başka bir deyişle ağlamanın bir utanç örtüsü olarak üzerimize örtülmesine itiraz ediyor. Kendi kişisel tarihinden yola çıkıp kronolojik olmayan bir akışla kurguladığı anlatısı, ağlamak hakkındaki başka parçalarla iç içe geçerek ilerlerken bunlar bir kesintiye, bölünmeye sebep olmuyor. Ana anlatıyla bazen açık, bazen örtük bağlar kurduğu bu parçaların her biri metnin kişisel olan kısmına başka gözlerle bakmaya ve edebiyattan felsefeye, siyasette sanata, hayvan biliminden tarihe pek çok alana açılmasına imkân sağlıyor. Kişisel olanla kolektif ve politik olan birbirini baskılamadan, sınırlandırmadan, beraber akıyor. Bu içerik ve biçim tercihi de kitabı bir kişinin ağlama anlarının dökümü olmaktan çıkarıyor. Ağlamanın kültürel, politik, entelektüel ve hatta bilimsel aksını kuruyor.

“Bildiğim her şeyi kitaplardan öğrendim. (...) Bazen içim nefesten çok sayfalarla doluyor sanki. Bu siyah kelimeleri nasıl alıp şekillendireceğimi, nasıl muhafaza edeceğimi biliyorum – onları birer talimat gibi kabul ettim hep.” (s. 49)

Christle kitap boyunca bunu adeta doğruluyor. Ovidus’tan Cortazar’a, Roland Barthes, John Didion, Charlotte Perkins Gillman, Emily Dickinson, Slyvia Plath, Judith Butler, bell hooks, Shirley Temple, Anne Carson... çeşitli eserlerinden alıntılarla, bazen de hayatlarıyla yer alıyor bu kitapta. Fotoğraflar, gazete kupürleri, BBC dosya servisinden haberler, YouTube aramaları, Twitter cümleleri, Yahoo Answers’a yazılanlar, Netflix dizisi Crashing, mektuplar, mesela Charlotte Perkins’ın terapisti Michell’in günlük ve mektupları, Michell’in arşivi, Perkins’ın günlükleri, Barthes’ın Yas Günlüğü ve otobiyografilerden alıntılar, fil avcısının anısı, oyunlar, podcast’ler, videolar, belgeseller, filmler, afişler, radyo programları, efsaneler, resimler, sanat projeleri, Antik Yunan’dan bugüne şiirler, anlatılar, öyküler, İncil, heykeller, şarkılar, e-postalar, psikoloji çalışmaları, deneyler ve raporları... ağlamayla ilişkili tüm bu “malzemeler”le anlatıda bireysel olanla toplumsal bir araya geliyor. Yazar bunları listelemiyor, sayıp dökmüyor, kullanıp geçmiyor. Bunlar açıklama, örneklendirme, temellendirmesinin araçları olmakla beraber, parçalar halinde kurguladığı anlatısının hem anlamsal hem biçimsel devamlılığını sağlıyor.  Okurun metinde kaybolmasını engelliyor. Ağlamanın saçakları da diyebileceğimiz başkaca temaların, meramların kitap boyunca takibini sağladığı gibi ortaya melez bir anlatı çıkarıyor.

Bu anlatım ve biçim tercihleri bir karmaşa, ikilik, dağınıklık ve bunların arasında kaybolma değil de tamamlanma, toparlanma duygusu uyandırıyor okurda. Kitabın anlam bütünlüğü açısından da ağlama aksını kuran kimi temalarını belirginleştiriyor: Kadınlık/kadınlar, ırkçılık/siyahlar, türcülük/hayvanlar. Bu aksın politik temelleri buralardan güçleniyor. Mesela Chris yazma atölyelerine, şiir gecelerine gidebilirken artık bir anne de olan Heather, bebek sebebiyle bir şiir okuma gecesine dahi gidemez ki atölyeleri, vereceği dersler, söyleşiler... onun için sadece bir sosyalleşme alanı/aracı değil, işidir de. Şehir değiştirmesi de oldukça zorlaşmıştır. “Kıymetli dostlarımla geçirebileceğim değerli vakti ve bir anneden başka biri ve başka bir şey olma şansımı yitirdiğim için ağlıyorum” der ve arkadaşı Jim’in şiirlerine sığınır. Tamam, bu bir süre sonra değişecek, o işine ve entelektüel faaliyetlerine dönecektir ama şimdi, burada, bu anda yaşadığı her neyse onu açıkça dile getiriyor. Başka bir gün mutfakta sandviç hazırlarken radyoda John Crawford isimli siyah bir gencin polis tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Sebebi, gencin elinde mağazanın rafından aldığı oyuncak bir tabanca olmasıdır. “Hayır, hayır, hayır” diye bağırır Christle ve sorar: “Kime? Bebek uyuyor. Radyo beni duyamaz. Şimdi hava durumunu veriyor.” Bu ânı anlattıktan sonra bir kitaptan alıntıyla başka bir “fragmana” geçiyor:

In the Wake: On Blackness an Being (Ardından: Siyahlık ve Var Olmak Üzerine) adlı kitabın yazarı, akademisyen Christina Sharpe, ‘metninde havanın içinde bulunduğumuz çevrelerin tamamı, havanın iklimin tamamı ve iklimin de siyah karşıtı olduğunu’ söylüyor. O da hocam olmuştu; öğrenmeye devam ediyorum. Büyük jürinin iki polisi Tamir Rice’ın ölümünden suçlu bulmadığı gün, Ashley C. Ford şöyle yazdı: “12 yaşında bir çocuğun öldürülmesinin ‘bir dizi’ talihsiz insani hataya bağlandığını bilmeniz ve hava durumunu merak etmeniz bekleniyor.” (s. 55)

Kitap bireysel bir ağlama anlatısından sosyolojik, siyasal bir metne evriliyor. Devamında, ırkçılık temelli bir ayrımcılık aracı olarak gözyaşlarının nasıl kullanılabileceğinin altını çiziyor:

“Sisteme içkin ırkçılığın ya da kendisinin de beyaz üstüncülüğünün bir parçası olduğunun birden farkına varan beyaz bir insanın döktüğü gözyaşlarına ‘beyaz gözyaşları’ denir. Hayalî bir saldırıya karşı savunma yolu da olabilir bu gözyaşları, beyaz kişinin rahatsız edici bulduğu bir konuşmayı kesmesinin bir yolu da. ‘Bana ırkçı mı diyorsun yoksa!? Gelsin gözyaşları.” (s. 55)

Yazar, metin türleri arasında sınır ötesi bağlar kurarken okurlarını da kendi dil, beden, yaşantılarının –ağlama ve gözyaşlarının– sınırlarının dışına çıkarıyor, ne denli politik de olabildiğini gösteriyor. Okuruyla konuşmaktan, kendini okuruna açmaktan vazgeçmeyen Ağlama Kitabı, onun da hemen her konuda kendiyle konuşmasını, kendisine açık, berrak bakabilmesini istiyor. Yer yer zorlu bir terapi seansını da anımsatan bu okumanın bir kıymeti de okurunu yazmaya kışkırtması. Verili, öğretilen ve beklenen dil, gramer, anlatı, biçim sınırlarına hapsolmadan yazmaya. Listeler çıkarmaktan, not düşmeye, anlatmaktan, göstermeye, susmaya uzanan bir yazmak. Yapıp ettiğimiz söylediğimiz ya da tersi, büyüklü küçüklü her ne varsa hepsini içeren, hepsinden geçerek yazılacak metinlere. Toplumda, kültürde ve daha da önemlisi edebiyatta norm addedilenlerle, iyiden iyiye yorgun düşse de bin yıllardır tepemizde sallanmaktan vazgeçmeyen eril tahakküm kılıcıyla hesaplaşan, eyvallahsız bir yazıya, yazma eylemine. Evet, sancılı ama bir o kadar da yıkıcı ve yaratıcı bir özneliğe. Zira şöyle der Christle, “Ben ağlamak istemiyorum. Şair olmak istiyorum. Kelimelere kuru ve şişmiş bir yüzle bakmak istiyorum.” Şiir yazmayı çukur kazmaya benzeten yazar/şair, “Senin çukurun neden ışıkla dolu değil?” sorusuna şöyle cevap verir: “Burası bir çukur, beyefendi.” Peki, bir “beyefendi” karşısındaki bu “emin” tona okurları karşısında hiç de gereksinim duymuyor olabilir mi?

“Bu kitabı yazarken ölmekten korktum. Tüm bağlantıların yanlış olmasından korktum. Ayrıca nasıl duracağımı da bilemedim. Ağlamak durmuyor; ağ sonsuza kadar büyüyebilir. Peki o zaman nasıl bitirilir?” (s. 163)

Kitabı okuduğum süre boyunca Birhan Keskin’in “İçimi açtım sana/İçini açmak için” dizelerine asılı kalıp sallanmam boşuna olmasa gerek. Bağlantılar velev ki “yanlış”, yenilerini kurma cesaretimiz yok değil.