Azra Erhat: Troya’dan Conkbayırı’na “yerli ve özgün” hümanizma iddiası

"Mavi Anadolu içinde Azra Erhat’ı Balıkçı’dan ziyade Eyüboğlu’na yaklaştıran bir özellik, püritanizme varan ölçüde didaktikliğidir. Erhat, kitaplarını bir öğretmen edasıyla yazdığı gibi, okurunu da çok zaman öğrenci yerine koyar. Çalışkan öğrenci-titiz öğretmen ısrarı onda derin bir ahlakçılığa yol açar."

03 Şubat 2022 02:00

 

Mavi Anadolu içinde Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte “akademik” kimliğiyle öne çıkar ve Halikarnas Balıkçısı’ndan farklı olarak savlarını çok zaman akademik temellere oturtmaya özen gösterir. Belçika, Avusturya ve Fransa gibi ülkelerde aldığı eğitimi sayesinde epey erken yaşlarda klasik dilleri öğrenen Erhat, öncelikle bir “bilim kadını”dır ve “Mavi Anadolu”nun kültürel mirasına bilimsel ve yöntemli bir merakla yaklaşır. Balıkçı ile bu konudaki farklılığı daha ilk buluşmalarında ortaya çıkar. Ona Homeros ve İlyada'yla ilgili bir nutuk çeken Balıkçı’nın savları hakkında Erhat şu kanıya varır:

“Neler de neler uydurup sayıyordu: Yok İlyada Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İonya’lı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken Yunanistan kıskanmış bunu…”[1]

“Saçmaladığından emindim… bu denli ‘bilim dışı’ bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden.”[2] 

Ancak Erhat sonraları Balıkçı’nın “bilim dışı tutumu”nu bir kenara bırakıp onu –Sabahattin Eyüboğlu’yla birlikte– hayatında tanıdığı iki “total insandan” biri sayar ve Balıkçı’nın savlarını bir nevi yarı akademik bir dille tekrar eder. Bu da onu daima sakınmak istediği bir “bilim dışı” tutuma yaklaştırır. Erhat’ın, yazıldığı tarihte önemli eserlerden bir olan Mitoloji Sözlüğü’nün yanı sıra Mavi Anadolu adında, akıma rota çizen bir kitabı vardır.

“Türk bilimi”nin radarında Mavi Anadolu

Mavi Anadolu’nun Bilgi Yayınevi’nden ikinci basımı (1969) Halikarnas Balıkçısı’na ithaf edilmiştir: “Mavi Anadolu’yu bize açan Halikarnas Balıkçısı’na.” Kitapta yer alan yazılarda büyük ölçüde Balıkçı’nın tezleri tekrar edilse de, önemli bir farklılık Mavi Anadolu’nun fikir “babası” olarak Mustafa Kemal’e işaret edilmesidir. Erhat’a göre Atatürk’ün “Hitit’ten Latin’e Anadolu’ya gelmiş geçmiş bütün kültürler bizimdir”[3] demesi Anadolu’nun ilkçağını aydınlatmak üzere girişilen araştırmalara geniş olanaklar sağlamış; İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki eski dil ve arkeoloji bölümleri bu amaçla kurulmuş; Türk Tarih Kurumu bu hizmete açılmıştır. Atatürk’ün girişimleriyle artık bir Türk bilimi/arkeolojisinden söz edilebilmektedir: “Yirminci yüzyılın başlangıcına değin yabancı arkeoloji araştırıcılarının tekelinde bulunan Anadolu, Türk bilimine açıldı.”[4]

Türk biliminin vazifesi “bu topraktan çıkan her şeyin bizim olduğuna inanmak, inandırmaktır”.[5] Bilime böyle bir vazife biçmek pek “bilimsel” bir tutum olmasa da, Mavi Anadolu’nun Türk hümanizması anlayışıyla uyumludur ve Erhat, Anadolu-Batı ayrımı ışığında medeniyetin Anadolu’dan çıkma olduğunu kanıtlamaya girişir:

“Batı kültürünün temeli diye Avrupa’da, Amerika’da aradığımız değerlerin hepsi Anadolu’dan çıkmadır… Biz İlkçağ kültürlerinin doğrudan doğruya mirasçılarıyız. Ne yazık ki Avrupa bu kültür mirasımızı elimizden almış, bizi bu mirasa yabancı kılmak için elinden geleni yapmış.”[6]

Erhat, üniversiteyle organik ilişkisi olan bir aydın olmasına rağmen, Mavi Anadolu’yu karış karış keşfetme tavsiyesi anti-entelektüel bir tını taşır. O, öğrenme hevesinin havada kalan soyut kavramlarla sınırlı kalmasına karşıdır: “Gözümüzün gördüğü, elimizin değdiği toprakları konuşturalım. Bize kitaplardan çok daha fazla bilgi vereceklerine hiç şüphe yok.”[7] Erhat’a göre Türkiyeli insanlara bu kültür mirası “kısa yoldan” benimsetilmelidir ve bu da Batı Anadolu’yu ancak dağ bayır gezmekle mümkün olabilir.

Ne var ki, sahaya inildiğinde karşılaşılan manzara her zaman tatmin edici değildir. Erhat’ın Mavi Anadolu seyahatinde bir İstanbullu aydın-Anadolu köylüsü gerilimi baş gösterir:

“Bekçi yaşlıca bir adam. Başında bir kasket, üzerinde “Gültür Bekçisi” yazılı! Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı bir bekçinin kasketinde “kültür” kelimesinin “gültür” olarak yazılması ne kadar yakışık alır bilmem.”[8]

Erhat’ın Ege’de Orta Anadolu’yu çağrıştıran şeylere karşı özel bir “alerjisi” olduğu anlaşılır. Yeni cumhuriyetin başkenti onun gözünde bir bozkır zevksizliği taşır ve Ankara’daki bitkilerin “medeniyetin beşiği” Ege topraklarına dikilmesine tahammül edemez:

“Zevksizliği daha da ileri götürerek, kesilen uzun gölgeli ağaçların yerine ne diksinler beğenirsiniz? Ufak, cılız akasyalar, hani toprağı kurak diye Ankara’da bile yetişen akasyalardan. Rivyera veya Kaliforniya gibi olmak varken bozkır manzarasına dönmek cehalet değil de nedir?”[9]

Azra Erhat’ın “Türk bilimi”nin radarı altındaki Mavi Anadolu, dünya uygarlığının köklerini içinde taşıyan bir coğrafya olarak nitelendirilirken, Batı Anadolu-Yunanistan-Avrupa karşıtlığı yeniden üretilir. Erhat’a göre “Yunan mucizesi diye bir şey yoktur, Ege mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş ve gelişmiştir ve… Hellenistan’a göçtüğü zaman arılığını, yararlığını yitirmiştir.”[10] Erhat'a, Mavi Anadolu’ya özgün bir katkı olarak, Anadolu’yu yağmalayanlar panteonuna Bizans da eklenir. İlkçağın eserlerini “hep Hıristiyanlar yok etmiş, Bizanslılar dünya harikalarının taşlarını, mermerlerini taşıyıp kilise yapmışlar, heykelleri parçalayıp, yazı anıtlarını yakmışlardır”.[11] Hıristiyanların yıkıcılığı ve yağmacılığından kurtulanları ise 18. ve 19. yüzyıllarda Fransızlar, İngilizler, Almanlar gelip götürmüşler ve “sonra da barbar Türkler, yıkıcı Türkler” diye “suçu bize yüklemişlerdir”.[12]

Erhat’ın tarih ve medeniyet anlayışı birçok yönden Halikarnas Balıkçısı’yla benzeşir. Balıkçı, Homeros’un demiurgosları ile Ahilik arasında bir süreklilik kurarken, Erhat da İlkçağ felsefesinin beşiği saydığı Miletliler gibi “devrimci filozofların” bir daha dünyaya gelmediğini iddia edip, İlkçağın mirasını kestirmeden 20. yüzyıla aktarır:

“Thales’ten 27 yüzyıl sonra bugün fezaya Sputnikler atabiliyorsak, bunu bize bilim yolunu açan Miletli fizikçilere borçluyuz. Tozlu Balat köyüne bakarken, kim der ki, insanlığın en büyük mucizesine sahne oldu burası?”[13]

Mavi Anadolu coğrafyası Erhat'ta adeta dinî bir ritüelle kutsal toprak olarak kodlanır. Bir Çanakkale/Troya gezisinde şunu hisseder: “Bir hacca gider gibiyiz.”[14]

“Atatürk’ün Gözleri”

Mavi Anadolu'nun içinde Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu, Atatürk’e duydukları hayranlıkla Balıkçı’dan ayrılırlar. Cumhuriyet kurulduğunda orta yaşlı bir Osmanlı aydını olarak İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Balıkçı’nın Atatürk sevgisi asla bir hayranlık düzeyine varmaz. Cumhuriyet’in üniversite reformu ve yurtdışı eğitim imkânlarından doğrudan yararlanan Eyüboğlu ve Erhat’ın Atatürk sevgisi ise öncelikle bir kişisel borçluluk duygusuna dayanır. Bu duygu özellikle Erhat’ta bir “tapınma” boyutuna ulaşır.

Özyaşamöyküsü Gülleylâ’ya Anılar’daki[15] bölümlerden birisinin başlığı “Atatürk’ün Gözleri”dir. O sıralar genç bir öğretim görevlisi olan Erhat, 20-25 Eylül 1937’de, İkinci Türk Tarih Kongresi’nin yapıldığı Dolmabahçe Sarayı’nın toplantı salonuna ilerlerken “birden bir duraklama ol”muş ve “herkes bir tekvücutmuş da o vücut içten bir heyecanla sarsılmış gibi, gözler bir anda gökte yeni doğan bir cisim görmüş [gibi] donakal”mıştır.[16]Ve köşeden Atatürk belirmiştir:

“O iki göz önümüzden geçerken bize baktı. Bizi gördü mü? Belki gördü, belki görmedi, ama biz gördük, ben baktım ve gördüm, bütün benliğimle baktım ve gördüm göreceğim o gözleri, ömrüm oldukça yeni yeni anlamlar çıkaracağım o bakışlardan… o bir tek bakış uzun bir yolun ucundaki ereği aydınlatan bir ışık çizgisi oldu bana… Atatürk’ün gözleri renklerin hepsiydi… mavi, yeşil, boz, ak ve çelik ışınlar saçıyordu.”[17]

Mavi Anadolu'da Mustafa Kemal’i Hektor’a; Conkbayırı’nı ise Troya’ya benzetilir:

“İngilizler, Fransızlar koca orduları ve donanmalarıyla gene dayanmışlar Boğazlara, vurmuşlar, öldürmüşler ama alamamışlar Türk toprağını. Hektor, Mustafa Kemal, Troya, Conkbayırı… isimler birbirine karışıyor kafamda.”[18]

Atatürk İlkçağ filozoflarına sadık yegâne lider olduğu için övülür:

“Anaxagoras’la Herakleitos’a ihanet etmeyen tek eylem adamı Atatürk’tür bence çağdaş dünyamızda.”[19]

Mustafa Kemal’in Herakleitos’a sadakatinin sırrı belirli bir öğretisinin olmamasıdır:

“O düşünceyi eylemden ayırmadan, düşünceyi eylemle gerçekleştirmek sürecini uygulamış… böylece varlığın akış ilkesine günü ve geleceği için uymuş bir devrimcidir.”[20]

Erhat böylece Herakleitos’un “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” şiarını Mustafa Kemal’in pragmatik siyaset anlayışına uyarlar.

Erhat'ta erken Cumhuriyet’in kültürel ve siyasi reformları ve tarih anlayışını da yeni rejimin özellikle “Türklük” boyutu vurgulanarak sahiplenilir. Ona göre “yüzyıllardır her işini başkasına gördürmeye alışmış, tembel Osmanlı toplumu, tarihini yaban ellere bırak”mış,[21] İstanbul efendileri kendilerine Türk değil Osmanlı dedikleri için Türklük zamanla aşağılayıcı bir sıfat haline gelmiştir. Atatürk ise bu makus talihi terse çevirip Türklüğe itibarını iade etmiştir. Erhat özellikle Türk halkına bir millet bilinci veren Yunus Emre, Köroğlu, Âşık Veysel, Karacaoğlan gibi “Türk”lük değerlerinin yeniden hatırlanmasından memnundur.

12 Mart’ta Maltepe Askerî Cezaevi’nde dört ay tutuklu kaldıktan sonra Atatürkçülüğü yalnız bir kültürel Rönesans değil, aynı zamanda Türkiye’nin siyasi ve ahlaki buhranının çözümü olarak da görmeye başlar. Onun gözünde Atatürk, “Türk milletinin talihi” ve “dört kıtada ve en son çağın uygarlık düzeyinde insana örnek olabilecek bir üstün insan”dır.[22]

Cevat Şakir Kabaağaç (Halikarnas Balıkçısı), Azra Erhat.

1970’lerin başında politikleşen gençlik hareketine önerisi Türk-İslâm kültürüyle Batıcılığı birleştiren bir Atatürkçülüktür: “Türk-İslâm kültürü ile çağdaş Batı değerlerinin bileşimini gerçekleştirmek, uyanmakta, gelişmekte olan mazlum milletlere yeni bir insancılık yolu açmak …” (s. 114) için “Türk gençleri… güven dolu Atatürk yolunda bunca engellere karşın yürüyebil”melidir. "Her Türk gencinde bir Mustafa Kemal olma olanağı, yeteneği vardır.” (s. 117) Türk “gençliğin[in]” bağımsızlık savaşını Turan Emeksiz’le başlar: “Turan Emeksiz milli bir kahraman olarak Atatürk’ün şehitliğinde yat”maktadır. (s. 98-99)

Onu fazlasıyla akademik bulup “mitolojik sosyalist” yakıştırmasında bulunan “solcu gençliğe” ise öfkelenir Erhat. Gençliğin bu kesimi Marx’tan önce yazılmış hiçbir kitabı okumamıştır ve bunu bir “bölünmüşlük, bağnazlık, kültürsüzlük” göstergesi saymak gerekir. Gençlik hareketinin “çeşitliliği, binbir fikir ve yön ayrılığı, kararsızlığı ve öndersizliği”ni esef vericidir. (s. 61)

Hippilik tehlikesiyle baş başa Türk gençliği

Mavi Anadolu'da Azra Erhat’ı Balıkçı’dan ziyade Eyüboğlu’na yaklaştıran bir özellik, püritanizme varan ölçüde didaktikliğidir. Erhat, kitaplarını bir öğretmen edasıyla yazdığı gibi, okurunu da çok zaman öğrenci yerine koyar. Mustafa Kemal’e “Şu elli beş yaşımda sana bir ilkokul öğrencisi gibi seslenebiliyorum” der. (s. 167) Bu çalışkan öğrenci-titiz öğretmen ısrarı onda derin bir ahlakçılığa yol açar.

Konu gençlik olunca ahlakçılık iyice şiddetlenir ve Türk gençliği giyim-kuşamına dikkat etmesi için uyarılır: “Türk gencinin saçı sakalı derli toplu ve temiz olur.” (s. 97) Hippilikten sakınmak şarttır: “Türk genci benzemez dışardan gelip de Sirkeci pisliğine kendi pisliğini katan hippilere.” Kimse Atatürk kızlarının “fidan boylu bacaklarına” asla “altında bin pislik türeyen uzun etekler giydiremez.” Ona göre “Atatürk kızlarının” iffetin yabancı ve zararlı etkilerin tehditi altındadır. (s. 97) 

Erhat, Atatürk Cumhuriyeti’nin kültürel temellerini ortaya koymayı hedeflediği bir başka yazısında Ruhi Su’yu överken, onun “ne bir damla içki içtiği ne de ağzına bir sigara koyduğu”nu (s. 214) örnek bir davranış olarak hatırlatır. “Hippilik” gibi yabancı etkilerden gençlerin korunması, giyim-kuşam-beden kontrolü, içkiden ve sigaradan imtina etmek gibi idealler 12 Eylül generallerinden Erdoğan devrine topluma musallat olan bir tektipleştirici ve total denetim arzusunun dışavurumlarıdır. 

“Öz kültür” arayışı ve “Vatansever Sanatçı”

Azra Erhat, bir yandan Mavi Anadoluculuğın alametifarikası olarak Cumhuriyet’e kültürel bir temel aramak üzere İyonya’ya yönelirken, bir yandan Anadolu’nun “öz değerleri” olarak Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Ruhi Su, Âşık Veysel gibi ozanların önemini hatırlatır. Onun gözünde “özü ve biçimiyle” günümüzün toplum koşullarına en uygun düşen ve “ortamı en iyi dile getir”en sanat dalları halk şiiri ve türküsüdür. Bunlar yalnız folklorcuların uğraşı olarak kalmamalıdır. (s. 242) Yunus Emre ve daha nice halk şairleri Türk halkı için “analarından emdikleri süt kadar doğal bir kaynaktır.” (s. 216) Ruhi Su “canlı ve gerçek bir halk geleneğinin taşıyıcısı” olduğu için sevilirken, Zeki Müren ise şarkıyı soysuzlaştırdığı, “aşağılaşıp bayağılaştırdığı” (s. 243) için yerilir. Ruhi Su’nun önce konservatuarda yetişip Beethoven operalarında rol alması, en sonunda halk müziğine ve türkücülüğe yönelmesi “Türk kültürü”nün özüne uygun bir sentezdir.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü öğrencisi Azra Erat, 1939.

Erhat son kertede sanatta bir tekke geleneğinden yanadır: “Türkü bir tapınak, Ruhi onun sadık kuludur”  ve [Ruhi] yıllar yılı “odun taşır tekkesine, taşıdığı odunların da dümdüz olmasına bakar, tekkesine odunun bile eğrisini sokmak istemez.” (s. 241) Köy Enstitüleri’nde yetişen köy çocuklarının teptikleri horonlar, oynadıkları oyunlar, gösteriler hep bir “yığın”ın parçası olarak anlamlıdır. Anadolu türkülerini derleyen folklor araştırmaları da ancak ulusun kolektif varlığı içinde anlam kazanır. Erhat “bireyselliği” pek sevmez.

Onun vatansever sanatçı ideali de bir hayli muhafazakârdır. Erhat'a göre sanatçı, ülkesinde ne olursa olsun, “Batı blokunun ekmeğine yağ sürmekten” kaçınmalıdır. Soljenitsin’in Sovyetler’deki baskı rejimiyle ilgili yazması bir vatan hainliğinden farksızdır: “Ödüller yağdıkça yağdı kendi devrimci ülkelerinin olmayacak kötülüklerini açığa vuran yazarların başına.” (s. 171) “Hürriyeti seçtim” edebiyatı tiksindiricidir: “Devrimci bir ülkeyi yermek, batırmak için bu sapık yollara başvurmak yakışır mı yazara, sanatçıya, giderek insana?” Vatansever sanatçının başlıca yaratıcılık kaynağı arkasındaki halk desteği olmalıdır: “Arkasında kendi ülkesi insanlarının yankısı ve desteği olmayan sanatçı köklü bir yeniliğe yol açamaz, gerçekten devrimci olamaz.” (s. 175) Stalin devrinin baskıcı politikalarına tahammül edemeyen Mayakovski, Mandelstam, Soljenitsin gibi yazarları vatan hainliğiyle suçlamak –iyimser bir tahminle– o tarihte Sovyetler’le ilgili sınırlı bir bilgiye sahip olmaktan kaynaklanmadıysa eğer, sanatı “milli”yetçi (ve dolayısıyla dar) ölçütlerle kavramanın yol açtığı bir tavır olsa gerek. Zira sanat ve edebiyat tarihi, “arkasında halk desteği olmadan” (hatta tam da bu yüzden) büyük yenilikler yapan sanatçılarla doludur ve bunların özelliği, bir tekkeye ya da vatana bağlı kalmaksızın kendi bireysel şahsiyetleri ve üsluplarını ortaya koymuş olmalarıdır.

Sonuç olarak Azra Erhat, Mavi Anadolucuların kendi deyimiyle “yerli ve özgün” (s. 201) bir hümanizma yaratma çabalarına Latince ve Yunanca bilgisi, yaptığı çeviriler (özellikle İlyada ve Odyssea), Mitoloji Sözlüğü ve üniversite hocalığıyla önemli katkılar yapmıştır ama yazarlık ufku Kemalizmin milliyetçilik, halkçılık ve devletçilik “okları”nı katı bir ahlakçılık ve didaktizmle birleştiren bir medeniyet anlayışı içinde şekillenmiştir. Erhat’ın Troya’yla Kurtuluş Savaşı’nı, Hektor’la Mustafa Kemal’i ortaklaştıran tezlerinin merkezinde Batı’ya özgü araştırma yöntemleriyle yerli bir tarihsel gerçeklik, yeni bir Anadolu tarihi inşa etme çabası vardır. Bu da “yerli” olmakla birlikte, pek “özgün” olmayan bir çabadır.

 

NOTLAR: 


1 Azra Erhat, Mektuplariyle Halikarnas Balıkçısı, Çağdaş Yayınları, Nisan 1976, s. 5.

2 A.g.e., s. 6.

3 Azra Erhat, Mavi Anadolu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969, s. 10.

4 A.g.e., s. 11.

5 A.g.e., s. 14.

6 A.g.e., s. 14.

7 A.g.e., s. 14.

8 A.g.e., s. 38.

9 A.g.e., s. 94.

10 Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, Çağdaş Yayınları, 1978, s. 184.

11 Mavi Anadolu, s. 103.

12 A.g.e., s. 103.

13 A.g.e., s. 84.

14 A.g.e., s. 17.

15 Azra Erhat, En Hakiki Mürşit: Gülleylâ’ya Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. basım, Ocak 2020.

16 Gülleylâ’ya Anılar, s. 163.

17 A.g.e., s. 164.

18 Mavi Anadolu, s. 16.

19 Sevgi Yönetimi, s. 169.

20 A.g.e., s. 169.

21 A.g.e., s. 167.

 

GİRİŞ RESMİ:

Azra Erhat. Sağda Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun (1911-1975) bir resmi: "Balıklı", kâğıt üzerine guaj, 21x19 cm