Barış sürecinin kalıcı ve gelişebilir olması yalnızca tepede alınan kararlarla sağlanamıyor. Tepeleri de etkileyecek en önemli güç, halkların barış bilincidir. Bunu İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa halklarında gördük...
17 Ocak 2019 13:55
Kürt sorunu kabaca iki temel nedene dayanıyor. Birincisi, yapısal neden: Cumhuriyet devriminin tıpkı zamanının pek çok kapitalist sanayi toplumu gibi tekçi (çoğunlukçu) politikalar üretmiş olması. İkincisi, bir sonraki adımla, uygulamayla ilgili: Tekçi politikaların rıza yoluyla, ortaklaşa karar alarak değil, zora dayalı asimilasyon yoluyla uygulamaya konulması. Bu iki temel neden esas olarak bugün de devam ediyor, gitgide daha trajik sonuçlarla.
Her tür zorlamanın bir haddi hududu var. Haddini aşan zıddına düşüyor. Cumhuriyet devrimi eğer Kürtleri eşit vatandaş saysaydı, kültürel farkları dikkate alsaydı... diyeceğim ama, böyle bir bilinç ve deneyim zamanın ne yöneticilerinde vardı, ne de onları etkileyebilecek olan halk kitlelerinde. Dönemin aydınları ise o zamanlar bildikleri tek devrim olan Fransız devrimi Fransızlığı nasıl öne çıkardıysa, Türklüğü öylece öne çıkarmayı önemsediler. Uygulamaların zaman içinde hangi biçimleri aldığını bugün az çok biliyoruz. Kolaycı “çözüm”ler ülkeyi her tür kışkırtmaya elverişli hale getirdi.
...
Son yirmi kadar yıldır, Kürt sorununun bir ucunda savaş var, diğer ucunda barış. Devlet 1980’ler ve 90’larda bastırma yöntemlerinin her türlüsünü denedikten sonra, 2000’lerde ufak ufak açılım süreçleri başlatmıştı. O çerçevede “düşük yoğunluklu savaş”ın yoğunluğunu zaman zaman azalttı ve toplumsal barışın yolunu açabilecek yönde bazı adımlar attı: resmî dil kurumunun sözlüğünden silinmiş olan “Kürtçe” sözcüğünün yeniden yerine konulması, TRT’de Kürtçe yayınların başlatılması, “Âkil İnsanlar” dolayımıyla yurt çapında forumlar düzenlenmesi, yasal siyasete az çok alan açılması gibi.
Bütün bunlar, çatışmanın iki tarafı açısından, adı öyle konulmasa da stratejik bir barış politikası yönünde atılan taktik adımlara benziyordu. Aklın yolu da öyle olmasını gerektiriyordu zaten. Devletin sürece ‘barış’ değil de “Çözüm” adını vermesi, çatışan tarafların iki devlet değil, asimetrik güçler olmasındandı, öyle rasyonalize ediliyordu. Biz ölümlüler daha sonra Oslo ve İmralı’da görüşmeler de yapıldığını öğrendik. Hatta, havanın muhalif, “koster”in bozuk olmadığı günlerde İmralı heyetlerinin geliş gidişini ekranlarımızdan izliyorduk. Zamanla, acaba “koster”den kasıt görüşmelerin gidişatı mıdır diye ‘bıyık altından’ gülünür olmuştu.
Büyük harfle yazılan bu Çözüm Süreci, 2013 Diyarbakır Nevruz/Newroz mitinginde hapisteki Öcalan’ın mesajını şimdi hapiste olan Sırrı Süreyya’nın okumasıyla bir şenlik havasında başlayıp 2015 sonu–2016 baharı arasında, bugün iki tarafın da diğerinden kaynaklandığını ileri sürdüğü bir kopuşla sona erdi.[1] Yaygın deyimle, “masa devrildi” ve savaş politikalarına geri dönüldü. Ateşin düştüğü yer olan bölge halkının bağrında o iki buçuk yıl, bir tür ‘asr-ı saadet’ gibi yer etti. Barış kavramının çatışmasızlıktan başka, “huzur ve karşılıklı duyarlık” gibi temel önemde anlamları var. Kişisel izlenimim odur ki bölge halkı o dönem barışın gelmekte olduğuna gerçekten inanmıştı. Huzurun değerini en çok, savaş görmüş halklar hisseder. Babaannemin Balkan Savaşları’na, annemin o girmediğimiz ama “ha girdik ha gireceğiz” koşullarını –ekmek, şeker, un, asker- yaşadığımız İkinci Dünya Savaşı’na ilişkin, içlerine işlemiş anıları, benim de ayrılmaz bir parçam gibidir.
Barış açısından, yetkililer arasındaki müzakereler vazgeçilmez bir boyut oluşturuyor. Sonuçta kararları onlar veriyor çünkü. Uluslararası deneyim sahiplerine göre bu açıdan en elverişli durum, çatışmanın iki tarafında da güçlü liderlerin olduğu konjonktürlerdir.[2]
Ancak, sürecin kalıcı ve gelişebilir olması yalnızca tepede alınan kararlarla sağlanamıyor. Tepeleri de etkileyecek en önemli güç, halkların barış bilincidir. Bunu İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa halklarında gördük. AB iradesinin temelinde barış bilinci yatıyor. Bizde Çözüm Süreci Kürt halkı için barışın değerini ‘tecrübeyle sabit’ hale getirdi. Gerçi o dönem huzuru yaşayanlar yalnızca Kürtler değildi. Çocukları askerde olanlar başta olmak üzere ülkenin batısında da hissedildi barış. Ancak, insanlar ateşin düştüğü yere uzaklıkları ölçüsünde, huzurun kıymetinden de habersiz kalabiliyorlar. Savaşı sanal bir olgu ya da bir tür erkeklik icabı gibi algılayan haydut ruhlularımızdan hiç söz etmeyeyim. Şu var ki batıda belirli kesimler, ortamın olgunlaşmamış olduğu sezgisiyle, barışın yolda olduğuna inanmakta güçlük çektiler. Haklıydılar, ancak barışın böyle gelmeyip de nasıl gelmesi gerektiği konusunda pek bir çaba da göstermediler. Oysa barış açısından en önemli güç, bu kesimdir, yani toplumbilimcilerin “gri alan” dedikleri kesimler. Toplumsal barışın sahipleri ve özneleri, nüfusun en geniş kesimleri olmak zorundadır.
Barış açılımları süresince anaakım televizyonların en çok izlenen tartışma programlarında konu neredeyse her akşam Kürt sorunu olmaya başlamıştı. Katılımcılar geniş bir yelpaze oluşturuyordu. Gerçi programların görünmez bazı sınırları da olduğundan, akla gelen her soru konuşulamadığından, barışın yolu yeterince aydınlatabilmiş değildi.
Süreç bir aşamada tıkandı, hatta beklenmedik biçimde geri gitmeye başladı. İki tarafın militarist eğilimlileri hızla ağır bastı, büyüklü küçüklü emperyallerin müdahaleleri ile IŞİD faktörü bu eğilimleri güçlendiren bir zemin yarattı. Günümüz emperyallerinin –savaşı kendi halklarına artık kabul ettiremediklerinden- baş taktiği olan “savaş ihracı, vekâleten savaş” gibi yöntemleri Suriye’de Ortadoğu’nun orta boy ülkeleri tarafından da uygulanmaya başlanmıştı.
Savaş çizgisine geri dönüleli, anaakım televizyonlarda sorunun yasal siyasî temsilcilerinin mahpuslukları ya da duruşmalarıyla ilgili haberlere bile pek az yer veriliyor. “Kürt sorunu” medyadan kayboldu. Bunun yerini savaşla, pardon “terörle mücadele” ve “operasyonlar”la ilgili resmî görüşlerin açıklandığı, harp okullarındaki ya da askerî karargâhlardaki dersleri çağrıştıran “uzman” programlar aldı. Anaakım siyasetçiler, Kürt oylarına talip olurken bile, barışın yolunu aradıklarına dair bir öneri belirtisi vermiyorlar. Ekran yüzlerinden bazıları, savaş fikrine bir tür meşrulaştırıcı gerekçe olarak, insanlık tarihinin büyük oranda savaşlarla geçtiğini, barış dönemlerinin istisnai olduğunu söylüyorlar. Bir tür fıtrat felsefesi yapar gibiler. Oysa insan türü, yaşam tarzını değiştirebilen bir tür. Bunu türümüzle övünmek için söylemiyorum. Biz hem diğer canlıları hem de birbirimizi yediğimiz ve üstünlük duygusuna bayıldığımız için, “orman kanunları”na fazla uzak sayılmayız. Ancak demek istediğim, savaşlarla dolu olan insanlık tarihinin aynı zamanda barışlarla dolu olduğu, konuyu taşa yazmış olduğumuz ve en unutulmaz düşünürlerimiz arasında barış açısını öne çıkaranların yer aldığıdır.[3]
Belirleyici faktör, askerî ve siyasî barıştan çok, toplumsal barışın güçlendirilmesi. “Toplumsal barış” kavramını, çalışma barışı (işçilerle patronlar arasında barış) anlamına gelen ‘sosyal barış’ kavramıyla karıştırmamak gerek. Toplumsal barış tam tamına, toplum kesimlerinin savaşın neliği konusunda kavrayış sahibi olması ve barış açısından devlet yöneticilerini etkilemeye çalışması anlamına geliyor. Böyle baktığımızda, iktidara aday olan olmayan tüm yurttaş girişimleri önem taşıyor. Devletlere hadlerini unutturmayacak bir yurttaşlık bilinci. Öyle görünüyor ki, toplam olarak uzun vadenin belirleyici parametresi bu. Böyle bir demokratik “taban”, kaza eseri gerçekten barış politikası yürütmek isteyecek devlet görevlileri için de güvenli bir zemin oluşturuyor.
Bizde zaten çok güçlü olmayan bu faktörün, milletvekili seçimlerinin yinelendiği 2015’in sonlarından itibaren hızla baskı altına alındığını hatırlatmak istiyorum. Temmuz 2016’daki Fetöcü darbe girişiminin yarattığı kriz ortamının da etkisiyle devlet “gri alan”ı sıfıra indirmek istercesine orantısız bir güç kullanmaya başladı. Barış alanıyla ilgili şöyle ya da böyle tavır alan gazete ve televizyonlar, akademisyenler, yazarlar, meslek örgütleri, insan hakları savunucuları, HDP’li seçilmişler, kısacası geniş kesimler en ağır ceza istemleriyle hapsedildiler ya da kovuşturuldular. Yasal alan alabildiğine daraltıldı ve tehdit altına alındı. Öyle ki, acaba stratejik hedef tek partili bir “demokrasi” midir sorusu akla gelmeye başladı.
Bu durum, savaş çizgisini mutlaklaştırma iradesine işaret olmanın da ötesinde, bir şiddet toplumuna yönelme tehlikesini taşıyor. Seçilmiş olmanın iktidar sahiplerine sınırsız yetkiler tanımak anlamına gelmediği gerçeği her fırsatta yinelenmeyi gerektirirken, muhalefet temsilcileri bile demokrasinin bu konudaki ikinci temel dayanağını hatırlatmakta tehlikeli bir biçimde yetersiz kalıyorlar: Demokrasinin basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve yargıç güvencesi gibi vazgeçilmez şartlarının sağlanmadığı. Yok bugün bu şartlar, yerine gelmiyor! Korkarım, temel hak ve özgürlüklerin kalıcı barış açısından olmazsa olmazlığı bizim örneğimizde bir kez daha kanıtlanıyor.
Öte yandan, kendine “sol” ya da “sosyal demokrat” diyen kesimlerden bazıları Çözüm Süreci’ni toptan kötülemeyi seçtiler. Can kayıpları devam etseydi daha mı iyiydi bilmiyorum. Bu kesimler “barış” sözcüğünü soyut olarak telaffuz etseler bile Kürt sorunundaki çözüm önerilerini herkesin duyacağı biçimde açıklamıyorlar, belki de herhangi bir önerileri yok. Bunlardan bir bölümü de, Kürt sorununun emperyalizmin bir oyunundan ibaret olduğu teziyle hareket ediyor. “Emperyalizm” derken kastettikleri, çoğunluk için bugünlerde iktidar tarafından da yürürlüğe konulmuş olduğu üzere, ABD’den ibaret. Oysa günümüz dünyasında en büyük emperyal ABD devleti olmakla birlikte, emperyalizm ABD’den büyüktür. Belirli ölçülerde palazlanmış her orta boy kapitalist ülke emperyal eğilimler göstermeye başlar, sermayenin fıtratı böyle. Yürürlükteki bu söylem tipik bir ‘yarım doğru’ ve neyi perdelediğini görmek açısından önemli. Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı geçenlerde şöyle yazıyordu: "Türkiye, komşuları Rusya, İran, Irak ve tabii ki Suriye ile barış ve dostluk çemberi içinde yaşamak zorundadır."[4] Çok doğru da, bunlar yalnızca komşu devletler. Bir de o devletlerin gadrine uğramış komşu halklar yok mu? Bölge devletlerinin arasında kalmış, hiçbirinde kardeşlik nutuklarından başka dostluk bulamamış, IŞİD karşısında yalnız bırakılmış, denize düşenin yılana sarıldığı gibi “koalisyon güçleri”ne sarılmak zorunda kalmış tarihsel halklar? Ekran tartışmalarında kendilerinden kumar jargonuyla “kart” diye söz edilen, nüfusları açısından irili ufaklı halklar?
Barış açısı, yeri geldiğinde devletlere odaklanmak zorundadır. Ancak, kalıcı anlamıyla barış açısı şaşmaz bir biçimde halkların ve ezilen, bastırılan, ötekileştirilen diğer tüm kesimlerin barış ihtiyaçlarına odaklanır. Aşağıdakilerin açısıdır.
Biz toplumsal barış nedir, insan hakları nedir, bunları öğrenmekte çok geç kaldık. Çok bedel ödedik. Yine de bunlardan başka çıkış yolumuz yok. Gecikmeye devam ettiğimiz ölçüde, zorlamada sınırların aşıldığı her varlık gibi Türkiye toplumu da, Kürtler de nitelik değiştiriyor. Değişerek neye dönüşüyor, rivayet muhtelif. Biz yine de cumhuriyetimizin yüzüncü yılında bir çeteler topluluğu değil, kalıcı barış toplumu olmayı hedefleyelim.