Geçen hafta kaybettiğimiz felsefeci, yazar, yayıncı, çevirmen ve şair Oruç Aruoba için uzun yıllar birlikte çalıştığı Sevin Okyay bir veda yazısı kaleme aldı...
05 Haziran 2020 21:08
Bekliyor muyduk? Bekliyorduk. Beklemiyor muydum? Hiç mi hiç. Canım Oruç, bizi bırakıp gittiğini, öldü de ölmedi de demeyen ama insanı işkillendiren bir Facebook mesajından duydum (diyeyim) ilk olarak. Yarı inanır, yarı şüphede, kontrol ettim. Sonra da gene Facebook’a kısacık bir veda yazdım:
“Bir silahşor eksik kaldık. Onlar Üç Silahşor'dü; Oruç, Enis, Ömer. Ben de sonradan kuyruklarına takılan D'Artagnan. Canım Oruç, yıllarca her gün aynı işyer(ler)inde görüştükten sonra uzak uzak uzun yıllarımız da geçti.
Çok özleyeceğiz, çok. Bizi bırakma. Büyük meçhul konusunda bilgilendir. ‘Nasıl olsa öleceğimize göre, /yaşamalıyız,’ demiştin. Tamam da, daha uzun süreydi keşke.”
Milliyet’in o malum 4’üncü katına ilk geldiğimde, sınanma gününde, sen yoktun, Enis’le Ömer vardı. Enis (Batur), Türkçe bilen birini bulduğuna sevinmişti. Ömer (Madra) ise, sanki ne idüğü belirsiz bu katılıma daha ihtiyatla yaklaşma yanlısıydı. Sonra sen geldin, muhtemelen ekoseli yün bir gömlekle ve belki bir hırkayla ve mutlaka çantanla… Rahatlatan tebessümünle, sakin, çoğunlukla sessiz. Arkadaş meclisi tartışmalarında sesin çıkardı ama.
Ben insanları sorguya çekemem hiç, ne öğrenirsem öylece ağızdan çıkanlarla, kulağıma çalınanlarla öğrenirim. Doğrudan soru sormaya utanırım. Gazeteci kumaşım yok. Ama sende öğretmen kumaşı da vardı, tecrübesi de. En fazla sana anlatmışımdır aslında. Üçünüzden de çok şey öğrendim. Ne var ki sen, eline geçen cahili adam etmeden bırakmama yanlısıydın. Rahle-i tedrisinde hayli oturmuşumdur. Ama bu ısrar sonucu sen belki de benim ilk Peter Greenaway’im olmuşsundur. Gerçi Greenaway’i seninle arkadaş olduktan epey sonra tanıdım. Film Festivali yemeğinde söyleşi yapabileyim diye izin alıp yanıma oturtmuşlardı. Kalktığımızda üstat heyecan uyandırmayan hayatımın her merhalesine hâkim olmuştu. Buna karşılık ben, oturduğumda ne biliyorsam onlarla kalkmıştım. Seninle seanslarımızın sonunda ise, kişisel bilgilerine ilişkin süregelen bir cehalet söz konusuydu. Yoksa dünya ve hatta evren ahvali hakkında hayli bilgilenmiştim.
Orası benim için ilk unutulmaz iş birliğimi yaşadığım, çok sevdiğimiz ekler çıkartıp, hatta haberler (ve çeviriler) yaptığımız bir yer; klasik gazetecilik tecrübesinin çok dışında kalan şeylerle ilgilendiğimiz bir özel okuldu. Sinema yazarlığına da başladığım yer. Hep Enis’le Ömer’in marifetleri… Ömer söz verdiği yazıyı, içinin rahat etmediği gerekçesiyle yazmadı (1984 Film Festivali’nin filmlerine gidiyor ama yazı yazmıyordum. Benim imzamla “E La Nave Va / And the Ship Sails On / Ve Gemi Gidiyor”u yazmasını rica etmiştim, işten atmasınlar diye). Enis de arşive bakmama bile izin vermeden beni 4’üncü kata kilitleyip Fellini filmi hakkında bir yazı yazdırdı. Sen o gün de yoktun, Oruç’cuğum. Sonra ertesi gün geldin, yazıyı okudun. Şöyle çeyreği eksik tarafından bir “iyi olmuş” dedin ve ben bakalım ardından ne çıkacak diye beklerken dayanamadın: “Gergedanı yazmamışsın, keşke bana soraydın!” Gerçekten de o kıymetli gergedanı nasıl unutmuştum ben? Henüz Gergedan dergisi yoktu, onu daha sonra çıkardık, ama lafı vardı. Ben de Fellini’nin ambara indirttiği gergedanı unutmuşum işte. O gün bugün içime hüsran olmuştur.
Ama mesela Almanca konusunda çok hoşgörülüydün. Rahmetli Çetin Bey’in elde ne varsa meseleyi onunla çözme uygulamasının bir sonucu olarak bazen, senin ve Almanca’ya aşina olan Ömer’in yokluğunda küçük metinler çevirdiğim olmuştu. Telefonla, üstelik telaffuzumdan bile yakınmadan, metni okutur, önce benim anladığımı dinler, sonra gereken ekleme ve düzeltmelerle nihai şeklini yazdırırdın. Üstelik sonunda da hiçbir çeyrek eksiklik hissedilmeyen övgünü esirgemezdin: “Aferin, iyi olmuş.” Bana printer’dan çıkma bazı Almanca metinler verdiğini de hatırlıyorum. İngilizcede takılacak olursam ona da yardım ederdin. Dil sorunlarından çok çağrışımın uzandığı yerlere ait sorunlarda. Ama her iki dilde de çok iyi çevirmendin.
Diyorum ya, sizin üçünüzden: Enis’ten, Ömer’den, senden çok şey öğrendim ben. Peşinizi de bırakmadım. Enis’in deyişiyle ’kurt sürüsü’ gibi birlikte dolaşmamız sona erince onunla YKY’de, Ömer’le Açık Radyo’da çalıştım. Üç Silahşor ve D’Artagnan birlikteliği, daha sonraki Nokta Ne Nerede ve Radikal’in Film/Cumartesi eki ile birlikte, en leziz basın çalışmalarımın biri ve birincisidir.
Avrupa-Ülkeler Ansiklopedisi ile başlayan eklerimizden biri de Avniye Tansuğ ile bizi mesai arkadaşı yapan, Prof. Dr. Metin Sözen’in danışmanlığındaki MİLLİYET-UNESCO "Kültür Mirasımızı Koruyalım"dı. Avniye seni de anmış elbette:
“İşte Oruç Aruoba, bu kampanya boyunca yaydığı olumlu enerji, gösterdiği sıcak dostluk, profesyonel içerik katkısı ile en olumlu sonuçların alınmasında da büyük pay sahibi idi...
“Böyle başlayan dostluğumuz uzun yıllar devam etti...”
Milliyet’ten sonra Hürriyet’te birlikte çalıştık. Sonra Güneri beyle nispeten kısa, Ali Saydam ile çok uzun iş birliğimiz oldu. Yani yıllarca birlikte çalıştık, konuştuk, feyz aldık. Güldük, yedik içtik de tabii. İşyerleri civarında… Gerçi akşamları pek kalıp günü uzatmazdın ama… Nedense Yeniköy’de arkadaşlarla buluşmalar da hatırlıyorum, az da olsa. Belki de sana yakın olduğu için, İstinye’ye. Zeynep’le evliydin. Bir iki kez evinize gelmiştik.
Sofra dedim de, herkesin aynı masada oturmak isteyeceği biriydin: sakin, güler yüzlü, lafını esirgemeyen. Ayça Atikoğlu, “Oruç sinirlenmezdi ya da belli etmezdi. Küçümsemezdi ya da belli etmezdi. Nietzsche bıyıkları ile hep tebessüm ederdi,” demiş. Ben ince fırçalarla, sıkı tartışmalar hatırlıyorum oysa. Bir de o insanı rahatsız etmeyen hoca tavrı… Ama senin hocalığın sadece öğrencilerine mahsus değildi ki! Mehmet Atak Nietzsche konuşmalarınızı, senin Wittgenstein’ı anlatmalarını anarken, Sefahathane’de bazen hayranların, bence takipçilerinle bir masada oturup bir ahir zaman gurusu gibi onlarla nasıl konuştuğunu hatırlıyor.
Felsefi yazılarınla başlayan hayranlık, haiku tarzı tabir edilen o çok sevdiğim şiirlerle doruk noktasına erdi. Kitaplarda topladığın “Oruç yazıları” da var elbet. Örneğin Çengelköy Defteri’nin bende yeri başkadır ama, genç okurlarının sana hayranlığının büyük kısmını o şiirlere bağlıyorum. Mesela, bu yazının başlığı, genç bir okuruna ait. “Sözcük kuyumcusu” ve “yalnız yolculuklarımın yoldaşı” da var. Hatta “analitik şiirin babası” bile… Biri de seninle nasıl tanıştığını anlatmış, kendisinin hırçın “genç şair” yıllarında. Masada yanında oturuyormuş. Bütün akşam diğer yanındakiyle Nietzsche üzerine konuşmuş. Sana da felsefe üzerine epey bir atıp tutmuş. “… hiç aşağılamadan, hiç yüzünü çevirmeden tüm akşam benle konuştu,” diyor. Sonradan öğrenmiş adını…
Sen gidince onlara gençliklerinin bir parçası da gitmiş gibi gelmiş. Oysa sen kendini o kısa yazılarla şiirlere samimiyetle aktardığın için geriye en çoğu kalacak kişilerden birisin. Benim gibi onlar da en sevdikleri kitaplarını vermişler, paylaşmışlar. Bende kala kala üç tane kalmış. Besbelli kıyamadığım Çengelköy Defteri ile Olmayalı ve de ki işte…
“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir,” derdin. Öyleyse haberin ola, yerin çok sağlam. de ki işte’de de,
“Nasıl olsa öleceğimize göre, / yaşamalıyız,” demişsin. Ama ben gene de en çok Zilif’tekini severim:
“Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum / -- uyuşamadık. Hepsi bu.”
•