Kaş yapayım derken göz çıkarmamak, Tietze’nin hakkını savunayım derken Necatigil’i haksız yere batırmamak gerek...
23 Şubat 2017 13:55
K24 sitesine göz atarken “Venedik’te Ölüm ve Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı kim çevirdi?” başlığını gördüğümde yadırgamıştım açıkçası. Yanıtı belli bir soru neden sorulur ki? Kuşku uyandırmak için olsa gerek.
Peki kuşkuya mahal var mıydı? Yokmuş. Çünkü bu yazıyı kaleme alan Güneş Sezen ve Ercan Akyol, daha giriş bölümünde bu konuda kuşkuya yer bırakmayacak şekilde şöyle diyorlar: “Bu yazıda, Necatigil’in yaptığı çevirilerden ikisinin -Venedik’te Ölüm, Malte Laurids Brigge’nin Notları- günümüze kadar bu kitapları yayımlamış yayınevlerinin belirttiği gibi yalnızca ‘Necatigil’in çevirisiyle’ olup olmadığı üzerinde durulacaktır”…
Çevirilerin “yalnızca Necatigil’in çevirisiyle olup olmadığı” biraz kötü çeviri kokan tuhaf bir ifade, ama sanırım kastedilen, söz konusu çevirilerin tek başına Necatigil tarafından yapılıp yapılmadığının irdeleneceğiydi. Yani çevirileri Necatigil’in yaptığı inkâr edilmiyor, sadece “tek başına” yapıp yapmadığı sorgulanıyordu.
Madem öyle, o zaman neden başlıkta “(…) Necatigil tek başına mı çevirdi” diye sormak yerine “(…) kim çevirdi” denmiş?
Masum sayılabilecek bir ifade bozukluğu mu bu? Yoksa en pespaye örneklerini ticari medyada görmeye alıştığımız türden sansasyonel manşetlerle (“Flaş Flaş Flaş!”) okur avlama taktiği mi?
İtiraf etmeliyim ki normal koşullarda, daha en başında diline yeterince özen gösterilmediği için derdini anlatmakta zorlanacağını düşündürten ya da daha kötüsü, okuru aptal yerine koyuyor olabileceği kuşkusu uyandıran bir yazıyı okumaya zaman ayırmazdım. Gelgelelim hem çevirmen kimliğimden ötürü hem de sevdiğim ve saygı duyduğum bir şair olan Necatigil’den söz ediliyor olması nedeniyle, dahası, Necatigil’in kızları Ayşe ve Selma’nın yakın arkadaşı olmanın verdiği sorumluluk duygusuyla kendimi zorladım. Okuyunca da dayanamayıp Sezen’le Akyol’un makaleleri hakkındaki düşüncelerimi ilk müsait zamanımda kâğıda dökmeye karar verdim.
Makale daha dikkatli bir gözle okununca, aslında Sezen’le Akyol’un iki ayrı konuyu gündeme taşınmak istedikleri anlaşılıyor:
İlki, söz konusu çevirilerin ilk baskılarında bu çevirilerin Andreas Tietze ve Behçet Necatigil tarafından ortaklaşa yapıldığı belirtilmişken, sonraki baskılarda Andreas Tietze’nin adının neden çıkartıldığı meselesi.
İkincisi, Necatigil’in ölümünden sonra yapılan baskılarında metne yayınevi editörü tarafından müdahale edildiği halde (yani Necatigil’in çevirisi onun bilgisi dışında değiştirildiği halde) bu çevirilerin neden hâlâ “Necatigil Türkçesiyle” pazarlandığı meselesi.
Bu çifte sorgulama sonucunda Sezen’le Akyol: “Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu iki kitabın çevirisinin sadece Necatigil’e ait olduğunu iddia etmek mümkün gözükmüyor” sonucuna vardıklarını “bilimsel bir kesinlik” edasıyla ilan ediyorlar.
Dikkat buyurunuz: “Biz bu kanaatteyiz” ya da “biz bu sonuca vardık” bile değil… Kestirmeden “mümkün gözükmüyor” deniyor yazıda. Demek ki Sezen’le Akyol bu öznel kanaatlerini o kadar sağlam, o kadar karşı koyulamaz, nesnel, hatta bilimsel kanıtlarla ortaya koymuşlar ki, başka türlü düşünmek, başka türlü yorumlamak mümkün değilmiş!
İnsanın ister istemez: “Öyle mi gerçekten… Yoksa bu yazının yaklaşım ve üslubunda başka bir sorun mu var1” diye sorası geliyor.
O halde, benim kaleme aldığım yazı da bu sorunun yanıtını arayacak: Bakalım, Güneş Sezen’le Ercan Akyol’un okura sundukları kanıtlar ve akıl yürütmeler irdelendikten sonra başka türlü düşünmek “mümkün gözükmüyor” mu gerçekten…
Yazıda önce “Necatigil’in edebî kişiliğinin sağladığı olumlu imajla günümüzde bu çeviriler yayınevleri tarafından Behçet Necatigil’in adı özellikle vurgulanarak piyasaya sürülüyor” şeklinde bir cümleye rastlıyoruz. Ardından da “bu çevirilerin ‘Necatigil’in ustalıklı çevirisi’ ile yapıldığı bilgisi büyük puntolarla öne çıkartılıyor” şeklinde bir vurgu geliyor.
Okur olarak ilk sorum şu: Neden daha makalenin başında böyle bir vurguya gerek duyulmuş? Sorun nedir? Yayınevlerinin böyle yapmalarında bir terslik ya da bir sakınca mı var?2 Bir metni çeviren kişinin kim olduğunun bir önemi yok mu yoksa? Belirtilmese miydi? Çevirmenler olarak ismimizin kitabın kapağında, yazarın yanında yer almasını talep ederken hata mı yapıyoruz? Anonim kalmayı mı seçmeliyiz? Çevirmenin adını bile anmayan yayınevleri mi haklı yoksa?
Yok eğer sorun o değil de, tanıtımda “büyük punto” kullanılmasıysa, peki, buna bir itirazım olmaz. Kimse hiçbir şeyi büyük puntoyla öne çıkarmasın, anlaştık… (ama o zaman da bir soru: Sezen ve Akyol’un yazısının başlığı kaç punto? Yoksa bu da mı bir “pazarlama tekniği”?)
Sorun bu da değilse, acaba “ustalıklı çeviri” övgüsü mü canını sıkmış Sezen’le Akyol’un? Sanırım bu övgüyü Necatigil’in hak etmediğini düşünüyor olsalar gerek… Ki bence böyle düşünmek en doğal haklarıdır. Kimse bir çeviriyi sırf çevirmenin isminden dolayı beğenmek zorunda değildir ne de olsa3.
Nitekim hemen arkadan şöyle bir uzun cümleye rastlıyoruz: “Bu etiketin, Necatigil’in orijinal dilden yapmadığı Miguel de Unamuno, Knut Hamsun gibi yazarların çevirilerinde de kullanılıyor olması ise birtakım pazarlama unsurlarının kitap çevirileri konusunda da ne kadar öne çıktığını gösteriyor. Çünkü bilindiği üzere Necatigil, Avrupa edebiyatının eserlerini Almanca üzerinden çeviriyordu”.
Bu paragrafın dipnotunda da Sezen’le Akyol: “Talat Sait Halman’ın doktora öğrencilerinin4” Necatigil’in Hamsun çevirisinde “hatalar” bulduklarını ve Ahmet Uğur Nalcıoğlu’nun da Rilke çevirisinde “dile uygunluk sorunları” saptadığını “geçerken belirtmekte yarar” görüyorlar.
Bu yargılarla tanışan okur, “anlaşılan bu Necatigil pek de öyle iddia edildiği kadar matah bir çevirmen değilmiş galiba, acaba öyle mi gerçekten” diye düşünmeye başlıyor olsa gerek. Öyle olunca da aklına ister istemez bir soru takılıyor: Yazının konusu Necatigil’in iyi (ustalıklı?) bir çevirmen olup olmadığı mı?
Eğer öyleyse, bu konu neden basit bir dipnotla, o da başkasının üstünkörü yargısı üzerinden gündeme getirilip geçiştiriliyor? Konumuz buysa, bu mesele daha kapsamlı bir inceleme gerektirmez miydi? Yok eğer konumuz gerçekten de Necatigil’in çevirmenliğini sorgulamak değilse, o zaman neden Sezen’le Akyol daha yazının başında ve görünürde “keyfî” bir şekilde böyle bir yan yola sapıyorlar, dertleri ne?
Acaba Sezen’le Akyol, biraz dolambaçlı bir yoldan da olsa sonuçta gayet masum bir biçimde çevirinin kaynak dilden yapılmasının önemini anlatmaya ve “çevirinin çevirisinin” -hele edebî çeviride- pek sağlıklı bir sonuç vermeyeceğini vurgulamaya çalışıyor olabilirler mi? Ki öyleyse haklılar elbette… Ama yazının konusu bu da değilken, bunu Necatigil’in çevirileri üzerinden anlatmaya çalışmak neden5? Okurun kafası burada da biraz karışıyor ister istemez: Sezen’le Akyol’un asıl amacı gerçekten de Rilke ve Mann’ı kim(ler)in nasıl çevirdiğini sorgulamak mı? Yoksa gerçekten de “ortada başka bir sorun mu var?”
Yok eğer sorun, yine gayet masum ve art niyetsiz bir biçimde “pazarlama unsurlarının kitap çevirileri konusunda da ne kadar öne çıktığını” göstermekse, bunu da daha yazının başında Necatigil örneği üzerinden yapmanın anlamı ne6? “Deterjan pazarlar gibi” kitap pazarlayan bazı internet sitelerinde böyle tatsız ve abartılı sunuşlar yok değil gerçi… Gelgelelim internet çağına yetişmeye ömrü yetmeyen Necatigil’in bunda bir dahli olamaz, değil mi? Eğer bunu bizzat yazar talep etmemişse, kimi yayınevlerinin, internet sitelerinin ya da basının “pazarlama” tekniklerini yazarın adını vererek, yazar üzerinden eleştirmek ne derece etik? Hele, bir kez daha belirtelim, yazının ilan edilen konusu bu değilken!
Kaldı ki asıl amacın Necatigil’in çevirilerinin pazarlanış tarzını eleştirmek olduğunu varsaysak dahi, Sezen’le Akyol’un ortaya attıkları iddia acaba gerçekleri tam olarak yansıtıyor mu sorusunu da sormamız gerek. Unamuno çevirisini ele alalım örneğin. Önümde Nisan 2016 tarihli yeni baskı var. Kitabın hiçbir yerinde “ustalıklı çeviri” gibi övgülere yer verilmediği gibi, tam aksine, Ayşe Sarısayın imzalı önsözde kitabın ilk kez 1954’te Varlık Yayınları tarafından Necatigil’in “Almancadan çevirisiyle” basıldığı hatırlatıldıktan sonra, bu çevirinin “Necatigil’in bu alandaki ilk çalışma örneklerini oluşturduğu ve onun çeviri geçmişine dair belgesel bir niteliği olduğu” vurgulanıyor.
Demek ki en azından Unamuno örneği üzerinden “ustalıklı çeviri pazarlaması” iddiası gerçeği yansıtmayan, bu anlamda talihsiz bir örnek olmuş. Keşke burada gündeme getirilmeseymiş. Hele (“geçerken bir kez daha hatırlatmakta yarar var”) konumuz bu da değilken…
Daha yazının başındayız, henüz sadede gelinemedi, esas konuya bir türlü giremedik, ama yazıda şimdiden Necatigil hakkında serpiştirilen olumsuz yargılara ya da imalara bakınca, okur ister istemez merak etmeye başlıyor: Sezen’le Akyol’un amaçları üzüm mü yemek (kendi sordukların sorunun yanıtını bulmak), yoksa bağcıyı mı (Necatigil’i) dövmek?7
Zaten yazının tam bu noktasında devreye (önce biraz alakasız gibi dursa da) dikkat çekici, yeşil renkli ve epey büyük puntolu bir ara başlık giriyor: “Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bir mektup…”. Devamında Tietze’nin kimliği ve önemi hatırlatılıyor8, ardından Necatigil’le ailecek de görüşecek derece yakın dostluklarından söz ediliyor. Sonrasında, “bu ilişkinin tanığı olarak günümüze kalan ve 1943-1953 yılları arasında Behçet Necatigil tarafından Andreas Tietze’ye yazılmış” mektupların varlığına değiniliyor. Derken iki arkadaşın “Rainer Maria Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları adlı eserini MEB’in talebiyle çevirip” yayımladıkları bilgisi aktarılıyor ve bu bilgi, Milli Eğitim Bakanlığının yazdığı mektupla da teyit ediliyor. Devamında ise, “1952’de Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm kitabının Millî Eğitim Basımevi’nden Andreas Tietze ve Behçet Necatigil çevirisi olarak” yayımlandığı bilgisi, yine bakanlığın mektuplarıyla teyit edilerek okura aktarılıyor.
Bakanlık mektubu bu kadar vurgulandığına göre, önemli olsa gerek. Herhalde okurdan “bakanlık mektuplarını ele geçirmek suretiyle” Sezen’le Akyol’un, söz konusu kitapların ilk baskısında Tietze’nin de adının yer aldığını ifşa eden ilk kişiler olduklarını düşünmesi bekleniyor... (Bu konuya sonra değineceğim.)
Derken, yazının bu aşamasında bir hayli tuhaf ve uzun bir paragraf başlıyor.
Paragrafın başında, “Necatigil’den Tietze’ye gelen son mektup 1953 tarihli ve bu mektup ikili arasındaki bir küskünlüğü Necatigil’in gidermek istediğini ve bu kırgınlığı nasıl tamir edebileceği meselesini konu ediniyor” şeklinde bir bilgi aktarılıyor (ama bunu teyit edecek şekilde o mektuptan bir alıntıya yer verilmiyor). Hemen ardından, “1958 yılında Andreas Tietze’nin Amerika’ya gitmesiyle ikili arasındaki ilişkinin seyrini takip etmemiz mümkün gözükmüyor. Çünkü Tietze bu tarihten itibaren önce Amerika’da, daha sonra ise vefat edeceği Avusturya’da yaşamaya başlıyor” ifadesine yer veriliyor. Aynı paragrafta hemen ardından, 1966 ve 1969’da yapılan yeniden basımlarda ortak çevirilerden Tietze’nin adının çıkarıldığı bilgisi ekleniyor ve arka arkaya “flaş” sorular sıralanıyor: “(…) sadece Behçet Necatigil’in adının bulunması, büyük bir soru işareti oluşturuyor. Neden bu kitaplarda sadece Necatigil’in adı vardı? Necatigil kitapları baştan mı çevirmişti? Yoksa çeviriyi Tietze’nin çevirmen olarak adını eklemeye gerek görmeyecek kadar, bütünlüklü bir biçimde revize mi etmişti?”
Paragrafta son olarak, bu soruların yanıtını bulmamızı sağlayacak araştırmaya, metin kıyaslamalarına, alengirli yüzde hesaplarına geçileceği belirtiliyor ve ardından yine iri yeşil puntolu yeni bir ara başlık geliyor: “Bir Tuhaf ‘Çeviri’ Macerası…”9
Niyeti bozmuş bir OHAL savcısı ya da reyting peşinde bir “paparazzi” edasıyla sorulmuş bunca soru ve örtük suçlama içeren onca ima10 karşısında zavallı Necatigil mezarından çıkıp nasıl savunsun ki kendini!
Ama kim bilir, yine de savunabilir belki… Ne de olsa bir şairden söz ediyoruz. Sesi çıkmıyor olsa da dizeleri var: “O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis,/ Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,/ Öldürebilirsiniz.”
Daha ötesini irdelemeden önce, yukarıda özetlenen o upuzun paragrafın “ilginç” yazı tekniğinin üzerinde biraz durmamızda yarar var. Aynı paragrafın içinde yoğun ama eklektik bir bilgi bombardımanına tabi tutulan okur, peşi sıra aktarılan tüm bu bilgilerin birbiriyle bağlantılı olacağını düşünmez mi doğal olarak? Bu durum bizi “şu soruyu sormaya mecbur bırakıyor”: Bu bağlantılar bir şekilde Sezen’le Akyol’un kafasında var olduğu için mi okurun da böyle düşünmesini istediler ya da eğer niyetleri bu değil idiyse, o zaman neden bunu anıştıracak cümleleri arka arkaya sıraladılar?
Her şey bir tarafa, bu bağlantıların gerçek hayatta karşılığı var mı? Bunu da Sezen’le Akyol’a sormakta bir sakınca olmasa gerek:
Necatigil’in gidermek istediği küskünlük neyin nesidir? Madem öyle bir mektup var ellerinde, Sezen’le Akyol bu bilgiyi okurdan neden esirgiyorlar? (yoksa bir kez daha “başka bir sorun mu var?”)
Bu küskünlük sonrasında mı iki arkadaşın arası bozuldu ve ilişkileri koptu?
1953 tarihli bu mektuptaki “kırgınlıkla” on üç yıl sonra kitaplardan Tietze’nin adının çıkarılmasının bir alakası olabilir mi?
Tietze’nin adının kitaplardan çıkarılması Tietze’nin ölümünden sonraya mı denk düşüyor? (uzun paragrafta bu bilgilerin sıralanışı bunu düşündürtebilir)
Yok eğer bu işlem Tietze’nin sağlığında ve onayı olmadan yapılmışsa, 1966’dan ölüm tarihi olan 2003’e kadar geçen 37 yıl boyunca buna en ufak itirazı olmuş mu, hesabını sormuş mu? Mahkemeye ya da yayınevine başvurmuş mu? Necatigil’e sitem etmiş mi? Necatigil’in bu davranışından ötürü başkalarına serzenişte bulunmuş mu? Necatigil’in ölümünden sonra geçen 24 yıl boyunca bile bu konuya hiç değinmemiş mi?
Bu konularda elinizde bir bulgu, bilgi ya da belge var mı? Böyle bir bilgiyi edinebilmek amacıyla kimlere baş vurdunuz? Tietze’nin kızından sonra11, Necatigil’in kızlarına da bu amaçla ulaştınız mı?
Öyle ya… bir de Necatigil’in kızları var… Vakti zamanında babalarının bazı mektuplarını yayımlamış iki kız kardeş. Üstelik ulaşılması çok zor da değiller: ikisinin de Facebook sayfası var… Hatta biri, kitapları Can Yayınlarından çıkan bir yazar ve çevirmen, Ayşe Sarısayın. Babası hakkında bir de kitap yazmış… Varlığından haberdar olmamaları olası mı? Acaba Necatigil adının bu kadar sık geçtiği bir makaleyi kaleme alan Sezen’le Akyol, inceledikleri konuda bilgi ve belge talep etmek için onlara da başvurmuşlar mı?
Hemen söyleyeyim, Ayşe’ye de sordum, Selma’ya da. Hayır, kendilerine doğrudan başvuran olmamış. İkisi de bu yazıdan, yazının yayınlanmak üzere gönderildiği dergi/ dergilerle haberdar olmuşlar.
Tuhaf doğrusu! “Bu durumda birtakım sorular ve sorunlar” ortaya çıkmaz mı? Ciddi bir araştırma yapan insanların, makalelerini bitirmeden bu kapıyı da öncelikle çalmaları gerekmez miydi? Bu işin aslı astarının ne olduğunu, “asıl fail” Necatigil’in kızlarına da sormaları gerekmez miydi? Bunun yapılmamış olması çok ciddi bir ihmal değil mi?
Peki sorsalar ne olurdu? Belki de o zaman Necatigil’in de Tietze’yle yazışmalarından mektuplar sakladığını, Necatigil arşivinde Tietze’ye yazdığı 4 mektubun kopyalarıyla Tietze’nin 12 mektubu ve 16 kartının yer aldığını, değişik yerlerden gönderilmiş kartların çoğunun kısa mektuplar niteliğinde olduğunu, ilk mektubun 9 Ocak 1944, sonuncusunun ise 18 Ekim 1976 tarihli olduğunu görürlerdi…
Örneğin Necatigil’e yolladığı son kartlardan birinde Tietze şöyle sesleniyor: “Aziz dostum, Ağustos’ta İstanbul’dayken seni defalarca aradım, maalesef bulamadım. Gene 2 sene önce olduğu gibi ben İstanbul’dayken sen Almanya’da mıydın? Kısmet değilmiş. Gene deneyeceğim...”
Yani iki dost arasındaki yazışmalar meğer Sezen’le Akyol’un anıştırdıkları gibi 1953’te ne idiği belirsiz bir “küskünlük”le kesilmemiş, Necatigil’in ölümünden üç yıl öncesine, 1976 yılına dek devam etmiş12. Başka bir deyişle, ilk baskısı ortak imzalı olan o iki çevirinin yeni baskılarından Tietze’nin adının çıkarılmış olmasından sonra dahi Necatigil’le aralarındaki temas, yazışma ve dostluk sona ermemiş.
Babasından kalan mektuplarda Tietze’nin adının çevirilerden neden çıkarıldığına dair bilgi olup olmadığını da sordum Ayşe’ye, yokmuş. Ama en azından şunu artık biliyoruz: Eğer Necatigil, arkadaşı Andreas’ın adını ortak çevirilerden onun bilgisi ve rızası olmadan ve bilinmeyen bir nedenle hem de “hoyratça” çıkarmışsa dahi, Tietze buna kızıp arkadaşıyla ilişkisini kesmemiş.
Yani Tietze’nin adını o çevirilerden çıkarmak suretiyle Necatigil’in arkadaşına haksızlık hatta fenalık ettiğini, hodbinlik ve hatta nobranlık sergilediğini varsaysak dahi, demek ki Tietze bu işi pek de umursamamış! Yani çok yakın arkadaş olan bu iki önemli isimden en az biri yüce gönüllüymüş!
Anlaşılan, bu mesele bizlerin çenesini yorduğu kadar onlarınkini yormamış… Ne demiş Necatigil? “Her şey bir çeviri/ Kendimize çeviriyoruz her şeyi/ Kendimize göre her şey/ Değişir parçalar”…
Tietze’nin adının sonradan o çevirilerden neden çıkartıldığını ben de bilmiyorum doğrusu. Merak edilmesinde ya da araştırılmasında bir sakınca yok elbette. Ayrıca, gerekçesi ne olursa olsun, “keşke Necatigil böyle bir karar almış olmasaydı” diye düşünmek de serbest… Neden olmasın? Kim bilir? Necatigil bu konuda gerçekten de hatalı davranmış olabilir… Sahi, kim bilebilir?
Ben Necatigil’i şahsen tanıma ayrıcalığına erişemedim; sadece iyi, dürüst, emeğe değer veren, başkalarına da emek veren, hak yemez bir insan olduğunu çeşitli kaynaklardan duydum. Gelgelelim, melek olduğuna dair gaipten bana haber uçurabilecek, teminat verecek bağlantılarım da yok doğrusu! Sonuçta şair de insandır, kusurludur, yani hata ona da mahsustur…
Ama bu somut meselede Necatigil somut olarak bir “hata” yapmış mıdır gerçekten, yapmamış mıdır? Meselemiz buysa, elinde kesin bilgisi olan varsa, hiç lafı dolandırmadan onu koysun ortaya! Çünkü bu bir “inanç” meselesi değildir, olamaz: somut belge, bilgi, bulgu olamadan bu soruya yanıt verilemez. Bence bu mesele öncelikle Necatigil ve Tietze’yi ilgilendirir. Ahlak polisliğine hevesli değilim.
Ama daha da önemlisi, elde yeterli belge olmadan, varsayımlara dayalı spekülatif imalarla insanların entelektüel dürüstlüğünü sorgulamak kabul edilebilir mi? OHAL mahkemeleri karşısında bile “masumiyet karinesini” savunmuyor muyuz? Bir insanın bir konuda “masum” olduğuna dair “kanıt” olmaması, o insanın aksi yönde kanıt olmadan suçlanması için gerekçe teşkil edebilir mi hiç? Kanıt getirme yükümlülüğü suçlayanda değil midir? En temel ve asgari burjuva hukuku kurallarından biri olan masumiyet karinesini bile çiğneyen böylesine sorumsuzca ve hoyratça suçlamaları “edebî eleştiri” olarak kabul etmek mümkün mü?
Magazin üslubu yetmezmiş gibi, edebiyata bir de insanları delil olmadan varsayımlarla suçlayan OHAL soruşturmalarının çarpık zihniyetini bulaştırmanın vebali büyüktür!
Hele aramızda olmadıkları için kendilerini savunamayacak insanlardan söz ediyorsak, ima yollu bu tür spekülatif suçlamalar daha da insafsız olmuyor mu? Ne demiş Necatigil? “Ölüler önleyiniz/ Elleri yok/ Mezarlar söyleyiniz/ Dilleri yok.”
Kaldı ki, Tietze’nin adının sonradan çıkarılmasının gerekçesi ille Sezen’le Akyol’un makalesinde dikkate almaya değer buldukları o iki şıktan ibaret olmak zorunda mıdır? Yani “kitapların Necatigil tarafından baştan çevrilmesi ya da Tietze’nin çevirmen olarak adını eklemeye gerek görmeyecek kadar, bütünlüklü bir biçimde revize etmesi” dışında hiç mi ihtimal yoktur?
Her ikisinin en başta nasıl bir görev bölümü yaptıklarını, aralarında nasıl anlaştıklarını biliyor muyuz? Çeviriyi gerçekten “birlikte” mi oturup tartışarak yaptılar, biri yaptı öteki gözden mi geçirdi, yarısını biri gerisini öteki mi yaptı? Kimin isminin konacağını aralarında konuştular mı? Biri ismini vererek ötekine “jest” yapmış olabilir mi?
Yani örneğin Tietze’nin yaptığı iş sırf redaksiyon olduğu halde Necatigil jest olsun diye onun da ismini kitaba çevirmen olarak ekletmek istemiş olamaz mı?
Ya da tam tersine, o yıllarda henüz ünlü olmayan Necatigil, Almancadan yapılacak bir çeviriyi yanında ana dili Almanca olan biri olmaksızın belki alamayacak olduğu için, ola ki asıl Tietze, Necatigil’e jest yapmıştır: MEB’e kendi ismini de bildirip çeviriyi almasını sağlamıştır, sonraki baskılarda da artık gerek kalmamıştır ola ki…
Bu ve benzeri ihtimaller Sezen’le Akyol’un aklına neden hiç gelmemiş? “Mümkün gözükmemiş” anlaşılan…
Oysa ben ki araştırmacı değilim ve buna ayıracak zamanım yok, ilgili isimleri yazarak “Google”ı tıklar tıklamaz hem bu konunun Sezen’le Akyol’dan çok daha önce başkaları tarafından gündeme getirildiğini, hem de başka açıklamaların gündeme getirenlere pekâlâ “mümkün gözüktüğünü” görüverdim.
Örneğin 17 Nisan 2016 tarihli Karar gazetesinde Tietze’den söz ettiği makalesinde Beşir Ayvazoğlu şöyle diyor: “(…) Tietze'nin damadımız olduğunu, dört çocuğuna da Türkçe adlar verdiğini, Türkçeyi aksansız konuştuğunu, rahmetli Behçet Necatigil'in Türkçeye çevirdiği Malte Laurids Brigge'nin Notları'nı (Rainer Maria Rilke) ciddi bir şekilde gözden geçirdiğini, bu sebeple eserin ilk baskısında onun imzasının da bulunduğunu biliyor muydunuz?”
11 Ekim 2002 tarihli Milliyet gazetesinde ise Mehmet Kenan şöyle diyor: “(…) Kitabın sonraki baskılarını okuyanlar Tietze adıyla bir daha hiç karşılaşmadı. Çünkü Necatigil çeviriye olan katkısı ‘sadece gözden geçirmek’ olan bu Avusturyalı Türkoloğun adını diğer basımlarda çıkarmış ve deyiş yerindeyse ilk basımda gösterdiği ‘yüce gönüllü’ tavrı bir daha yinelememişti. Tuhaftır, Necatigil’in ölümünden sonra bu isim eksiltmeye olan tepkilere, mesela Vedat Günyol’un yazısına şairin öğrencilerinden hiçbir yanıt gelmedi.”
Hilmi Yavuz ise Facebook’ta şunu vurguluyor: “Bu konuda benim de tanıklığım var. Hoca'ya sormuştum. Yanıtı şuydu: 'Çeviri baştan sona benimdir. Tietze, sadece, Almancasıyla karşılaştırdı ve bazı önerilerde bulundu. Hepsi bu kadar. İşi bir redaksiyon işiydi!' Hoca, anlaşıldığı kadarıyla, Malte maarif vekaletince yayımlanırken, Tietze'ye, eski deyişle 'cemile' yapmak istemiş olmalı! O yıllarda çevirilerin künyesinde 'redaksiyon: xxxx' teamülden değildi çünkü...”
Peki gizemli bir konuyu özgün araştırmaları sayesinde sanki ilk kez kendileri gündeme getirmişçesine ortaya çıkan Güneş Sezen’le Ercan Akyol’un makalesinde bu tür bulgulara neden yer verilmemiş? Örneğin konuyu kendilerinden neredeyse 15 yıl önce gündeme getiren Mehmet Kenan’ın sözleri neden yer almıyor? Alması gerekmez miydi? Necatigil’in davranışını açıklamak için bu yazılarda öngörülen diğer olası ihtimallerden neden hiç söz edilmemiş? Edilmesi gerekmez miydi?13 Hatta Necatigil’in çeviriler konusunda düzyazılarında kendi söylediklerine ya da Necatigil çevirileri hakkında daha önce yazılmış başka makalelere neden hiç değinilmemiş? Ciddi ve bilimsel bir araştırmada bunlara da değinilmesi gerekmez miydi? (Sezen’le Akyol’un üslubunu taklit edecek olursak: Makalelerinde bunlara dair “neredeyse hiçbir bilgi verilmemesi gibi editoryal eksiklikleri nereye koyacağımız sorusu ise bir başka sorun olarak karşımızda duruyor.”)
Girdiği yolun tümden çıkmaz olduğunu hâlâ anlamayan biri, “öyle olsa bile, o zaman sonrasında Necatigil bu “yüce gönüllülükten” nasıl vazgeçermiş efendim? Vazgeçmeseymiş! Ayrıca o hakkı kendinde nasıl görebilir?” diye inat edebilir elbette.
Necatigil’in arkadaşına “cemile” yapmaktan vazgeçmeye hakkının olup olmadığı ve hakkı olsa bile bunu neden yaptığı sorusunun ne derece anlamlı olduğu meselesi bir tarafa, Tietze ve Necatigil gibi iki yakın dost, bu işlemi kendi bildikleri bambaşka nedenlerden ötürü ve aralarında anlaşarak yapmış olamazlar mı?
Örneğin adının çıkarılmasını Tietze’nin kendisi talep etmiş olamaz mı? Dost kalem erbabı arasında böyle alışverişler olmaz mı sanıyorsunuz?
Böyle bir anlaşmanın kaydı yok, doğru. Ama aksinin de kaydı yok bildiğimiz kadarıyla –en azından eldeki verilerle, şu ana dek ulaşılabilen belgelerle! O halde, neden “ortak karar” şıkkının geçerlilik ihtimali aksinden daha düşük olsun?
Hem, bu konuyu aralarında sadece konuşmuş olamazlar mı? Dostlar arasında konuşulan her şeyin kaydı kuydu var mıdır, olmak zorunda mıdır, olabilir mi?14 “Eyvah, ya biz öldükten on yıllar sonra iki genç araştırmacı çıkıp ilişkimizi istedikleri yöne çekiştirmeye kalkarlarsa ne yaparız? Aman aramızdaki anlaşmayı kayda alalım, noter tasdikli sözleşme yapalım” diye düşünmek zorunda mıdır insanlar?
Necatigil öleli 37, Tietze öleli 14 yıl olmuş, bugünden geriye bakarak aralarındaki ilişkinin gerçek boyutlarını, dostluklarının derecesini değil üç-beş ya da on, onlarca mektup okuyarak dahi tamamen anlamamız, hissetmemiz mümkün müdür? Hele ikisini de bizzat tanımamış, aralarındaki diyaloğa tanık olmamış bambaşka kuşaklardan olan bizlerin!
Şimdi, Güneş Sezen’le Ercan Akyol’a sormak istiyorum, çünkü gerçekten merak ediyorum: Bu kadar yarım yamalak ve yüzeysel, bulgusu belgesi az ama lafazan iması bol, sadece kof mantık oyunlarına ve peşin hükümlü varsayımlara dayalı, üstelik çiğ ve kışkırtıcı bir magazin üslubuyla kaleme alınmış bir “araştırma” temelinde bu iki saygıdeğer insanı ve yakın dostu -birinin diğerine “kazık attığını” ima ederek- mezarlarında çatıştırmaya kalkmak bilimsel ciddiyetle bağdaşır mı? Vicdansızlık ve insafsızlık etmeden de “eleştirel” ve “açık sözlü” olunamaz mı?
Her şey bir tarafa, kırk yılı aşkın süre dost kalmış ve otuz iki yıl boyunca yazışmış Necatigil ve Tietze gibi iki incelikli edebiyat insanının ilişkisini irdelerken en azından üslubun biraz daha özenli, düzeyli, duyarlı ve ölçülü olması, hiç olmazsa saygılı olması gerekmez miydi?
Necatigil dizeleriyle giriyor yine araya: “Ya ben yıllar yılı neyi taşıdım mask/ Ölüm takar yüzüme sadece maske/ Anlamak mı yok öyle şey yaşarken/ Tanımadınızsa.”
Gerçek şu ki Sezen’le Akyol, yazılarının temelini “kitaplar yeniden çevrildi bahanesiyle Tietze’nin adı haksız yere çıkarıldı” iddiasına ve “kitaplar yeniden çevrildi” iddiasını çürütme çabasına dayandırmışlar… Böyle olunca da üstü kapalı olarak Necatigil’i “arkadaşının hakkını yemekle” suçlama yoluna gitmişler.
İşin kötüsü, Sezen’le Akyol’un makalesindeki bu “yeniden çeviri tezini çürütme iddiası” bile aslında yüzeysel, üstelik çarpık mantık oyunlarına dayanıyor.
Örneğin Sezen’le Akyol’un makalesinde önceki baskılarla sonrakiler tek bir paragraf üzerinden kıyaslandıktan sonra, bilimselmiş gibi sunulan şöyle tuhaf bir hesap yapılıyor: “Her iki eserde de “Tietze – Necatigil” ortak çevirisinden farklılaşan yerler sayfa bazında yüzde 5 – yüzde 13 arasında değişiklik gösteriyor. Bu durum, 60’lı yıllarda Tietze’nin adı olmadan yayımlanan çevirilerin, ilk versiyonlarından ortalama yüzde 9’luk bir farklılık göstermesi demektir. İki eserdeki baskı farklarının oranı ve içeriği düşünüldüğünde, bu değişikliklerin bir yeniden çeviriden ziyade, her biri bir öncekine göre düzenlenmiş gibi duran ve ilk ikisinde (Cem ve Adam) bir Türkçeleştirme/ sadeleştirme ve zamanın kullanımına uyarlama eğilimi olduğu gözükmektedir.” Ve ardında hüküm ilan ediliyor: “İki çeviride de Necatigil’in henüz hayattayken yaptığı değişiklikler onu sadece kendinin kılacak kadar kapsamlı ve derinlikli değil”.
Peki bu cümlenin dayanağı ne? Bir önceki ortak imzalı çevirinin “ne kadarının” (yüzde kaçının?) Tietze’ye “ne kadarının” Necatigil’e ait olduğunu biliyor muyuz? Elimizde böyle bir ölçü var mı? Ya Tietze’nin katkısı tam da bu %9 ise? Hatta daha azsa? Daha fazla olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?
Demagoji mi yapıyorum? Evet, demagojik bir savı çürütmek için aynı mantığı tersten uyguluyorum.
Kaldı ki, edebî metinler, çeviriler incelenirken bu tür nicel hesaplar ne derece anlamlıdır?
Örneğin Henry Miller’in Sexus’unda, orijinal metinde olduğu halde Türkçe çeviride sansürlenen ve kibar sözcüklerle ikame edilen tüm o argo (hatta düpedüz “belden aşağı”!) sözcükleri metne koyarsanız, nicel yüzdelerle hesaplanabilecek bir değişiklik mi yapmış olursunuz? Yoksa değişen kelimelerin nicel oranı bu metinde de örneğin %9’la sınırlı kalsa bile, metnin nitel olarak değişme oranı %100 hatta çok daha fazlası olmaz mı? (İnanmayana, metnin bu şekilde değişmiş halini topluluk önünde yüksek sesle okumayı denemesini öneririm; yaratacağı etkinin onu “nitel” olarak da şaşırtacağından eminim!)
Başka bir örnek: Küçük Prens’in çoğu çevirisinde sansürlenen o ünlü “diktatör” sözcüğü sonraki baskılarda çevirilerden birine eklense, bunun çeviriyi dönüştürme oranını nicelik olarak hesaplayabilir misiniz? “Önemli bir değişiklik değil, çünkü sadece tek kelime değişti bu da metnin %0,05’i eder”, diyebilir miyiz? Edebiyatta da gerçek hayatta da bazen tek bir sözcük bile “yeterince” fark yaratmaz mı? (İkna olmayanınız varsa, bu basit ve tek sözcüğü bugün bazı ünlü kişiler için kullanın da görün bakalım: bu tek kelimenin sadece “nicel” olarak “azıcık” fark ettiğini savcılara anlatabilecek misiniz…)
Daha da ötesi, bu tür “nicel” hesaplara dayalı olarak yürütülen mantık bile özünde tamamen “keyfî”!
Tietze söz konusu olduğunda Sezen’le Akyol, “sadece %9 civarında bir değişiklik yapılmış olmasının çeviriyi yeterince farklı kılmayacağını, dolayısıyla adının çıkarılmasını haklı çıkarmayacağını” iddia ediyorlar. Diyelim ki bu doğru ve o nicelikteki değişiklikler Tieze’nin adını çıkarmak için “yeterli” değil…
Peki o zaman nasıl oluyor da Necatigil’in ölümünden sonra yayınevinin yaptığı bir iki müdahale, bir anda o metin için “Necatigil Türkçesi veya Necatigil çevirisi”nden söz etmeyi imkânsız kılıyor? Nasıl oluyor da nicelik olarak sınırlı o değişiklikler “Necatigil Türkçesi” ifadesini kullanmaya devam etmek için bu sefer “yetersiz” oluyor?15
Aynı işlem bir durumda “yetersiz” iken öbür durumda nasıl “yeterli” oluveriyor? İki benzer vakaya aynı kıstası uygulayıp taban tabana zıt sonuçlara varmak gülünç bir çifte standart değil mi?
Üstelik Sezen’le Akyol, bambaşka bir bağlamda tartışılması gereken bir meseleyi daha buraya taşıyarak, bu sefer de farkına varmadan tüm çevirmenlere büyüklenmişler: “Sadece keyfî seçmelerle yapılan Türkçeleştirmeler ve gramatik düzeydeki değişimler, bir eseri ne kadar yeniden çeviri yapar?”
Metnin sahibinin ya da çevirmenin seçimleri elbette ki “isteğe bağlıdır”, ama “keyfî” sözcüğünü kullandığınızda, mecazi anlam olan “gerçeğe, usa, yol ve yöntemine uymayan” da demiş oluyorsunuz. O zaman af buyurunuz: Yazar ya da çevirmenin kendi metnini gözden geçirirken alacağı kararların hangilerinin “keyfî” olduğuna kim karar verecek? Seçim hakkı yazara ya da çevirmene ait değilse, kime ait o zaman? Yayıncılara mı? Yüzeysel yorumculara mı? Bir sansür kuruluna mı?
Dahası, “Türkçeleştirme” meselesi apayrı bir tartışma konusudur16 ve burada gündeme getirilmesi Sezen’le Akyol’un iddiaları açısından çok talihsiz olmuştur!
Çünkü bana kalsa, “Türkçeleştirme” ya da “sadeleştirme” denen işlem aslında başlı başına bir çeviridir: Osmanlı Türkçesi denen dilden günümüz Türkçesine çeviridir. Dileyen buna “uyarlama” da diyebilir. Aslında tam da öyle olduğu için, yani bu işlem bir tür çeviri olduğu için “Türkçeleştirmek”ten, yani (sözlük tanımıyla) “yabancı dilden Türkçeye çevirmek”ten söz ediliyor.
Ancak hem “Türkçeleştirmek” kavramını kullanıp hem de o eski dili “Türkçe” olarak tanımlamak ayrı bir sorun teşkil ediyor. Çünkü eski dille (yani Osmanlı Türkçesiyle ya da Osmanlıca) yazılmış bir metni “Türkçe” yazılmış olarak kabul edersek, o metni günümüz okurunun anlayacağı hale dönüştürmenin adını nasıl olur da “Türkçeleştirme” koyarız? “Türkçeyi Türkçeleştirerek Türkçeleştirmek” gibi saçma bir kavramı başka bir dilde anlaşılır şekilde çevirmeyi becerebilecek yürekli tercüman varsa beri gelsin!
“Sadeleştirme” ise tamamen ideolojik ve çarpık bir nitelemedir. Bir lügatteki kelimeyi çıkarıp başka bir sözlükteki sözcüğü ornatmanın (“ikame etmenin”!) nesi “sadeleştirme”dir? Bu işlem düpedüz bir dönüştürme, yani içeriği bir dil bağlamından diğer dil bağlamına aktarma, taşıma, başka bir deyişle pekâlâ bir çeviri işlemi değil midir? Öyle olmasa, “kelimesi kelimesine” çevirmek, yani kelimeleri mekanik olarak sözlük karşılığı daha “sade” olduğu iddia edilen “tıpatıp aynı anlamlı” sözcüklerle değiştirmek cümlenin anlamını bozmazdı. Ama gerçekten öyle mi?
Örneğin “ahali o zamanlar günde beş vakit İstiklal marşını terennüm ediyordu” cümlesini “topluluk o zamanlar günde beş zaman bağımsızlık ezgisini alçak sesle söylüyordu” diye “sadeleştirmeye” kalksak, aynı içeriği mi ifade etmiş oluruz?17 Böylesine “keyfî seçimlerle yapılan Türkçeleştirmeler” bir eseri yeterince dönüştürmüyor mudur gerecekten? Bana kalsa, böyle bir işlem o metni değil “yeniden çeviri yapmak”, çeviri olmaktan dahi çıkarıp bambaşka bir kılığa sokmuş olur!
Böyle keyfiyetleri “keyfî” niceliklerle ölçmek mümkün müdür?
Sonuç olarak, çeviri hakkında akla gelebilecek tüm tartışmalı konuları torba bir metnin içine sıkıştırıp -üstelik Necatigil’in sırtından- nicel ve “keyfî” nitelemelerle çorbaya dönmüş analizler ve ucuz genellemeler yapmaya kalkmak yerine, her bir somut vaka temelinde daha kapsamlı ölçütlerle eserin bütününe bakmak gerekmez miydi?
Özetle, Sezen’le Akyol’a şu kanaatimi ifade etmek zorundayım: Makalenize neresinden bakarsak bakalım, olmamış! Hiç olmamış. Üstelik yakışmamış.
Neden “olmadığını” bu yazı boyunca yeterince açıklayabilmiş olduğumu umuyorum. Açıklamalarım ve üslubumun görünürde yer yer sertleşmesi onları üzmüş ya da kızdırmış olabilir. Anlarım. Ancak herkes de şunu anlamalıdır ki edebiyat, magazin üslubuyla ve dayanaksız spekülasyonlarla tartışılmaya yatkın bir alan değildir.
Sakın yanlış anlaşılmasın: Necatigil’i ya da başka önemli edebiyatçılarımızı “zinhar eleştirmeyin” diyen yok. Necatigil dâhil hiçbir edebî şahsiyet “tabu” ya da “dokunulmaz” değildir, olmamalıdır. Herkes elbette eleştirilebilir. Ancak nasıl ki edebî bir metinde “ne” dediğiniz kadar “nasıl” dediğiniz de önemliyse, edebiyat alanındaki eleştirilerde de bu geçerlidir. Asgari saygı, nezaket, özen gerektirir edebî eleştiri. Ayrıca öznelliğin ve önyargılı varsayımların nesnellik gibi sunulması da hoş kaçmaz.
“Ne” dediğiniz de önemlidir elbet, lafınızın altını doldurabiliyor olmanız gerek: Edebî eleştiride “haysiyet cellatlığına” yer yoktur.
İşte bu nedenle, makalelerini uzun uzadıya ve ayrıntılara girerek eleştirdiğim halde, ben de Sezen’le Akyol’un iyi niyetlerini sorguluyor değilim. Amaçlarının Necatigil’e çamur atmak olduğunu iddia etmiyorum, zaten öyle olduğunu da sanmıyorum. Gencecik insanlar, yaşasaydı bugün dedeleri yaşında olacak olan halim selim bir şaire neden “düşman” olsunlar ki?
Olsa olsa, kurbanı olduğunu varsaydıkları bir haksızlık karşısında Tietze’ye sahip çıkarak hakkını koruma dürtüsüyle hareket etmişlerdir. Bunu yaparken de ola ki “gönüllü avukatlığın” dozunu şaşırıp işi savcılığa soyunmaya vardırmışlardır… Biraz da “şu pek özensiz edebiyat ve yayın camiasına biraz çekidüzen verme” hevesine kendilerini fazlaca kaptırmış olabilirler.
Ayrıca, elde yeterli malzeme olmadan “kestirmeden bir şeyler kanıtlamaya” kalkınca da, medyaya çöreklene çöreklene hepimizin kalemine bir yerlerden bulaşıp musallat olmaya pek yatkın olan (ve aslında kendilerinin de eleştirmek istedikleri) o kahrolasıca magazin ve “abartılı tanıtım” üslubuna Sezen’le Akyol da -belki farkına bile varmadan- teslim olmuşlar kanımca.
Oysa başkasından özen talep edenlerin kendileri de en az o kadar özenli olmak zorunda değil midir? Kalemlerinden kâğıda dökülen sözlerin ucunun nereye vardığını düşünmeleri gerekmez mi?
Öte yandan, başkalarının ve mağdurların hakkını aramak özünde iyi bir haslettir. Benimsediğim ve savunduğum bir değerdir bu: Zaten ben de bu yazıyı aynı değerler adına kaleme aldım! Çünkü kaş yapayım derken göz çıkarmamak, Tietze’nin hakkını savunayım derken Necatigil’i haksız yere batırmamak gerek, öyle değil mi?
Bunların dışında, Sezen’le Akyol’un yayınevlerini çeviriler konusunda daha titiz olmaya çağırmalarını tamamen destekliyorum. Kitapların daha eski baskılarının yeni yayınlarda belirtilmemesi ya da artık aramızda olmayan bir çevirmenin (ya da yazarın!) metnine gıyabında müdahale edilmeye kalkılması gibi konularda yayınevlerine yönelttikleri eleştiriler bence de yerden göğe kadar haklıdır (fazla genellememek kaydıyla elbette, çünkü özen gösterenler de var).
Bağlamın ve hedefin yanlış seçilmiş olması bir yana, bu tür konuları gündeme getirmekle iyi ediyorlar bence ve bu konularda Sezen ve Akyol’la özünde aynı saflardayız. Necatigil’in Rilke ve Mann çevirilerinin yeni baskılarının künyesinde ilk baskının referanslarının yer alması ve o ilk baskıda Andreas Tietze’nin de adının yer aldığının belirtilmesi elbette şık olur.
Son olarak, Necatigil’i eleştiriş tarzları bizleri bu sefer karşı karşıya getirdiyse de, sevgili şairin aşağıdaki dizelerinin bizleri bu kez edebiyat tutkusu etrafında yeniden buluşturabilmesini umuyorum:
“Ki bugüne beni siz mi getirdiniz
Çıkar tanıyanları, vardır elbet bildiği
Kimleri boşladım, borçlarım kimedir
Ödedim, öderim.”