Yeryüzüne dokunmadan yürüyenler adına anıtlar dikilirken, özlü sözler miniklerin dirliğini dövmekte kullanılır...
23 Şubat 2017 14:00
Cehâlet kavramının yaşantılar aşarak dünyayı katettiği uygarlıklar târihi gelip geçerken mefhum ötekine kolayca iğnelenen bir cankurtarana dönüşmüş durumda. Herkes râhatfezâ karşısındakini câhillikle damgalarken kendisinin câhil olmadığından da o derece emin. Konuyla alâkalı mı bilinmez, İngiliz matematikçi ve düşünce işçisi Alfred North Whitehead'in meşhur bir sözü var: Avrupa düşünce geleneğinin en güvenli genel nitelendirmesi, onun Platon'a eklenmiş bir dizi dipnottan ibâret olduğudur.
Ömrünü felsefe nehirlerinde harcamış Whitehead'in bu sözüyle doğruya işâret ettiğini kabul edersek, fikriyat piramidinin tepesine isâbet kriterinde Platon'u yerleştirmemiz gerekiyor ki, bu durumda onu kim böylesine etkili hale getirdi sorusuna geliyor sıra. Evet Sokrates, tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir diyen sâfî câhil, varla yok arası bir garip sîmâ. O varolmadı, o bir mit, Platon'un anlatmak istediklerini akıttığı hayâlî bir vâizden başka bir şey değil diyenler olacaktır, fakat arkasında biyolojik gerçeklik var ya da yok, Sokrates imgesinin Platon için arş-feylesof mertebesini, olabilecek düşün insanlarının en iyisini ifâde ettiği yadsınamaz.
Sokrates yazı yazmaz, varolmaya dâir ne varsa testten geçirerek, spontane, konuşma ritminde salınır. Sokrates bilmez, bilenlerin kapısını çalıp bilmediklerini fark etmeleri hususunda yardımcı olur. Köşeli yanıtlarla propagandaya yâhut sofistçe lâf kalabalığına meyyal sâbit fikirlilerin aksine Sokrates arar, ikilikleri aşan paradokslarla dile gelir. Öyleyse platonik anlayışta en büyük filozof hiçbir şey kaydetmeyip hayatı bir sır gibi yaşar, sisli toprakların içinde dolanır, heykeltıraşlık mesleğinde kayadan sanat eserleri oymak, bilgelik sevdâsında ise şehirdeki toy psikolojilerden denge yontmak peşindedir. Siyah ve beyazı sentezlere ulaşmaya zorlayan bir beyin kundakçısıdır bu ideal filozof, kimseyle anlaşamaz, kimse tarafından anlaşılamaz fakat bunlara rağmen göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir mevcûdiyetle dolaşır etrafta. Sonunda yok olmaya zorlanır, çünkü arayan birey bulduğuyla yetinmek isteyen binler tarafından dâima tehdit addedilir.
Câhil kime denir meselesini eşeleyerek klasik dönemde bilgelikten payını almamış tanımlamasına ulaşacakken, modern zamanlarda yeterli bilgi yüküne sâhip olmayan kişi kullanımıyla karşılaşırız, sözlük tahsilsizliğe kadar indirir sıfatın mânâsını. Tahsil dediğin nedir ki, öğretim denen şu yüksek icrâatı geçim tornası kılmış bilirkişilerin kafa içindeki orijinal katreleri döke saça bulandırma performansı. Eğitimle kösteklenen beşer numûnesi câhilliğini geride bırakıyorsa, gezegenin nüfusunun kayda değer yoğunluğu bu menfî nitelikle arasına geniş mesâfeler çekmiş durumda olmalı, yok eğer diplomaları yağma ganîmetleriymişcesine yığmak câhiliyeden sıyrılma garantisi sağlamıyorsa, o vakit lugatin sayfalarını karalayıp bir adım daha ilerlemek lüzumu var. Belki de tahsilin artışı oranında câhil kişi tırtılını yararak kelebekleşiyordur. Buna inanmaya devam edenler akademinin yükselen duvarlarının mini mini evlâtları nasıl da ışıldattığını açıklayabileceklerdir, yılların ağızdan burundan tıkılan kalıp bilgileri zihinlerimizi nasıl da fosforladı değil mi, öğretmenlerimizin kompleksleriyle travma üzerine travma edinirken bizler, medeniyetin muazzez hasletleriyle ne de güzel hemhal oluverdik.
Kabul etmek istemesek de, müfredatta rendelenip profesyonel maskelerimizi cvlerimize iliştirdik, anonim gölgelerle geziyoruz kariyer koridorlarını, hakir görecek birilerini arıyoruz, câhilsin diyerek üstünlük kurabileceğimiz. Oysa yeteri kadar durur, bekler, boşluğun içine bakarsak kültürün ihtişamlı mâbedine geri dönmemizi sağlayacak ekmek kırıntıları boşluğun içinde teker teker belirmeye başlayacaklar, yüzeysel münâzaalarla çınlayan kulaklarımız ankanın çığırışına tesâdüf edecek, ne de olsa kıymetli olan asla tükenmez yalnızca gizlenir, gömüldüğü toprağın ölmesine mukavemet ederek köklere can suyu taşır, şu kubbede bir hoş sedâ bâkî kalır. Acıdan payını yüklenen yeter diye feryatlandığı noktada arayışın peşine takılır.
Zygmunt Bauman'ın arka kapıdan terk ettiği günümüz çöllerinde vâha bakınanlar azalırken, Tzvetan Todorov da uzaklaşır. Bedenler ufkun mâverâsına çekilirken yaşanmışların posası fikirler katmanı noosferde birikir. Keşfetmiş olanların birikiminden yeni gelenler nemâlanır, fark edilmeyen yok zannedilse de isimlerini unutmaya çalışanlar daralan dar alanları dalgalandıran sonsuz ışığı gözleriyle yakalarlar. Anlatılanlar bitmeyecektir, anlamak isteyenler de. Alfred Korzybski'nin sınıflandırmasında zaman-bağlayıcı tek varlık insandır, öğrendiklerini ömrün ötesine taşıyabilme becerisine yalnız o sâhiptir. Bu dev adımı atarak insan insanlığı ibdâ eder, aydaki ayak izlerinden daha kuvvetli darbelerle varoluşun doğasına şekillerini işler. Semboller üretilir, enstrümanlar rafineleştirilir, tabiattan devşirilenler zihinde pişirilerek akıntıya kazınır, ömürler bilmenin ham maddesi kılınır.
Todorov'un kitabından bir alıntı çetrefilleştirir güncelin sıkışık çerçevesini:
"Rainer Maria Rilke gibi bir geç romantik, sanatçının eserini yaratabilmek için dünyayı sevmeye mecbur olduğunu hissetmesini güzel sözlerle anlatmıştır. 1907 sonbaharında Paris'ten karısı Clara'ya yazdığı, Cézanne, Rodin, Baudelaire ve Flaubert'in yaratıcı çalışmalarını nasıl anladığını anlattığı mektuplarda bunu yapar. Sanatçı dünyaya yönelik sevgisini ve takdirini resmetmek ya da betimlemek mecburiyetinde değildir; fakat anlamak ve yaratmak için şeyleri sevmek zorundadır. Bu olduğunda yaratım içinde bir tür "sevgi tüketimi" gerçekleşir. Hakiki sanatçı "bütün elmalara yönelik sevgisini bastırarak yalnızca resmini yaptığı elmaya yöneltmeyi" başarmış kişidir."[1]
Ululanarak fetişleştirilen kültür aslında bir sevgi işidir, ondan önce ise bir ihtiyaç meselesi. Ancak keşif yapmak zorunda kalan kişi daha derin bağlantılara gereksinim duyar, heyecandan kıpırdayamamaktadır çünkü, korkmaktadır. İlk aşk, ölümcül hastalık, doğru zannedilen resmi asitleyen son mâlûmat damlası, krizler kalbi delip geçer, ozanın bahsettiğine benzer biçimde ışık oralardan işler içe. Gözleri yeniliğin ısısından yanmakta, tek başına, bilinmezlikle karşı karşıya ürkek bir siluet pusa dalmak mecbûriyetinde bulur kendini, istemez fakat itilir. Yıldırımlarla terbiye edilen insancık hiçliğe dokunacak olur, yıkılır. İmdadına Hemingway yetişir: Dünya herkesi kırar ve sonrasında, bazıları kırılan yerlerinden kuvvet kazanır.
Sayfalar Sokrates övgüleriyle dolarken, sözü sezgiden asla ayırmayan ustanın gülümsemesi kulakları yalar geçer. Yeryüzüne dokunmadan yürüyenler adına anıtlar dikilirken, özlü sözler miniklerin dirliğini dövmekte kullanılır. Döneminin kurye askeri, hemerodrome yâni gün-koşucusu Pheidippides Atina'dan Maraton'a iki yüz kırk kilometre koşarak yurttaşlarını kurtarmaya uğraşır. Görevini yapar, inandığı, içinde duyduğu prensip üzere ormanları aşarak ilerler, ne saat, ne beden, ne gündüz, ne gece engel olamaz, değerli bir şeyler vardır ve değerli şeyler muhâfaza edilmelidir. Peidippides koşar, havâdisi ulaştırır, cevabı alır, savaş alanına geri döner ve ölür. Yorulmuştur, imkânsızca iyiye, güzele, doğruya tutkun olmak tüketir insanı. Coğrafya fark etmez, kültürde demlenen beşeriyet birbirine kenetlenerek parlar.
Zorlukların koç başı kırar kabuğu, derinlerde bekleyen hakîkatli figür kırılganlığıyla arz-ı endam etme şansı yakalar. Spot ışıklarına uyum sağlayamaz mütevâzî yabancı. Meskûn kişilik lime lime edilir, birey öğrendikçe koza işlevsizleşir, özgürleşmek için uzanan el üstadların çekimine kapılır. Kimsenin hatırlamadığı güneş sistemleri doldurur düşünceleri. Temrinler silkeleyemez câhilliği ama girişken kesinliklerle menteşe menteşe sökülür huzur. Güneşle ay arasında alınan nefesle verilen kadar belirsiz bir uzaklık hâsıl olur. Sokrates'in yaşayıp yaşamadığı, bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir cümlesini sarf edip sarf etmediği bile belli değilken en kabadayı katiyet bir zandan ibârettir, epistemolojisi şüpheli ve loş âlem hepimizi kandırmaktadır.