"Tek başına alındığında olağanüstü bir yaz kaçamağı gibi durur Necatigil’in şiirinde Kareler, sarsıcı ama yine de kendisine dair yerleşik izlenimle bağdaştıramayan bir yaşantı. Ev’in dışına çıkmıştır, hem şiirinin hem de şiirin. Hem şiiri hem de şiir adına çığır açıcıdır. Kareler’le şiirimizin en radikal ve hâlâ aşılamamış çıkışını yapar, ardından yine aynı şaşırtıcılıkla eski şiirine döner."
07 Temmuz 2022 18:30
Yıllar içinde karşılaştığım Behçet Necatigil’in şiiri üzerine düşünen metinler genelde Kareler[1] hiç yokmuş gibi yaparlar. Bunun yerine onun zanaatkârlığından, kuyumcu işçiliğinden dem vurulur çoğu kez. Yazıyı kaleme alanların Necatigil’e bakışlarıyla ilgili bir çaresizlik gibi geldi bana bu hep. Ve bu çaresizlik muhtemelen Kareler’le tanımlı bölgenin dışına çıkan bir çizgiyi görememekten veya görse de bunu ne yapacağını bilememekten kaynaklanıyor. Bu da bir miktar anlaşılır bir durum, çünkü bu çizgi, şiirimizin paradigmasının veya algısının dışına düşüyor. Dolayısıyla bu yalnızca onların değil, şiirimizin de bir çaresizliği.
Tek başına alındığında olağanüstü bir yaz kaçamağı gibi durur Necatigil’in şiirinde Kareler, sarsıcı ama yine de kendisine dair yerleşik izlenimle bağdaştıramayan bir yaşantı. Ev’in dışına çıkmıştır, hem şiirinin hem de şiirin. Hem şiiri hem de şiir adına çığır açıcıdır. 1975 yılında İkinci Yeni’nin atılımı solgunlaşmaya yüz tuttuğunda ve ülkenin biçimsel bir deneye alerjisinin kuşkusuz tam da en yüksek olduğu bir dönemde çıkarır Kareler’i. Türkçe şiir kendi rotasındadır, Necatigil kendi. Kareler’le şiirimizin en radikal ve hâlâ aşılamamış çıkışını yapar, ardından yine aynı şaşırtıcılıkla eski şiirine döner.
Türkçe şiir en geçinden İkinci Yeni’den beri sesli olarak okunmak üzere yazılan bir şiir olmaktan çıktı, ancak tamamen yazılı bir kültüre geçildiği anlamına da gelmiyor bu. Eğer bu yol denenseydi nasıl olurdu acaba diye merak ediyorsanız şanslısınız, şanslıyız, çünkü elimizde enfes bir örnek var: Kareler. Bu kitapta yer alan “Kenet” adlı şiir:
İçim
b/ekledurur ken/et
otlar yaban
söker düzler
kalır
bi/çim çürür ken/et
Kenet için TDK “İki sert cismi birbirine bağlamaya yarayan, iki ucu sivri ve kıvrık metal parça” diyor. Burada da şiirin ayrı sütun ve satırlara yerleştirilmiş sözcükleri birbirine bağlanacaktır, ancak sabit değil, değişen, oynak birlikteliklerle. O kadar ki, “kenet” sözcüğü de bundan nasibini alır ve “ken/et” olarak ikiye ayrılır. Böylece hem hece de bir operasyon öğesi olur hem de ‘dururken et’ anlamıyla birlikte bu oynak kenetin etten oluşan insan olduğu ortaya çıkar. “b/ekle” demektedir, yani ‘bekle’ ve ‘ekle’ diyerek bu şiirin nasıl okunacağını göstermektedir. Sağdan-sola, soldan-sağa, yukarıdan-aşağı, aşağıdan-yukarı, çapraz ve sıçramalı, canınızın istediği gibi okuyabilirsiniz. Doğru okuma yoktur, herkesin kendi hatlarını bulup çıkarması gerekir. Hecelere varan bir söküm ve dağılmışlık, tekrar birleşme ve tutunma hatları oluşturmaya davet eder.
Bu şiirleri Necatigil nasıl yazdı, neden yazdı? Necatigil’in çevirmen kişiliği şairliğine etkidi diye düşünüyorum. Çevirmeni olduğu Batı şiiri ve düşüncesini bilmemesi, Almanca çevirmeni olarak İsviçre, Almanya ve Avusturya’da türeyen somut şiiri, somut şiirin bir türü olan konstelasyonları görmemiş olması olasılık dışı. Şiirini indirgenmiş bir dilsel malzemeyle kurması ve bu dilsel öğelerin birbirleriyle hangi operasyonlara girdiği, ancak somut şiirin etkisiyle açıklanabilir kanımca. Ve Almanca şiirde gördükleri bir süreliğine de olsa onu paradigmasından dışarı çıkarmış olmak zorunda.
Ama hiç de öyle birdenbire olmamıştır bu. 1963’ten beri usul usul gelen bir arayış vardır ve bu arayış nihai formunu 1975’te Kareler’de bulur. Öncesinde Yeni Dergi’nin Ağustos 1970’deki 71. sayısında yayımlar birkaçını. Ancak işte yazmaya başladığı bu şiirler ile Jandl’dan çevirmek üzere seçtiği şiirler arasında bir bağ yoktur,[2] daha ziyade seçmediği şiirlerle bir bağ vardır. İki Jandl’a karşı iki Necatigil. Kareler bir somut şiir kitabı değil, kendi başına bir kitaptır ama Jandl’ın birkaç sütunlu şiirleriyle de, somut şiirin konstellasyonlarıyla akrabalık da yakındır. Kendisinin ve şiir kamusunun görünürlük dairesini (anlamlandırma düzenini) esas alıyordu belki çevireceği şiirleri seçerken. Kendi şiirine az çok benzeyen şiirleri çevirdiği, uç deneyleri ise etkilenmek üzere, deneyimlemek istediği, kendine sakladığı söylenebilir. Sonra, çok sonra oradan kendi şiiri olarak dışarıya çıkmak ve onunla birlikte de içindeki bir kendiyi dışarı çıkarmak üzere. İçine adım adım girdiği yeni şiiriyle, içine adım adım girmesi gereken muhtemel çeviriler arasındaki zaman farkıydı herhalde bu.
Ancak bir etki daha vardı mutlaka: çevirmeni olduğu Batı şiiri ve düşüncesi. İsterseniz o ayrıklığın, bağdaşmazlığın adını koyalım: farklı anlamlandırma düzenleri ve görünmezlik.[3] Görünmez olmak, çünkü birtakım sınırların dışına düşmek. Necatigil’in de bir dönem Avusturya’nın ve Türkiye’nin birbirine görünmeyen iki şiiri arasında gidip geldiğini düşünüyorum. Görülebilecek olanı çevirir, ama kendisi görünmeyenden etkilenir. Bu deneyimi çok önce yapmış, içinde yaşatmış olsa gerek. Ama dile geldi mi bilmiyorum. Belki ayrım o kadar büyüktü ki, dile bile gelemiyordu. Ve belki Kareler bu açmazdaki en büyük çevirisiydi.
Ancak yine de Necatigil’in Kareler’inin Batı’dan tanıdığımız somut şiirlerden bir farkı var. Bu şiir konuşuyor, sözcüklerin çağrışım hatlarını kırmıyor. İcralarına dair bir özgürlük tanınmış, ama birleşip akmak için orada duruyorlar. Sözcükler, sözcük temelinde bir yenilenmenin veya yeni bir soyutlaşmanın aracı olarak değil de yine birleşip akacakları cümlenin öğeleri olarak duruyorlar. Okur okuma hatlarını kendi seçse de bir duygusal katılım hemen oluşuyor ki, bu da çok yaklaşsa, sınırına varsa da onu somutlardan ayırıyor. Sözelin ayrıştırılması, bilakis (akışa olan) özlemi artırıyor. Bu direnci şiirin böylesine yüzeye yayılması dahi kıramıyor.
Dolayısıyla Kareler’in, yüzyıllardan beri süregelen anlatımcı bir geleneğin varacağı son yer olduğu söylenebilirdi. Böylece hayal kırıklığına uğramış, dahası provoke olmuş şiir kamusunu yatıştırıcı bir şeyler söylemiyor değil Necatigil. Ancak hem kurduğu, alıştırdığı şiirinin böyle olmaması hem de girişiminin muhafazakâr şiir kamusuna çok erken gelmesi nedeniyle, oralardan güç almak şöyle dursun, sürekli güç kaybetmek durumunda kaldığını gösteriyor bana. Toplumcu çevrelerin şiir üzerindeki baskısının da artık kurumlaştığı dönemdir. Ama Kareler, yoğun geri dönüşlülükleri, hecelere varan ayrıştırıcılığıyla şiirimizin bu gelenekten tüm bir kitap olarak ilk ayrıldığı yer olur. Ülkenin kendi modernleşmesinin talep ettiği açılımın, geleneğin izin verebileceği en üst sınırla bir çatışmasıydı veya bu çatışmaya bir çözüm önerisiydi.
Eğer Necatigil şair olarak daha önce bu kadar görünür olmasaydı, Kareler yayımlansa bile kolaylıkla görünmez kalıp yok bir varlık yaşayacaktı. O kitabı görünür yapan Necatigil’in geçmişiydi. Bu nedenle çok şanslıyız, bastırılan böylelikle görünürleştiği için. Biz de ancak bu sayede görebildik Kareler’i ve onunla birlikte de avangardın niye olmadığını, olamayacağını. Düşünün bir, belki de bir avangard oldu ama kimse görmedi. Avangardın kişisel olarak tüm tarih ve coğrafyalarda oluşabilecek bir durum olduğunu düşünüyorum, sonuçta insan beyninin bir olanağı, ama görünürleşmesi, birtakım gereksinimlerin ifadesi olması için toplumsal düzlemde bir kırılmanın, açıklığın gelip yerleşmesi gerekiyor. Avangardı olumlayan (en azından baskılamayan) bir kamu olmaksızın göreceği muamele herhalde en fazla bir art-brüt muamelesi olurdu diye düşünüyorum.
1963 yılında yayımladığı Yaz dönemi adlı kitabının başlığı yalnızca bir önceki kitabı Dar Çağ’ın darlığından kurtulduğunun müjdesi değildir herhalde ve aynı zamanda bir sonraki dönemini işaret etmektedir, sonrasının da yaz’ıdır adeta ve “dönem” sözcüğü dönüm gibi de durur istenirse. Kitaptan “Zaman Kayması” adlı şiir:[4]
Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar;
Geçmiş, gelecek birleşir tek kesitte.
Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde
Ya da başlar ansızın tâ ilerde olacak.
Çağırır gerilerden bir değişim ilk aşkı:
İşte yine o sıtma.
Çok sonraki yılları, oysa daha bir çocuk,
Duyar beri yanda bütün doymuşluğunca.
Sarkaçlar gibi Şimdi sallanır
Dünle yarın arasında düzensiz.
Ya çok ileri gider ya da çok geri kalır,
Düzgün işletemeyiz.
Serpiştiriyordu bir kar soğuk gece yarısı
Birden mayıs sabahı, Ilık seher yelleri.
Daha demin kıştı, başlar temmuz
Ve yaşanır bir sonbahar gibi bir yaz dönemi.
Şiirin ilk halinin Ataç dergisinin 15 Haziran 1962 tarihli sayısında yayımlandığı yazıyor Yapı Kredi baskısında. Şiirin ilk kıtasının son iki dizesi kitaptakinden farklıdır bu ilk halinde:
Sanki ilk kez yaşanır çok öncelerde kalmış;
Oluşur yenilerde bir Eski-gitgide
“Oluşur yenilerde bir Eski-gitgide” dizesinin yerine “Ya da başlar ansızın tâ ilerde olacak” gelmiş. Necatigil, kitabında bu dizenin dergideki haline göre ilk bakışta önemsiz gibi görünecek ama tutumundaki farklılaşmayı gösteren bir değişiklik yapmış kanımca: gelecek, geçmişin oluştuğu yerken şimdide başlayan yer olmuş. Güvenlikli geçmiş yerine arzulu gelecek tercih edilmiş. Nedensellik aynı nedensellik, ayrım bakış açısında, yeniyi eskiye gömmek yerine şimdiyi geleceğe taşıyor. İşte ne olduysa o dönemde olmuş ve sonrası için şöyle yazmıştır. “Entelektüel şiiri mi savunuyorum? Öyleye benziyor. Yaz dönemi (1963)’ndeki şiirlerimden başlayarak uzun süre bu önerilerimi kendim uygulamaya çalıştım.” Buradaki “kendim” sözcüğü manidar, kendisinden başkası uygulayamayacağına göre. Kendim diye ayrıca vurgulamasına gerek yok, kendim’i burada ‘yalnız başıma’ diye okumak gerek. Kendi başına uygulamış, kendisine saklamış adeta. Ve devam eder: “1970-1972 arasında ‘Kareler’ başlıklı 30-35 şiirde bu işi daha da ileri götürdüm.”[5]
1963 ile 1970 arasında dilinin soyutluğa kaydığı kitaplar gelir: Divançe, İki Başına Yürümek, En/Cam ve Zebra. Kitapların adları program gibi duruyor. “Zaman Kayması”nın söylediği gibi tüm mevsimlerin birbirine karıştığı, gelecek ve geçmişin iç içe yaşandığı, saatin ya ileri ya geri gittiği zaman kaymaları içinde yazar şiirini. Modern şiirimizin, diğer şairlerce belirlenen seyrinin dışında kitaplarıdır bu şiirin sonradan somutlanacak nesnesi. Nitekim ‘50’lerde parlak durur şiiri, ‘60’larda birden eski kalır, ‘70’lerde tekrar parlar, görünmezlik pahasına.
Bizim şansımız ise, şiir algımızın görünür ışık spektrumuna düşmeyen bu metinleri, bilinen ve takdir edilen bir şairin özgül macerasının bir görünür ışık spektrumuna taşınmış olması. Necatigil’in deneyi bunu görebilmemizi sağlıyor. Yalnızca düşük hızlarda bir değişimi kabul eden bir şiir geleneğine, bırakın avangardı, bir, belki iki dönem sonrasının şiirini teklif ederseniz sonucu ne olur, onu görmemizi sağlıyor. Bu kızılaltı dünyanın görünür bölgeye tercümesi kızgın, yargılayıcı ve dışlayıcı yorumlara yol açmış. Peki, neden bu kızgınlık, tahammülsüzlük?
18 Ağustos 1970’de Cumhuriyet gazetesinde yer alan söyleşisinde[6] Rauf Mutluay’ın Necatigil’e yönelttiği sorular, bu rahatsızlığa dönemin algısının içinden bir ad verme çabasının veçheleri olarak duruyor karşımızda (kalınlaştırılmış pasajlar benim öne çıkardıklarım):
“Toplum ve Dar Çağlar içindeki yaşantınızdan, insancıl gözlemlerinizden gelen o sıcak şiirleriniz yerine şimdi daha çok kelime imkânlarına, biçim dikkatine dayanan bir şiir koyduğunuzu, toplumun ortak sorunlarına uzak kaldığınızı kabul etmez misiniz?”
“Uzak çağrışımların çözümünü kendinizin dışındakilerden beklemek, anlama onların yardımını istemek, sizce ne ölçüde doğrudur?”
“Divan şiirinin (…) ümmet çağının toplum yapısını, dünya görüşünü ve Fars mitologyasını yansıttığını biliyoruz. Yeni şiir kitaplarına Divançe [Necatigil: 1965], Divan [Turgut Uyar: 1970] adlarını koymak, şiirlere “kaside”, “gazel” demekle birlikte o biçimlerin disiplinlerine girmemekle ne sağlanabilir? En önemlisi şiirin bir dil sanatı oluşudur. Bugün şiirimizi ölü bir dilin imkânlarıyla nasıl zenginleştirebiliriz?”
“‘Yeni Dergi’nin son sayısında yayımlanan Kareler şiirleriniz, benim tespit ettiğime göre toplu bir yadırgı yarattı. Öteden beri bireysel boyutlar içinde toplumsal bir ufkun özünü dile getiren şiirleriniz bu dönemde aşırı bir biçim dikkatine dönüşüyor. Eski yolunuzdan kesin bir dönemeçle ayrılış değil mi bu? Niçin?”
“Çağdaş ülkülerin, siyasal ve toplumsal inançların insanın mutluluğunu sağlamak için varolduğuna; şiirin, zamanına uygun bir sorumlulukla bu amaçlara adanması gerektiğine inanmaz mısınız?”
Rauf Mutluay, aslında soru olmayan, yargılayan, hatta azarlayan sorularıyla yüzyılın en cesur kitabının şairini yanlı bir sorgu hâkimi rolü içinde utandırmaya çalışıyor. Ona Necatigil’le bu şekilde konuşma cüretini veren ne? Yargılamasının yargılanmayacağı rahatlığı belli ki… Arkasını yaslandığı yer neresiydi? Arkasını yasladığı yerin, öncelikle herkese sirayet etmiş ve ne olduğu belli olmayan, kendi dışını bilmek istemeyen ama yargılayan bir toplumcu gerçekçilik bağnazlığı olduğu, “toplum” deyip durmasından belli oluyor. Sorgulamasını şiire duyduğu özen, ilgi ve merak değil, siyasetten aldığı icazetle had bildirme ve zapturapt altına alma arzusu belirliyor. Ve tabii aydınlanmanın ve çağdaşlığın tekelinin elinde olduğu güvencesi. Bunun dışı sadece kötü şeyler çağrıştırmış ona, tabii tüm bunlar hep halk adına.
Bu linç mahkemesinden Necatigil’i severek ayrılmanız için son bir soru ve yanıtını paylaşmak istiyorum:
Peki bu konuşmadan sizde kalan izlenim nedir?
“Yarımlık. İstediğim halde birçok şeyi söyleyememiş, açıklayamamış olmanın verdiği eksiklik, yarımlık duygusu.”
Öyle değerli ki o “yarımlık”… Tüm çabamız, umudumuz orada, o iki yarımın birbiriyle olan bağında duruyor. Bir kısmi dil tutulmasına uğradığını söylüyor Necatigil. Birbirine tercüme edilemeyen iki dünyanın, iki yarımın bir araya gelmesi bunun nedeni. Henüz ifadesi yoktur çünkü öbür dünyanın ve uzun zaman da olmayacaktır.
•
NOTLAR:
[1] Kareler Aklar, Behçet Necatigil, Bilgi Yayınları, İstanbul, 1975.
[2] Jandl’dan çevirdiği iki şiiri Türk Dili dergisinin Ağustos 1964 tarihli sayısında yayımlamış. Türkçeye “Uykuda” ve “Ama sonra nerde” başlıklarıyla çevrilen bu şiirler, Jandl’ın 1952 ve 1956 yayınladığı “Im Schlaf” ve “Wer fragt schon” adlı şiirleridir. Bu şiirler Jandl’ın henüz deneysel şiire temas etmediği erken döneminin şiirleri. Oysa 1964 öncesinde “schtzngrmm” (1957), “heldenplatz” (1962) gibi döneme damgasını vuran şiirler çoktan gelmiştir. Bunlar Necatigil tarafından çevrilmiyor.
[3] Burada bahsettiğim görünmezlik Lawrence Venuti’nin Invisibility’si değil. Burada çevirmenin değil, yapıtın görünmezliğinden ve çevirinin onu görünürleştirme çabası ve bunun zorluğundan bahsediyorum.
[4] “Zaman Kayması”, Behçet Necatigil, yaz dönemi, Ataç Kitabevi, İstanbul, 1963; Şiirler 1948-1972, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, sayfa 64.
[5] Bile/Yazdı, Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, sayfa 55.
[6] “Necatigil şiiri yol ayrımında mı?”, Behçet Necatigil, Düzyazılar II, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, sayfa 100-3.