Ben Senin Zencin Değilim: James Baldwin’in öfkeli, haklı olduğu için daha da öfkeli kaleminin sese ve görüntüye dönüşmüş hâli
20 Nisan 2017 05:29
James Baldwin’in yarım kalmış 30 sayfalık bir metni, Remember This House (Bu Evi Hatırla) Haitili yönetmen Raoul Peck tarafından Ben Senin Zencin Değilim (I Am Not Your Negro) adıyla bir belgesele dönüştü geçtiğimiz yıl. Remember This House, Baldwin’in üç siyahi aktivist, Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr. ile arkadaşlık ilişkisi ve kendi kişisel tarihi üzerinden ABD’deki ırkçılığa karşı bir manifesto girişimi niteliğinde. 36’ncı İstanbul Film Festivali belgesel bölümünde Türkiye’de de izleme fırsatı bulduğumuz film ABD’nin ırkçı politikalarının bir dökümünü yapmakla kalmıyor; bu sorunun ekonomik, kültürel ve toplumsal sebepleri üzerinden bugüne ve geleceğe dair çözüm önerilerinde de bulunurken beyaz insanı pek de hoşlanmayacağı bir yüzleşmeye de davet ediyor.
Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr., “bu üç adamın hiçbiri kırk yaşını görmedi.” Bu sözler James Baldwin’e ait. Belgesel, Samuel L. Jackson’ın seslendirmesiyle, Remember This House metninin 1930’lardan itibaren beyazperdede siyahların temsili, geçmişten günümüze maruz kaldıkları ayrımcılığa dair arşivlerden görsel ve videolar eşliğinde bir okuması şeklinde ilerliyor.
“Sana vurana diğer yanağını dön” sözünü benimsemiş bir rahip, Martin Luther King Jr., Sivil Haklar Hareketi’nin bu barışçıl tavrıyla kimi zaman alay bile eden Müslüman siyahilerin lideri hâline gelmiş bir Malcolm X ve Nina Simone’un Mississippi Goddam şarkısına ilham vermiş Medgar Evers... Birbirlerinden farklı görüşlerine rağmen 60’lı yıllarda siyahilerin yaşadığı baskı ve şiddet nedeniyle aynı noktada, “eşit yurttaşlık” noktasında, buluşan üç Afro-Amerikalı aktivistin henüz kırkına varmadan ölümünü, bu ölümler karşısında hissettiklerini anlatmak üzere yola çıkıyor Baldwin. Yönetmen Raoul Peck’in elinde ise bu metin âdeta uzun bir ağıda, ağıt dediysek öyle sessizce içe akıtılan gözyaşlarıyla değil, Güney’in blues ve cazının en yüksek ritmiyle yükselen bitmeyen bir direnişe de evrilen bir ağıda dönüşüyor.
Baldwin’in katıldığı televizyon programlarından, üniversite ya da topluluk konuşmalarından görüntüler eşliğinde bu kuvvetli metin hem tarihe tanıklık eden hem de sorunun kaynağına inerek ona bir çözüm üretmeye çalışan bir yerde duruyor. 1963’te polisin siyahi gençlere karşı ayrımcı ve şiddet içeren tavırları sonrasında başlayan Birmingham Hareketi’nden 2014 yılında Micheal Brown adlı siyahi bir gencin polis şiddetiyle ölümü neticesinde başlayan ve tüm ülkeye yayılan Ferguson Protestoları’na kadar ne değişti; ya da köleliğin kaldırılmasından, 1957 yılında ilk kez beyazlarla aynı liseye giden, karşılaştığı taciz ve hakaretler sırasında okul bahçesinde yürürken çekilmiş fotoğrafıyla dünya tarihine geçen Dorothy Counts’ın yaşadıklarına kadar?
Bu gibi dönüm noktası yaratan olaylar eşliğinde izlediğimiz Ben Senin Zencin Değilim, aynı zamanda son derece kişisel bir hikâye de. Hayatının büyük bölümünü siyahi, eşcinsel bir yazar olarak doğduğu topraklardan uzakta geçirmek zorunda kalan James Baldwin'in "bir zenci olarak" hikâyesi. Baldwin, sadece bir yazar değil ateşli bir aktivistti de. Kendisini hiç öyle tanımlamasa da, onun tek bir konuşmasını dinlemek siyah- beyaz meselesiyle ilgili birçok fikrinizi değiştirebilir, hâlihazırda zaten bu konuda ırkçı olmayan bir yerde duruyorsanız neden orada durduğunuzu bir kez daha anlamanızı sağlayabilir. Baldwin, şüphesiz iyi bir hatipti. Kitlelere nasıl sesleneceğini biliyordu. Yaşasaydı, ardından kitleleri sürükleyen arkadaşları Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr. dururken kendisine böyle bir yakıştırma yapılmasından muhtemelen hiç hoşlanmazdı ama bunun sebebinin, belgeselde ateşli bir konuşmasından sonra ayakta alkışlanırken ne yapacağını bilmeyen biraz utangaç biraz mütevazı tavrında gizli olduğunu biliyoruz.
Baldwin’in hikâyeye başlangıç noktası kendi çocukluğu olunca, onun o keskin kalemi bir de kendi anılarıyla birleşince Ben Senin Zencin Değilim, öylece oturup “bakalım zenciler neler yaşamış” diye izleyebileceğiniz bir belgesel olmuyor. Baldwin’in çocukluğunda beyazperdede gördüğü hiçbir “kahraman”ın babasına benzememesinin, beyaz insanın elinde silahıyla kendi adaletini istediği gibi sağlamasının, ilk gençlik yıllarında beyaz bir kız arkadaşıyla aynı evden çıkmaya çekindikleri için ayrı ayrı çıkıp sonra buluşmalarının ve daha nice travmatik anının peşi sıra bir siyahın gözünden Amerika tarihinin, dolayısıyla ayrımcılığın ve şiddetin tarihinin de izlerini takip ediyoruz. Öyle sessiz sakin bir takip olanağı da vermiyor ama film. İzleyiciyi, özellikle de beyaz insanı sürekli bir yüzleşmeye davet ediyor daha doğrusu zorluyor. Katıldığı bir programda şöyle diyor Baldwin: “Beyaz insanlar öncelikle başlangıçta neden bir zenciye ihtiyaç duyduklarının cevabını kalplerinden bulup çıkarmak zorunda. Çünkü ben bir zenci değilim. Ben bir insanım. Eğer ben bir zenci değilsem, ve bunu sen icat ettiysen, o zaman nedenini bulmak zorundasın. Ve ülkenin geleceği buna bağlı. Öyle ya da böyle bu soruyu sorabilmene bağlı.” Çünkü bir başka konuşmasında da dediği gibi, “Yüzleşilen her şey değişmeyebilir, ancak yüzleşilmeyen hiçbir şey değişmez."
Baldwin, 1965 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma sırasında, dönemin adalet bakanı Robert Kennedy’nin Amerika’daki siyahilerin hayatlarının nasıl da daha iyiye gittiğine dair “önümüzdeki yıllarda ABD’nin siyahi bir başkanı bile olabilir" sözleri karşısında şöyle der: “Biz 400 yıldır buradayız ve şimdi o gelmiş bize, eğer uslu durursak, başkan olmamıza da izin vereceklerini söylüyor."
Baldwin’in hiçbir zaman iyi çocuk olma kaygısı olmamıştır, onun kalemini bu kadar gerçek ve bu kadar sivri yapan da budur. Siyahilerin yüz yıllarca maruz kaldığı sistematik ırkçılığın ve ayrımcılığın karşısında seslerini çıkarmaları gerektiğini bilir. “Zenci” sorununun siyahların değil beyazların sorunu olduğunu, "zenci"yi icat edenin onlar olduğunu bilir. Çünkü küçük bir çocukken hiçbir siyah kendisinde bir sorun olduğunu düşünmez, farklı olduğunu bilmez, ta ki mahallesinden -Baldwin için Harlem’den- çıkıp da şehre karışana kadar. Otobüste beyazların gerisinde oturmak zorunda kalana, bazı mağazalara giremediğini fark edene, annesiyle gittiği sinemada beyazperdede ya görünmez olduğunu ya da kötü, beceriksiz, köle olarak var olduğunu görene kadar.
Ben Senin Zencin Değilim, dünyanın diğer ucunda çok değil daha elli yıl önce yaşandığına inanmakta zorluk çektiğimiz, inanmakta ve bu gerçeklikle başa çıkmakta zorlanacağımız bir deneyim sunuyor bize. Her coğrafyanın “zenci”si değişse de, kendine bir düşman yaratmayı her seferinde başaran “beyaz” insanın ve onun yaptığı işkencenin benzerliği karşısında bir kez daha şaşkına uğramamaksa mümkün değil.
Filmden, bir kez daha başkası adına utanarak çıkmaktan kaçamayacak; yazar, aktivist en çok da “insan” James Baldwin’in Harlem’de başlayan hikâyesinin neden bir direniş hikâyesine dönüştüğünü göreceksiniz. Bugün Amerika’da hâlâ Black Lives Matter (Siyahların Yaşamı Değerlidir) hareketiyle eşitlik mücadelesi devam ederken, 1963 yılında katıldığı bir televizyon programında Baldwin’e yöneltilen “bu ülkede zencilerin geleceğini nasıl görüyorsun” sorusuna verdiği cevap geçerliliğini korumaya devam ediyor: “Bu ülkede zencilerin geleceği, kuşkusuz ülkenin geleceğiyle aynı oranda karanlık ya da aydınlıktır.”