Benim korkunç çamaşırhanem

“Esther Freud’un son romanı I Couldn’t Love You More, 1930’ların İrlandası’ndan ‘90’ların Londrası’na uzanan üç kuşak bir anne-kız hikâyesi. Babası ünlü bir ressam, büyük dedesi Sigmund Freud olan İngiliz yazarın son kitabı taşıdığı soyadı kadar iddialı. Bu inat, direnç ve aşk hikâyesi umarız kısa zamanda Türkiyeli okurla da buluşur.”

29 Eylül 2022 20:30

 

Kapının önünde bizi otelden festival mekânına götürecek arabaları bekliyorduk. Muhteşem gözleriyle baktı, gri yeşildi sanırım, elini uzatıp “merhaba, ben Esther Freud” dedi. 2018’de Lahor Edebiyat Festivali’nde şans eseri aynı panelde yer almasaydık belki benim de pek çok Türkiyeli okur gibi tanımayacağım bir yazar olacaktı Esther.

Pakistan ve Hindistan’da düzenlenen edebiyat festivalleri genelde “büyük” oluyor. Büyük salonlar, büyük isimler, bir kısmını okul öğrencilerinin doldurduğu kalabalıklar, Avrupa ile kıyaslandığında daha yüksek bütçeler. O akşamdan kalma bir fotoğrafı hatırlattı telefonumdaki aplikasyon geçenlerde, baktım, en ölümlü benim. Diğerleri say soldan: Romancı ve oyun yazarı, ikinci romanı Peerless Flats ile Granta’nın En İyi Genç İngiliz Romancılar arasında seçtiği Esther Freud; The Famished Road isimli romanı 1991’de Booker Ödülü almış şair, romancı ve oyun yazarı Ben Okri; o kareden üç yıl sonra üçüncü romanı The Fortune Men ile Booker Prize kısa listesine girecek Nadifa Mohamed ve Irvine Welsh – evet, çoğumuzun romanını 1996’da Danny Boyle’un çektiği filmden sonra dönüp okuduğumuz, aklımızı başımızdan alan Trainspotting kitabının yazarı o Irvine Welsh.

Esther Freud, Bernardine Coverley ile Sigmund Freud’un torunu ressam Lucian Freud’un ikinci çocukları olarak 1963’te Londra’da doğar. Dört yaşındayken annesi ve kız kardeşi Bella ile on sekiz ay kalacakları Fas’a ‘70’lerin hippi ruhunu taşıyan bir yolculuk yaparlar. Bu yolculuk 1992’de basılan, John Llewellyn Rhys Ödülü kısa listesine giren ilk romanı Hideous Kinky’nin otobiyografik unsurlarını oluşturacaktır.

Yönetmen Gillies MacKinnon bu romanı 1998’de, Kate Winslet’in başrolünü oynadığı bir filme uyarlar. Film 25 yaşındaki Julia’nın iki küçük kızıyla 1972’de Fas’a yaptığı seyahati anlatır. Londra’nın kurşuni havasında boğulan Julia’nın “egzotik” Fas’a kaçışı anlam arama, kendini bulma hikâyesi belki ama ucuz hostel’lerden manastırlara genç annelerinin peşinde şehir şehir dolaşan, o yaşta her şeyden çok istikrara ihtiyaç duyan kızlar için zor bir yaşam tarzı şüphesiz. Geri dönmek istediklerinde tren biletlerini alan da zaten başka bir kadından bir çocuğu daha olan ilgisiz babaları değil, Julia’nın Faslı sevgilisi Bilal olur.

Freud, Fas yolculuğundan Sussex’e dönünce, sitesindeki biyografiye göre “yıllarca Kuzey Afrika hikâyelerinde kaybolup kalmış ve geçmişte takılmış olduğundan” okumayı ancak 10 yaşında öğrenir. Oyunculuk eğitimi alan yazar BBC’nin efsanevi dizisi Dr. Who’da rol alır, pub’larda, kulüplerde, tiyatro salonlarında oynar ama yazarlıkta karar kılar. Doğu Anglia Kitap Ödülleri’nde En İyi Roman seçilmiş Mr. Mac and Me dahil toplam dokuz romanı ve 2018’de Londra’da sergilenen Stitchers isimli bir tiyatro oyunu bulunan Freud, kurmacanın yanı sıra gazete ve dergilere makaleler yazıyor, yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.

Freud’un son romanı I Couldn’t Love You More, İrlanda’da, 1939’da Aoife Herlihy’nin hikâyesiyle başlayıp 1990’ların İngilteresi’nde yaşayan Kate’e uzayan üç kuşaklık bir anne-kız hikâyesi. Kate üç yaşamı birleştiren kişi olurken, ara kuşakta hikâyenin ana damarını oluşturan, 1960’larda tanıyacağımız Rosaleen var. İrlanda’nın dinsel ve ataerkil katı değerlerinin kıskacında büyütülmüş, inatçı, özgür ruhlu Rosaleen liseden sonra Londra’ya taşınır. Orada tanıştığı, kendi yaşının iki katındaki heykeltıraş Felix ile girdiği ilişki hayatını değiştirir. Evlilik dışı çocukların kesinlikle kabul görmediği Katolik İrlanda’da böylece hikâyemiz yeniden Cork City’ye döner mecburen, çünkü 19 yaşındaki Rosaleen hamile kalınca yardım istemek için aklına gelen tek kişiye, kilisenin papazına gider. Yardımdan ne kastedildiği kendisine tam olarak anlatılmaz ve Rosaleen hayat boyu sürdüreceği bir arayışa girmek zorunda kalır. Öte yandan Rosaleen’in annesi Aoife de dediğim dedik kocası Cashel’in bildiğini ondan saklamasıyla kızından habersiz kalacaktır. Bu iki kadının birbirinden asla vazgeçmediğini üçüncü kuşak, Kate ortaya çıkaracaktır kendi geçmişindeki boşlukları doldurmaya çalışırken. Ki sanatçı Kate de küçük kızıyla daha iyi bir hayata tutunabilmek için alkolik kocasına rağmen ciddi bir mücadele vermektedir. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir çıkmazdır evliliği:

“Umuda öyle açım ki ona inanıyorum, belki kendisi de inanıyor ama üçüncü gece, bazen de dördüncüsünde gidip dolaptan bir bira alıyor ve başa dönüyoruz.” (s. 194)[*]

Esther Freud’un annesi Bernardine de çok genç yaşta evlilik dışı iki çocuk yapmış fakat Rosaleen gibi tuzağa düşmemiş. Yazar, 29 Mayıs 2021’de The Guardian’a verdiği röportajda şöyle diyor:

“Romana bu hikâyeyi anlatmak için başlamamıştım. Ana temanın sevgi olduğu bir kitap yazmak istiyordum. (…) Bir süre sonra (…) aklıma anneme ve her türlü destekten yoksun bir dünyada, anne-babasından habersiz, iki çocuk sahibi olmasının ne kadar olağanüstü bir durum olduğuna daha fazla kafa yormam gerektiği geldi.”

Katolik ebeveyni tarafından henüz yedi yaşındayken rahibelerin yönettiği sert bir yatılı okula yollanan Bernardine sevgilisi Lucian Freud’dan hamile kalınca papaza gitmemiş, çünkü “söylentilerden” haberi varmış. Ki bunların hiçbirinin söylenti olmadığı, beş yıllık bir araştırmadan sonra 12 Ocak 2021’de yayınlanan, 3.000’den fazla sayfalık “Anne ve Bebek Evlerini Araştırma Komisyonu’nun Nihai Raporu” ile ortaya çıkmıştı. Raporda ister aşktan ister cehaletten ister tecavüzden olsun, hiçbir fark gözetmeden evlilik dışı bebek doğuran, yaşları 12’den 40’larına değişen 56 bin kadınla 57 bin bebeği barındırmış 18 evin 1922’den 1998 yılları arasındaki durumu incelenmişti. Söz konusu evlerde 9.000 çocuğun (toplam sayının %15’i) hayatını yitirdiğine, binlerce kadının da çok çetin koşullarda barınmak zorunda kaldığına kanaat getirilmişti. İrlanda başbakanı Taoiseach raporun yayınlanmasının hemen ertesi günü ilgili herkesten hükümet adına özür dilemişti. Önemli bir adım olmasına rağmen yoğun tepkiler aldı rapor; gerçekleri olduğu gibi yansıtmadığı, işkence düzeyindeki uygulamaların hafifletilerek aktarıldığı ve tanıklıkların çarpıtıldığı konusunda komisyonla hükümet kıyasıya eleştirildi. Komisyon, amatör tarihçi Catherine Corless’ın, County Galway’deki Tuam anne ve bebek evinde hayatını kaybetmiş 798 çocuğun gömü kayıtlarına ulaşamayınca başlattığı araştırma sonrasında, 2015’te kurulmuştu ki, Corless da haklı çıkacaktı: 2017’de evin bulunduğu arazide “kayda değer sayıda insan kalıntısı” bulunacaktı.

İrlanda, geçmişinde evlilik dışı hamile kalan anneleri barındıran özel mekânlara sahip tek ülke değil fakat birkaç çeşidi olup farklı isimlerle anılan, çoğu kilise kurallarıyla, rahibeler tarafından işletilmiş evlerin acımasız koşullarıyla ünlü. Sonuncusu 1998’de kapatılan bu evlere kadınların zorla getirilmesi gibi bir yasa hiç var olmamış ama ailelerinin ve toplumun dışladığı bu kadınlara başka çare de bırakılmamış.

I Couldn’t Love You More’da bahsi geçen anne-bebek evi Cork’da, Sisters of the Sacred Hearts of Jesus and Mary isimli Katolik rahibe grubu tarafından yönetilen kötü şöhretli Bessborough House. The Guardian’a yazdığı 22 Mayıs 2021 tarihli makalesinde Freud şunları söylüyor:

“…O zamanlar Bessborough’u bilmiyordum. Varlığını, ‘annem yardım istemek üzere yanlış kişilere gitseydi ne olurdu?’ sorusunu içeren bir romana kafa yorduğum sırada keşfettim; çalışmaya başlamam anne ve bebek evlerini ülke çapında soruşturmaya tabi tutacak o komisyonun kurulmasıyla katıksız bir tesadüf sonucu aynı zamana denk geldi.”  

(Ben de diyorum ki, tesadüf dediğimiz şey belki de yazar içgüdüsüdür.)

Freud, bu sorunun aklını ilk kurcalamaya başlamasının da Peter Mullan’ın yönettiği 2002 tarihli sinema filmi The Magdalene Sisters olduğunu belirtiyor yukarıda bahsi geçen yazıda; annesi bu filmi seyredecek yüreği bulamadığında.

The Magdalene Sisters birkaç farklı rahibe grubu tarafından yönetilen, hükümetin de desteklediği ceza kurumları olan Magdalene çamaşırhanelerden birine gönderilen, hamilelikleri farklı sebeplerden dolayı yasal olmayan üç “günahkâr” genç kızın hikâyesini anlatıyor. Bu çamaşırhanenin, senaryosunu Hanif Kureishi’nin yazıp Stephen Frears’ın filme çektiği, 1980’lerin Londrası’nda geçen politik bir aşk hikâyesi denebilecek Benim Güzel Çamaşırhanem’deki çamaşırhaneyle ilgisi yok. Kadınlar İrlanda’daki bu kurumlara rızaları olmadan gönderiliyormuş. Yıllar içinde kapılarından girenlerin spektrumu genişlemiş ve “ahlakı bozuk” kadınlar, evlenmeden doğurmuş kadınlar ve çocukları, tecavüze uğramış ya da ailelerin bakmak istemediği kızlar, öksüzler, yetimler, kimi akıl hastalıklarından mustarip binlerce kadın ve çocuk, keyfe keder bir cezai sistem çerçevesinde, 1996’da son çamaşırhane kapanana kadar tacizin ve şiddetin her türlüsüne maruz bırakılarak çoğu yıllarca, kimi hayat boyu tek kuruş almadan, köle işçi mantığıyla bu para basan “işletmelerde” zorla çalıştırılmış. Ülkenin dört bir yanındaki anne ve bebek evlerinden “işçi” sağlandığı da nadir değilmiş.

Ömürlerinin bir kısmını Magdalene çamaşırhanelerinde geçirmiş tanıklara göre buralar öyle dehşet verici yerlermiş ki, anne ve bebek evleri yanlarında neredeyse masum kalıyormuş. Freud’un romanında net bir şekilde anlatıldığı üzere anne ve bebek evleri de korku filmi gibi oysa: Kapıdan girer girmez ellerindeki her şeye el konan kadınlar sadece kıyafetlerinden değil, kimliklerinden de sıyrılıyor; hepsine yeni bir ad veriliyor. Çoğunda, kefaretleri ödenmedikçe rahibelerin onlara sunduğu “hizmet” karşılığında üç yıla kadar parasız çalışmak zorunda kalıyorlar; işler karınları burunlarındayken bahçeyi tırnaklarıyla temizlemekten yüksek camları silmeye çeşitlilik gösteriyor. “Hizmetten” kastedilense ilaçsız-dikişsiz çocuk doğurtma, bir haftadan büyük bebeklerin yırtınsalar da gece yanlarına gidilmesini yasaklama, fikirleri bile sorulmadan çocuklarını evlatlık verme gibi servisler.

“Aralarında bebeği ölü doğmuş bir kız vardı. Çığlıklarını duymuşlardı –tam üç gün sürmüştü– ve sonra müthiş bir sessizlik. Haber hızla koridorlarda dolaştı. ‘Bebek havasız kalmış. Bir doktor onu kurtarabilirmiş.’ Ama doktor çağırılmamıştı.” (s. 224)

Magdalene Çamaşırhanelerinden biri. 1900'lerin başı. 

İrlanda hükümetinin dilediği özür gerçekten bir başlangıç. Neresinden tutulur bunca geçmiş? Evlerdeki zorlu koşullar, şiddet, doğum travmaları, doyurulmaları, sevilmeleri, anneleriyle kalmaları yasak bebekler, onca çile yetmiyormuş gibi kadınlara hayat boyu yapışıp kalan o anlamsız leke, ailesinden kopmuş binlerce kadın, mezarları bile olmayan yüzlerce insan, biyolojik annelerini tanımamış ve belki de hiç bulamayacak binlerce çocuk. Hikâye ağır. Aile miti, gelenek kisvesi, din öğretisi altında erkeklerin çağlar boyu kadınları nasıl baskılayıp sömürdüğünün bir başka kanıtı. Ama Freud’un kitabı aynı zamanda müthiş bir aşk hikâyesi, annelerle kızlarının hikâyesi. Direniş hikâyesi. Her şeye rağmen kendin olmanın veya kendine en yakın mümkün versiyon olabilmenin hikâyesi. Tüm güzelliğiyle, tüm ahmaklığıyla gençliğin ve tutkunun hikâyesi. Unutmama, kavuşamama ve kavuşma hikâyesi.

“Sonra, [kocası] uyurken Aoife yanına uzandı, Maureen’in rahibeleri kafasında cirit atıyordu, nihayet, artık tükendiğinde odadan sessizce çıkarak masaya oturdu ve Sisters of the Sacred Heart’a [anne ve bebek evine] yazdı: Acaba kızından hiç haber almışlar mıydı? İhtimalin düşük olduğunun farkındaydı ama acaba kızı emin ellerde, onların bakımında mıydı, bu bilgiyi vererek içini rahatlatmaları mümkün müydü?” (s. 259)

Kitapta çok fazla isim olması, karakterlerin bazen birinci tekil ağızdan konuşması, bazen anlatıcının araya girmesi ve zamanda gidip gelmeler hikâyenin içine girene kadar okura biraz iş bırakıyor ama deneyimli okur aldırmayacaktır; çabaya değer.

“Rosaleen onu kalbine sıkı sıkı bastırdı. ‘Buradayım’ dedi gözyaşları içinde ve kızının çığlıkları yavaş yavaş hıçkırıklara, yutkunuşlara ve küçük, aralıklı nefeslere dönüştü. (…)

‘Adını ne koyacaksın peki?’ Rahibe hâlâ başındaydı.

(…) Kulakları Felix’inkiler gibiydi, kafasının şekli de ama ağzını –emmeyi bitirdiğinde kafasını bir an kaldırıp yukarı baktığında fark etmişti– ondan almıştı. ‘Isabelle’ diye karar verdi o an.” (s. 251)


[*] Kitabın Türkçesi olmadığı için çeviriler mecburen bana ait. Kitapların da yine çevirileri olmadığından isimlerini İngilizce bırakmak durumunda kaldım.