"Yasın rengi nedir? Siyah mı, yoksa beyaz mı? Peki ya içimizde hissettiğimiz derin boşluğunki?... Bu çalışmada erken dönemde yaşanan ayrılık, kayıp ve reddedilme olgusu üzerinde düşünmeye çalışacağız. Ancak odak noktamız annenin gerçekten ölümü değil, çocuğun gözünde ruhsal olarak ölmesi olacak."
03 Eylül 2020 08:37
Yasın rengi nedir? Siyah mı, yoksa beyaz mı? Peki ya içimizde hissettiğimiz derin boşluğunki? Anlamsızlığın ve hiçliğin egemen olduğu, tüm yatırımımızı içine çeken o muazzam boşluğu nasıl anlamlandırabiliriz?
Gerçek bir kayıp deneyiminin ardından oluşan yası siyahla ilişkilendirmek olası görünüyor; iç dünyamızın birden kararıp yoksullaştığı ve diğer insanlara yönelik libidinal yatırımımızı çektiğimiz göz önüne alınacak olursa.
Bu çalışmada erken dönemde yaşanan ayrılık, kayıp ve reddedilme olgusu üzerinde düşünmeye çalışacağız. Cemal Süreya’nın ünlü dizeleri bize rehberlik edecek:
“Annem çok küçükken öldü
Önce öp, sonra doğur beni”
Ancak odak noktamız annenin gerçekten ölümü değil, çocuğun gözünde ruhsal olarak ölmesi olacak. Bu durumda André Green’in (1975 ve 2005 [1986]) çalışmasından hareketle “ölü anne karmaşası”ndan ve “beyaz yas”tan[1] söz edeceğiz. Anlamsızlık ve hiçlikle yoğrulan süreci ise “kara delik” deneyimi üzerinden açımlamaya çalışacağız.
Öncelikle sanatın enginliklerine açılarak günümüzden iki yüz yıl öncesinin bir roman kahramanının, isimsiz bir yaratığın yarattığı dehşeti anlamaya çalışalım.
Gotik romanın ilk örneklerinden olan Mary Shelley’in Frankenstein (2015) isimli romanı genç bir bilim adamı olan Victor Frankenstein ile mezarlıktan topladığı parçalarla yarattığı “tuhaf” yaratığı arasındaki ilişkiyi gözler önüne serer. Esere dair ilginç bir nokta, yaygın bir şekilde “Yaratık”ın “Frankenstein” olarak anılmasıdır. Bu durum eserin uyandırdığı bir etki olarak roman kahramanlarına dair özne ve nesne ayrımının oluşmamış olduğunu düşündürür.
Romanda Victor Frankenstein ailenin en büyük oğludur. Ernst ve William isminde iki erkek kardeşi vardır. Ailenin evlat edindiği yetim kız Elizabeth Frankenstein’ın nişanlısıdır. Frankenstein tıp okumak için evden ayrıldıktan sonra Elizabeth’ten bulaşan kızıl hastalığı sebebiyle annesi ölür. Frankenstein annesinin ölümüyle yıkılır; “insandan hastalığı söküp atmayı, insanlığı ölümün şiddeti karşısında zedelenemez kılmayı” ister. Annesinin ölümünün ardından Ingolstadt Üniversitesi’nde çalışmaya başlar; cansız bir maddeye yaşam verme tekniği geliştirir. Bir gün 2,5 metre boyunda bir “Yaratık” oluşturmayı başarır. Fakat Yaratık’ın “donuk sarı gözlerini” fark eder; “güçlükle nefes almaktadır... sarı derisi kas ve damarlarını güçlükle örtmektedir”. (Shelley, 2015, s. 32)
Frankenstein yarattığı Yaratık’ın canlanmasının ardından onu görünce korku duyar, iğrenerek uzaklaşır ve bir rüya görür. Rüya şöyledir:
“Ingolstadt’ın sokaklarında, sağlıktan pembeleşmiş yanaklarıyla Elizabeth’i gördüğümü sandım. Sevinçle ve şaşkınlıkla onu kucakladım, ama dudaklarına ilk öpücüğü kondurur kondurmaz, ölü rengine morardılar, görünümü değişmeye başladı ve kollarımda ölmüş annemin cesedini tutuyorum sandım; bedenini bir kefen kapladı ve fanilasının katlarında sürünen mezar solucanları gördüm. Uykumdan dehşet içinde, irkilerek uyandım.” (Shelley, 2015, s. 53, vurgular bana ait.)
Barbara R. Almond’un (1998) yorumuna göre rüya gizli bir arzuyu ortaya koyar; ölü anneyi hayata geri getirmek ve onunla kucaklaşmak. Almond’a göre Frankenstein’ın bebeği bir ensest bebeğidir; bu yüzden çirkin ve iğrençtir. Almond yazarın babasıyla ensest fantezisinin ürünü olan bebeğinin romanda bir yer değiştirmeye uğradığını ve fantezinin anne ile oğul arasında yaşandığını öne sürer. Stanley Gold (1985) ise Rosenfeld’in “yıkıcı narsisizm” kavramını temel alan bir yorum getirir: Frankenstein’ın sevdiği, bağımlı olduğu, ihtiyaç duyduğu nesnelere dair (rüyada Eizabeth ve anne figürü üzerinden) yıkıcı arzuları bulunmaktadır. Frankenstein kendilikten bölünüp ayrı tutulan bu yıkıcı itkileri yarattığı “Yaratık”a yansıtmıştır. Nitekim giderek bir “canavar”a dönüşen Yaratık roman boyunca bir dizi cinayet işleyecektir.
Bu noktada Yaratık’ın canavarsı tutumunun kaynağında ne yattığı sorusu üzerinde düşünmek anlamlı olabilir. Acaba canavarsı özelliklerle mi doğmuştur (Gold’un yorumu üzerinden düşünecek olursak, yıkıcılığı yaratıcısından miras mı almıştır), yoksa yaratıcısı tarafından terk edilmesi mi onu bu hale getirmiştir? Yazar ikinci motifin etkili olduğunu kanıtlamaya çalışıyor gibidir.
Rüyanın içeriğini ve romanın bütününü (bir serbest çağrışım malzemesi gibi) dikkate alarak yorumlama çalışmasını derinleştirmeye çalışalım.[2] Rüyadaki “ilk öpücük”, anneyle beden bedene yaşanan o ilk temas ânına bir göndermede bulunuyor olabilir mi? Sevgi dolu bir kucaklama/kucaklanma ve öpüşün ardından annenin ölümü ve anneden travmatik bir şekilde kopuşun gerçekleşmesi! Yani anneden kopuşun çok daha erken bir dönemde, henüz bir bebekken gerçekleşmesi. Birincil nesnenin kaybedilmesi durumu romanda Frankenstein’ın (bir anne figürü) Yaratık’ı (bir bebek figürü) reddedip terk etmesiyle temsil ediliyor gibi görünmektedir.
Frankenstein yukarıda iletilen rüyadan uyandığı bir sırada Yaratık’ı karşısında görür, dehşete kapılır ve tepkisini şu sözlerle dile getirir:
“... Hilkat garibini, yarattığım zavallı ucubeyi gördüm... Ah! Hiçbir ölümlü o görüntünün dehşetine dayanamazdı. Hayat verilmiş bir mumya dahi o ucube kadar iğrenç olamazdı... Hayal kırıklıklarının en acısını duyuyordum... Düşlerim cehenneme dönmüştü ve değişim çok hızlıydı, tam bir yıkılıştı!” (Shelley, 2015, s. 53)
Yaratık ise kendi hikâyesini şöyle anlatır: Yaratıcısının dehşet içinde kaçıp gitmesinin ardından kendini bir ormanda gezinirken bulur. Üşümüştür, zavallı ve çaresiz hissetmektedir. Acı içinde ağlar (s. 101). Her şey karmakarışıktır. Açlığı, susuzluğu, karanlığı hisseder. Ormandaki canlıların seslerini duyar, çeşit çeşit kokular fark eder (s. 102). Fakat tüm bunların ne anlama geldiğini ayırt edememektedir. Her şey anlamsızdır adeta. Yaşadığı duyguları anlamaya ve ifade etmeye çalışır. Fakat kaba ve anlaşılmaz sesler çıkarması –sesi tam anlamıyla “ormandaki bir çığlık”tır (Fraiberg, 1982)– onu ürkütür; hiçliğe ve sessizliğe sürüklenir (s.102). O esnada ayırt edebildiği tek nesne parlamakta olan aydır ve keyif içinde gözlerini ona sabitler (s. 102). Romandaki bu satırlar birincil nesneyi kaybeden ve onun kapsayıcı işlevinden yoksun kalan bir bebeğin yaşadığı deneyimi (hiçlik, anlamsızlık ve kaos deneyimini) betimliyor gibidir. Birincil nesne konumundaki Frankenstein’ın kaybı (Frankenstein da annesini kaybetmiştir ve yas içinde olduğu düşünülebilir), Yaratık için kendi yansımasını bulacağı bir aynadan yoksun kalması anlamına gelir; bir bakıma Yaratık siyah bir ayna ile kalakalmıştır. Bu durumda içinin kararması kaçınılmazdır. “Parlayan ay”a yönelik bakış ediminin ise kapsayıcı niteliklere sahip bir anne yüzüne kavuşabilmek özlemini temsil ettiği düşünülebilir; “güneşe yönelen günebakanlar gibi, yatırım kaynağına yönelen bir bebek gibi” (Roussillon, 2016).
Yaratık daha sonra bir barınakta yaşayan De Lacey ailesine ait bir sığınak bulur. Oradan bu aileyi izleyerek konuşmayı, okumayı ve sevgi dolu aile ilişkilerinin nasıl olabileceğini öğrenir. Şu dokunaklı sözler dökülür dudaklarından:
“... Hiçbir baba benim çocukluk günlerimi izlememişti, hiçbir anne beni gülümsemeleri ve okşamalarıyla kutsamamıştı... Tüm geçmişim şimdi bir leke, hiçbir şey hatırlamadığım kör bir boşluktu.” (Shelley, 2015, s. 120, vurgular bana ait.)
Ve yaratıcısına şu sözlerle isyan eder:
“Hatırla! Ben senin bir yaratığınım. Bir Adem olabilirdim, fakat daha ziyade düşmüş bir meleğim, neşeden, zevkten mahrum edilmiş, suça itilen... Ben iyi ve yardımsever biriydim; gizemli bir şey beni kötü ve gaddar bir hale getirdi...” (Shelley, 2015, s. 98, vurgular bana ait.)
Alıntıda geçen “düşmüş melek” Lucifer’a, Şeytan’a göndermede bulunur. Yaratıcısı Frankenstein tarafından bir “ucube”, “canavar” ve nihayet bir “İblis” olarak görülen Yaratık’ın Şeytan’la özdeşleştiği dikkati çeker. Bu noktada her iki karakter arasında yansıtmalı özdeşleşmelerin devrede olduğunu vurgulamak yerinde olabilir: Frankenstein’ın yıkıcı itkilerini yansıtması, Yaratık’ın bununla özdeşleşmesi, “şeytanlaşarak” katliamlar yapmaya yönelmesi… Diğer yandan Yaratık’ın da ilk nesneyle aşk duygularını yaşamaktan mahrum kalmasıyla nefret içinde yanıp tutuşması, Frankenstein’ın sevdiği insanları katlederek onun da kendininkine benzer bir mahrumiyeti, ıssızlığı ve acıyı yaşamasını sağlaması… Yaratık’ın içine sürüklendiği yoğun çaresizlik ve tehlike karşısında –Fraiberg’in erken dönemde bebeklerin geliştirdiği savunmalara dair çalışmasında (1982) gösterdiği gibi– kendilik duyumunda bir çözülme yaşandığı, bir yanda korkmuş, dehşete düşmüş hissederken, diğer yanda canavarsı bir tutuma yöneldiği, öfke ve hiddet nöbetlerine sürüklendiği düşünülebilir.
Her halükârda Frankenstein ve Yaratık karakterleri arasındaki ölümcül mücadelede her ikisini ayırıp farklılaşmalarına yardımcı olabilen ve aynı zamanda koruyan bir üçüncü figürün eksikliği hissedilir. Romanın açılış hikâyesinin kahramanı olan, Kuzey Kutbu’nu araştıran kaptan Robert Walton’ın, bu ikilinin dışında tutulan, bir bakıma sürgüne gönderilen bir baba figürü olduğu ileri sürülebilir.
Yaratıcı bir yazarın derin bir içgörüyle tanımladığı sürece bugünkü psikanalitik bilgilerimiz ışığında yaklaştığımızda, bu sürecin bir kara delik deneyimi olduğunu öne sürmek olası görünüyor.
Ölü Anne Karmaşası ve Kara Delik Deneyimi
Romanın başında ve son bölümünde verilen atmosfer karla kaplıdır, soğuktur, dondurucudur. Soğuğun buz gibi yakan ve uyuşturan etkisi! Böylesi bir atmosferde Frankenstein (anne) ve Yaratık (bebek) arasında aşkın gelişmesi mümkün değildir. Yaratık için Frankenstein ne canlı ne de ölüdür, adeta bir zombidir! Bir “ölü anne”dir. Mezarlıktan toplanan kemiklerle yaratılan haliyle Yaratık da bir zombi konumundadır; dolayısıyla Yaratık’ın da bir zombiyle (ölü anneyle) özdeşleştiği iddia edilebilir. Yaratık’ın içindeki anlamsızlığı gidermek için yeni bağlar oluşturmaya çalıştığı, fakat anlam arayışının sonuçsuz kaldığı dikkati çeker. İçindeki boşluk büyüdükçe büyür. André Green ölü anne karmaşası gösteren bireylerin nesneye yönelik yatırımlarında bir çekilme oluştuğunu ve buna bağlı olarak “ruhsallıkta delikler”in oluştuğunu düşünmüştü. Bu durumun ardından birey yoğun bir nefret geliştiriyor, birincil annesel nesneye yeniden yatırım yapabilmek için onarım çabalarına yöneliyordu (Green, (2005 [1986]), s. 146).
Psikanalitik literatürde “kara delik” deneyiminden ilk kez söz eden ise Frances Tustin (1988) olmuştur. Tustin’e göre annesinden bedensel olarak ayrı olduklarının farkına varan otistik çocuklar dehşete sürüklenirlerken, varoluş duygusunu kaybetmektedirler; Winnicott’un söylemiyle “olmaya” dair süreklilik kesintiye uğramaktadır. Terk edilme korkusunun ardından çok eski zamanlara ait zorba dehşeti belirgin hale gelir. Bu çocuklar korku verici durumdan uzaklaşmak için bazı otistik manevralar geliştirirler; “kara delik” deneyimi gibi.
Grotstein (1990a ve 1990b), Tustin’in öne sürdüğü “kara delik” kavramını Bioncu kuramdan yararlanarak geliştirir. Bion’un (1991 [1962]) tanımladığı “isimsiz dehşet” tablosuna “hiçlik” ve “anlamsızlık” deneyiminin eklendiğini vurgular. Anlamsızlık ve hiçlik ise birbirlerine yapışık ikizler gibi düşünülebilir. “İsimsiz dehşet”in asal beta elemanları anlamsızlıktan, anlam yoksunluğundan sorumluyken, hiçlik ise anlamsızlık tarafından kuşatılan boş matrisi tanımlar. Hiçlik deneyimi bir özne olamamayı, kendiliğin hiçleşmesini ortaya koyar; anlamsızlık ise erken bir dönemde nesneden kopuşun bir sonucudur; dünya anlamsızlaşmıştır, nesneler dünyasına dair anlamlı bir ilişki umudu yitirilmiştir (Grotstein, 1990a).
Fransız filozof Jean-Paul Sartre (2011) “hiçlik”i, “varlık”la diyalektik ilişkisi içinde (ışık ve gölge gibi) ele almayı önerir. Sartre’a göre “... [H]içli[k] ... varlıktan sonra gel[ir], çünkü hiçlik önce ortaya konmuş, sonra yadsınmış olan varlıktır... Hiçlik varlığa musallat olur.” (Sartre, 1943, s. 63-65)
Bebeklik/çocukluk döneminde ruhsal bir katastrofi yaşayan bu hastalar adil bir dünyada korunma hislerini kaybetmişlerdir. Akıntıya sürüklenmiş, düzensiz bir denizin ortasında kalakalmış hissederler. Varoluşsal devamlılıkları kesintiye uğramıştır; “isimsiz bir dehşet”e sürüklenirler. Bu hastalar aşağılık biri olduklarına, bir kurban olduklarına ilişkin damgalanmış hissederler. İçinde bulundukları mazoşistik kadercilik onları kendilerine işkence eden nesneleri aramaya iter. Bu durum acıdan haz almalarını gerektirmez. Sadece işkence eden nesnelerin kendilerini tanıyacakları inancı hâkimdir ve bu durum orijinal “düşüş”ün bir arayışını ifade eder.
Grotstein’a (1990b) göre kara delik deneyimi kutsanmış olmanın reddedildiği, aksine lanetlenmiş ve kötü talihle yüklenmiş olmanın bir örneğini ortaya koyar. Bu hastalarda benliklerinin ve kapasitelerinin kendilerine ait olmadığı inancı hâkimdir ve “şeytani güçler” tarafından zapt edildiklerini hissederler. Ruhsal bir felaketten kaçınmak adına kendiliklerini gizleme, yok olma yolunu seçerler; bu durumun bir sonucu olarak “ruhlarını Şeytan’a satmış gibi” hissederler (Grotstein, 1990b, s. 391-392).
Doktor Frankenstein (ColinClive), isimsiz yaratığıyla (Boris-Karloff) karşılaşır... (Frankenstein, James Whale, 1931)
Eserde Frankenstein, yarattığı “yaratığa” bakmaya dayanamayan, ona bakım vermekten aciz olan ve terk eden bir ebeveyn/bir anne konumundadır. Yazarın biyografisine göre doğumundan on bir gün sonra annesi ölmüştür. Bu durumda yazarın annesi de bebeğine bakım veremeyen, ölerek onu terk edip giden bir figürdür. Bu açıdan bakıldığında Frankenstein karakteriyle yazarın annesi arasındaki benzerlik dikkati çeker. Yazarın biyografisinden edinilen diğer bir bilgiye göre ise yazara annesinin adının (Mary Wollstonecraft) verilmiş olmasıdır. Bir bebek olarak yazarın, ölen annesinin yerine konan, ikame edilmiş biri konumunda olduğu düşünülebilir. Acaba ölen annenin hayaleti çocuğa musallat mı olmuştur, onu ne yaşayan bir varlık ne de bir ölü, yani bir zombi konumuna yerleştirerek? Bu açıdan değerlendirildiğinde ise romanda ölü insan kemiklerinin toplanarak bir araya getirilmesiyle yaratılan canlının (bir zombinin), çocukluğunda kendini bir hayalet varlık, bir zombi gibi algılayan yazarı temsil ettiği öne sürülebilir. Romanda Frankenstein defalarca kendisine görünen canavardan (zulmedici bir hayalet nesneden) kurtulmayı başaramaz; onun tarafından sürekli takip edilir. Bir bakıma bu hayalet nesnenin yası tutulamamıştır. Oysa Frankenstein öldüğünde üzerine kapanarak katıla katıla ağlayan Yaratık’tan başkası değildir! Romanın sonu yası müjdelemesi açısından oldukça manidardır; kendini, yokluğuyla, terk edişiyle, reddedişiyle hissettiren bir “ölü anne”nin “beyaz yas”ıyla (Green, 2005 [1986]).
Romanın ortaya koyduğu diğer bir nokta da oldukça önemli görünmektedir. Frankenstein’ın rüyası tartışılırken “ilk öpücüğün”, derin bir düzeyde anneyle beden bedene yaşanan bir temas ânını temsil edebileceği vurgulanmıştı. Yazarın biyografisi dikkate alındığında Mary Shelley’in bebekliğinde annesini yitirmesinin (birincil nesnenin kaybı), romanda Frankenstein’ın annesinin ölümü karşısında yaşadığı acı olarak ifade edildiği –rüyada ilk öpücüğün ardından sevilen nesnenin kaybı şeklinde– ileri sürülebilir. Bu açıdan yaklaşıldığında Frankenstein karakterinin, yazarı (yazarın bebekliğini) temsil ettiği düşünülebilir. Frankenstein’ın roman boyunca zulme uğrama, yıkıcı etkilerle karşılaşma ve yabancı kaygılarına maruz kalmasının, nesneden ayrılma kaygısına ve hiçlik deneyimini düzenlemeye yönelik bir işlev oluşturduğu düşünülebilir. Keza, “kara delik” içinde işlenmeden kalmış olan duyuların ve duyguların da “tuhaf (bizarre) bir nesne”ye (Bion, 1957), romandaki “yaratık” figürüne dönüştürüldüğü iddia edilebilir.
Kara delik deneyimi yaşayan hastalar içine düştükleri “delik”ten çıkamayacaklarını hissederler; hiçbir zaman buna izin verilmeyeceğinden ve sonsuza kadar orada kalacaklarından korkarlar. Romanda bu durumun Yaratık’ın kendini “kör bir boşluk”ta, “düşmüş bir melek” gibi hissettiği bir deneyim olarak betimlendiği düşünülebilir ve sonsuzluğa doğru çekim kuvvetinden sorumlu olanın, “ölüm dürtüsü” (Freud, 1920) olduğu öne sürülebilir.
KAYNAKÇA
[1] André Green “ölü anne” üzerine çalışmasında Fransızcadaki “blanc” sözcüğünün ikili anlamından yararlanmıştır: “Beyaz” ve “boş.” Bkz. Green, A. (2005 [1986]). On Private Madness. Londra ve New York: Karnac Books, s. 142-173.
[2] Bir sanat eserinin psikanalitik açıdan yorumlanmasına dair farklı yaklaşımlar için bkz. Terbaş, Ö. (2016). Rüyalardan Gerçekliğe Psikanaliz ve Sanat. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
GİRİŞ RESMİ:
Boris Karloff ile Marilyn-Harris 1931 tarihli Frankenstein uyarlamasında. (Yöneten James-Whale)