"Siyaha yakın kahverengiydi, ufacıktı, sesi inceydi. Her yere işiyor, onunla da kalmayıp bir de sürünüyordu marifetini icra ettiği zeminin üzerine. Fark edip de hamle ettiğimizde kara gözlerini şaşkın şaşkın gözlerimize dikiyor, o sırada da vücudundan efil efil idrara bulanmış tüy kokusu geliyordu. Bilenler bilir, tonka fasulyesinin tatlı, vanilya ile acıbadem arası bir kokusu vardır. Bizim Tonka ama, tam bir tezat teşkil ediyordu ismine referans olan malzemeyle."
03 Eylül 2020 17:00
Koku, yas ve bellek üzerine yazmam rica edildiğinde bir an durakladığımı itiraf etmeliyim. Koku ve bellek arasındaki güçlü ilişkiden haberdarım, üzerine de çok yazdım. Ne var ki yas konusu formasyonum olmayan bir alanı ilgilendirdiğinden, pek de aşina olmadığım bir ülkenin sokaklarında gece vakti yön bilgisi olmadan yürümeye çalışıyormuş gibi bir tedirginlik hissettim. “Aşina olmadığım” derken, elbette herkes gibi benim de kişisel geçmişimde yas dönemlerim oldu; bir değil, birden fazla. Babamı, annemi, ağabeyimi, yakınlarımı, yakın arkadaşlarımı, sevdiğim dostlarımı kaybettim. Konunun kuramsal yanına aşina değilim belki, ama o hoş olmayan duyguyu maalesef epey bir yaşamışlığım var.
Son kaybımı düşünüyorum mesela, iki haftalık bir köpek yavrusuydu. Daha önce büyüttüğümüz iki köpeğin ardından Tonka üçüncü köpeğimiz olacaktı. Eşim, oğlum ve gelinim onu bir veteriner muayenehanesinden alıp getirmişlerdi. Rengi tonka fasulyesine (Dipteryx odorata) benzediğinden oğlum takmıştı ufaklığa Tonka ismini. Siyaha yakın kahverengiydi, ufacıktı, sesi inceydi. Her yere işiyor, onunla da kalmayıp bir de sürünüyordu marifetini icra ettiği zeminin üzerine. Fark edip de hamle ettiğimizde kara gözlerini şaşkın şaşkın gözlerimize dikiyor, o sırada da vücudundan efil efil idrara bulanmış tüy kokusu geliyordu. Bilenler bilir, tonka fasulyesinin tatlı, vanilya ile acıbadem arası bir kokusu vardır. Bizim Tonka ama, tam bir tezat teşkil ediyordu ismine referans olan malzemeyle.
Daha aramıza katılalı dört ya da beş gün olmuştu ki, rahatsızlandı ufaklık. Kustu, halsiz halsiz inlemeye başladı. Bedensel atıkları normal olmayan bir görünüm kazandı. Hemen veterinere götürdük, ama heyhat, orada da kaybettik kendisini. Tonka yoktu artık evde ama varlığını ve marifet icra ettiğini belli etmesine alıştığımız kokusu havada asılı duruyordu. Havalandırdık falan, ama uzun süre gitmedi. Sonunda zamana yenildi tabii; ne de olsa koku dediğimiz şey uçucu moleküller aslında ve adı üzerinde, uçup gidiyorlar.
Kendisi gitse de varlığının çağrışımlarına yol açacak yakın benzerleri var ama elbette. Hayır, görsel benzerini kastetmiyorum, kokusunun benzerinden bahsediyorum. Suyu çekilmemiş bir tuvaletteki idrar kokusu ile ıslak ve kalın yer bezi kokusu birleşince, marifet icra etmiş Tonka gibi kokuyor. Hoş, takdir edersiniz ki böyle bir kombinasyona her an rastlamak mümkün değil. Ama olmadı da değil, en az iki kere oldu. Hemen yüzüm gevşiyor bu garip kokuyu duyunca, kısa süreli beraberliğimizdeki şirinliklerini hatırlayıp gülümsüyorum. Evet, ufaklık dünya değiştirdi ama ardında kokulu bir iz bıraktı. Pardon, bu çok iddialı bir söylem olur. Doğrusu “ardında beynimde kokulu bir iz bıraktı” demem olacaktı. Başkasına o koku kombinasyonu pek bir şey ifade etmeyebilir, zira ancak Tonka’nın o hallerdeki kokusunu duymuş olanların beyninde, gene onun ismi kodlanarak etiketlenmiş bir kokudan bahsediyoruz.
Tonka’nın kokusu, yokluğuna rağmen beni onunla ilişkilendiren bir bağlantı nesnesi. Aşina olmadığım yollarda yaptığım okumalar, bu bağlantı nesnelerinin kayıp travmasının atlatılmasına yardımcı olabileceğini söylüyorlar. Bu bağlamda değerlendirdiğimizde ise “iyi” bir bağlantı nesnesi, kızgınlık veya korku yaşatmadan, olumlu bir duygusal bağ kurmaya yarayabilecek bir bağlantı nesnesi oluyor. İlerleyen dönemde minör olumsuzlukların ya da üzüntülerin aynı nesnenin yaşattığı duygudurumlarının içinde yer alması, hayatta kalanın kendi yolunda ilerlemesine yardımcı olabiliyor. Kaybettiğiniz aile büyüğünüzün, mesela babanızın sigara kokusu sinmiş hırkası ya da annenizin parfüm kokusunun ten kokusuyla karışarak sindiği fuları gibi kokulu nesneler ise koku belleğini harekete geçirerek diğer duyuların ilişki nesnelerinden farklılaşıyorlar. Bu fark da, elbette bir duyu olarak kokunun nasıl işlendiği, koku belleğinin nasıl çalıştığı ile ilgili.
Kısaca özetlemeye çalışayım sizler için bu iki olguyu, ama belki öncesinde koku denen şey nedir, onu bir anlasak daha iyi olacak.
Efendim koku, bir kısım uçucu kimyasal molekülün hava akımı ile beraber burnumuza çekilerek iç üst yüzeyindeki almaçlarla buluşması, devamında ilgili beyin bölgesine giden sinyalin işlenmesiyle beraber de algı sürecinin tamamlanmasından oluşuyor. Burun dememden anlayacağınız üzere, ilginç bir şekilde nefes almamızla eşleşmiş bir duyu, koku duyusu. Düz bakarsak nefes aldıkça koku alıyoruz; tersine çevirirsek de koku almamak için nefes almayı sonlandırmamız gerekiyor. Uyarılarından kaçma imkânı olmayan yaşamsal bir duyudan bahsediyoruz yani. Aslında belki pek farkında değiliz ama bizler sadece burunla da koku almıyoruz. Uçucu koku molekülleri iki farklı patika izleyerek almaçlara ulaşıyor; nefesi alırken burunla (ortonazal), nefesi verirken de damak üzerinden (retronazal). Tamamlanması gereken bu hava sirkülasyonundaki herhangi bir tıkanma, koku alma olayını imkânsız hale getiriyor, havayla beraber taşınan moleküllerin almaçlarla buluşması gerçekleşemiyor.
Evet, buluşma gerçekleştikten sonra da beyine bir ileti gidiyor ki, ilgili kurullarda gelen koku uyarısıyla ilgili bir toplantı yapılsın, karar alınsın ve uygulansın. Bütün beyni meşgul etmiyoruz tabii kokuyla, onunla ilgilenen, ona dair mesajların işlendiği özel bir bölge var. İsmi limbik sistem olan bu bölgenin “sistem”li ismine bakar bakmaz birden fazla bileşeni olduğunu anlayabiliyoruz. Evet, limbik sistemin tek görevi koku duyusuna gelen uyarıları işlemek değil, iki tane daha önemli görev üstlenmiş durumda. Hem aşk, nefret, şehvet, sevgi, korku gibi duygudurumlarımız, hem de özellikle uzun dönem olmak üzere bellek faaliyetlerimiz bu sistemin içinde gerçekleşiyor. Yani duygu, bellek ve koku arasında kabaca bir komşuluk ilişkisinden söz edebiliyoruz. Ne var ki sadece komşu olmak yeterli gelmiyor, diğer duyularla mukayese edildiğinde daha da önemli bir başka ayrıcalığı var koku duyusunun. Görme, işitme, dokunma gibi diğer duyulara gelen uyarılar önce bilişsel bir süzgeçten geçerken, koku uyarıları herhangi bir rasyonel süzgeç ya da filtreden geçmeden, direkt olarak limbik sisteme iletiliyor.
Gündelik hayattan benzetmeler yaparak tekrar edeyim: Bir koku duyduğumuzda ve bu uyarı beyne ulaştığında, kimse o koku uyarısını tersleyerek “Kardeşim, bu uyarıyı bana getirdin ama önce git bir evrak kaydını yaptır. Kayıt numarası vurdurduktan sonra dosyasını çıkarttır. Havale kâğıdını da müdürden imzalat, öyle gel!” demiyor. Çok kısa süre içinde ve herhangi bir rasyonel elemeye imkân vermeden gerçekleşiyor kokulara dair işlemler beynimizde.
Keza, bir kokuyu duyumsamamız, onu tanımlayabilmemiz anlamına gelmiyor, zira ikisi farklı şeyler. Tanımlamayı yapabilmek, devamında buna uygun davranışta bulunabilmek için o kokunun daha önce duyumsanmış ve bellekte bir yer edinmiş olması gerekiyor. O yer de o kokuya münhasır olarak ilk koklamayla beraber rezerve ediliyor. “Gül” diyelim mesela; hayatta ilk kez gül kokladığımız an onunla ilgili bir bellek girdisi oluşturmuş, sanal bir bellek kartı açmış oluyoruz. O kartın üzerini de kokuyu duyumsadığımız âna dair bilgilerle dolduruyoruz. Bu bilgiler içinde kalın kalemle yazılıp altına fosforlu sarı çizgi atılan bir bilgi de var: duygudurumumuz. Zaman içinde, beş dakika veya elli beş yıl sonra tekrar aynı gül kokusu ile karşılaşmamız halinde bellek bankamızın içindeki ilgili sanal bellek kartını hızla yerinden çıkartıp anıyı tekrar kurgularken üzerinde yazan duyguduruma benzer bir duygudurumu simüle ediyoruz. Herhangi bir kokuyu duyumsadığımızda çocukluk yıllarımıza gitmemiz, bu zaman yolculuğuyla beraber bir mutluluk hali içine girmemiz, gülümsememiz, bu ilişkiden sebep oluyor.
Belleğin yetkinliğindeki azalmalar kokunun tanımında da zorluklar yaşatmaya başlatıyor. Beyinle ilgili bazı sağlık sorunlarının eşlikçisinin (veya öncülünün) koku tanımlama yetisindeki düşmeler olması da zaten bu bağlantının pek de keyifli olmayan bir tezahürü olarak boy gösteriyor. Bu nedenle Alzheimer, Parkinson veya şizofreninin bazı türlerinin yaşandığı, sinirbilimsel bozuklukların ortaya çıktığı hastaların koku yetilerindeki düşmeler, konudan haberdar olan hekimlere daha diğer belirtiler ortaya çıkmadan bir ön tanı yapabilme imkânı veriyor.
Bu arada, “gülümseme” dedim diye her koşulda geçerli sabit sonuç olarak almayınız onu lütfen. Anıları geri çağırdığımız her sefer, mutluluk veya ona bağlı coşkulu duygudurum olmuyor elbette. Kokular mutlu anılarımızı çağrıştırabildiği gibi, eskiden yaşanmış ağır bir travmanın da tekrar canlanmasına sebep olabiliyorlar. Çatışma bölgelerinden gelenler üzerinde yapılan onlarca çalışma, geride kaldığı sanılan travmaların, tamamlanamamış yas dönemlerinin ileride salt koku duyumsanmasıyla nasıl olup da tetiklendiğine dair örneklerle dolu.
Ezcümle, koku duyusu söz konusu olduğunda bilincin içinde değil, dışında dolaşabilmeyi de göze alabilmek gerekiyor.
Elbette ki anıları sadece koku duyumuzla çağırmıyoruz, her duyu bunu yapabiliyor. Bir nesneyi veya kişiyi görmemiz de mesela, o uyarı kaynağına ilişkin eski kayıtların tekrar gösterime sokulmasına sebep olabiliyor. Ne var ki koku ile geri çağırılan anılar, diğer duyular ile geri çağırılanlar ile mukayese edildiğinde hep çok daha duyguyoğun ve çok daha canlıymışçasına, geri gelene dair kayıt her ne ise, o sanki bugün yaşanıyormuşçasına hatırlanıyor. Keza, görsel mesaj sayısının fazlalığı, aynı imge veya olgunun biteviye görünebilmesi hatırlanmayı özel bir durum olmaktan çıkarırken, sabitlemeyen (ve kaydedilemeyen) uyarılar olan koku uyarıları başka türlü geri gelmesi mümkün olamayacak anıları dahi yüzeye çıkarabiliyorlar. Örneğin oturma odanızda bir olay gerçekleşmiş olsun ve bu da sizi mutlu etsin. O evin içinde yaşadığınız sürece sürekli almakta olduğunuz sabitlenmiş görsel uyarının o olayı geri çağırma yeteneği gittikçe azalıyor. Ancak o olay bir koku eşliğinde kayıt edildiyse, sabitlenemediğinden uçup giderek gündemden çıkmış olan aynı kokunun tekrar duyumsanması anıyı tetiklemeye yetiyor.
Keza bu anıların kayıt edildikleri tarihler de önemli, zira duyular arasında hangisinin hangi döneme ait anıları daha yoğun geri çağırdığına dair farklar var. Genelde kişisel geçmişe dair anıların zirve yaptığı dönemler 15 yaş ila 30 yaş arası oluyor. Okulu bitiriyorsun, illa bir işe giriyorsun, belki evleniyorsun, dünyada artık kendin olarak kendine bir yer edinmeye başlıyorsun, vesaire… Yetişkinlere sözel veya görsel ipuçları verildiğinde ilk öne çıkanlar da bu yaş dönemine ait anılar oluyor elbette. Peki ya koku koklatıldığı zaman ne oluyor? İşte o zaman işler değişiyor, zira anımsananların yoğunlaştığı dönem, beş yaş civarına iniyor. Yani koku uyarılarının bizi zaman içinde çıkardığı yolculuklar, diğer duyulara oranla biraz da uzun mesafeli oluyor, daha geriye götürebiliyor.
Nadiren de olsa, bir koku duyumsanması ile beraber kişinin kendisini sebepsiz bir mutluluk, sebepsiz bir huzur veya sebepsiz bir rahatsızlık hali içinde bulması hepimizin başına gelmiştir. Bir keyif gelir de, neden geldiğini çözemeyiz, sebebini bulamayız. İşte o sebepsizlikler, geçmişte bir olaya veya kişiye eşlik eden bir kokunun tekrar duyumsandığında bazen anıyı değil, o anının beraber kaydolduğu duygudurumu yeniden yaşatmasından kaynaklanıyor. Bu durum, görsellikte yaşamadığımız ve kokuya özel kalan, hâlâ çözülmeyi bekleyen muammalardan birisi. Kısmen bağlam uyumsuzluğu, kısmen de koku moleküllerinin pek çok doğal malzeme içinde ortak varlık bulabildiği gerçeğinden kaynaklanıyor. Kokuyu ilk duyduğunuz yer ve tekrar duyduğunuz yer (veya kişi, olay) arasında bağlantıya imkân vermeyen uzaklık ve zıtlıklar varsa, bu durum sadece duygudurumun simülasyonuna sebep olup o ânın görselliğiyle beraber yüzeye çıkmasına engel olabiliyor. Bir başka deyişle de, bazen veriye anlam yüklemekte zorlanıyoruz.
“Korkacak” bir şey yok, oldukça nadir bir olgu bu son anlattığım. Allah’tan da öyle zaten. Yoksa Proust bir küçük kek parçasını içeceğine daldırdığında anıları nasıl canlanacak, Illiers’de halası Elisabeth Amiot ile geçirdiği zamanlar 3.000 sayfalık Kayıp Zamanın İzinde’ye nasıl dönüşecekti?
Ya da ben ıslak havlu ile idrar kokusunu bir arada duyumsadığımda küçük Tonka’yı, içimde kaybına dair derin bir sızı, dudaklarımda ise kısacık ömründeki şirinliğine dair istemeden oluşan bir tebessümle nasıl hatırlayabilecektim?
•