14. İstanbul Bienali gezileri dizimiz başladı. Nilüfer Kuyaş, bienal sergilerini geziyor ve diyor ki: Bienal’i gezerken Atlantis’te dolaşan bir denizkızı gibiydim. Bardakta tuzlu su sevmem ama denizi çok severim...
01 Ekim 2015 17:27
Modern uygarlık sona erdi. Uzatmaları oynuyoruz.
Bir sanat bienalinden bu sonuç mu çıkar diyeceksiniz. 14. İstanbul Bienali elbette bu mesajı vermiyor, böyle bir hedefi yok. Ben bu gerçeği görmeye ve kabullenmeye hazırmışım. Bienal sadece doğrulamaya yaradı.
Neden doğruladı diye düşününce, bir tahmin yürüttüm. Geriye çok bakan bir Bienal. Tabii, küratör bunu şıklık olsun, güzel bağlantılar kurayım diye yapmış.
"Tuzlu Su" adını vermiş Bienal'e. "Farklı düşünce biçimleri üzerime bir teori" önermiş. Kristallere, iyonlara, nöronlara, uydulara, geçmişin ilginç bilimsel keşiflerine, biyolojik ve organik malzemeye, dalgalara ve düğümlere meraklı bir küratör Carolyn Christov Bakargiev.
İstanbul Modern’deki sergide bizi bir “sodyum kanalından” geçirdiğini iddia ediyor. Tuzun suyla ve hayatla ilişkisini irdeliyor. Elbette İstanbul Boğazı’na gönderme yapıyor. Ama bu tuz metaforu beni fazla heyecanlandırmadı. Etkisi tam tersi oldu. Gecikmiş romantik ekoloji saplantımız ile teknoloji hayranlığımız arasında yolunu kaybetmiş modern uygarlığın muazzam bitkinliği çıktı karşıma.
Öncü sanatçı Annie Besant yüz yıl önce düşünce biçimlerini, duyguların beyindeki nörolojik şekillerini güzel resimlemiş olabilir, ama bilimin henüz saflığını tam yitirmediği bir dönemde söz alıyordu herhalde. Teknoloji de henüz tazeydi, sanatla güzel ittifaklar kuruyordu. Bugün ise, beynimizden daha çok travma resimleri çıkıyor, tuzlu su metaforu, kirlenmiş bir dünyayı temsil ediyor olsa olsa.
Boğazımız ağrıdığında tuzlu suyla gargara yapmanın sevimsizliğini düşündüm.
Modern uygarlığın elektrolitlerini ölçtüm zihnimde. Kötü bir kan tahlili gibi, hasta bir bedende azalan mineraller, sodyum, potasyum, magnezyum eksikliği geldi aklıma. Akut kalp yetmezliğinde, ilaçlarla sağlanmaya çalışılan zor denge gibi biraz.
Bilimin organik düşünmeye önem verdiği bir çağa bu geri bakış olmamış bence. Bugünkü çevreci bakışla birleştirme çabası var, ama çevreci bakış da kurtaramıyor bizi artık. Doğayla bağımız koptu bir kere, tamiri imkânsız. Olay bitti, zarar sınırlama çağındayız. Karamsarlık değil söylediğim, sadece bir saptama.
Tükenen bir uygarlıkla ilgili ne söylersek söyleyelim, daima geriye doğru bir bakış olmak zorunda. Bienal de istisna değil. Bir pişmanlık, nostalji, belki özeleştiri olacak, sonuçta hepsi boşuna bir yakınma aslında.
Geriye bakabiliriz ama geriye dönemeyiz. Hatalarımızı düzeltemeyiz, günahları geri alamayız, suçlar silinemez. Kaybolan geri dönmüyor. Belki bir kopuş, bir kabullenme, bir yüzleşme ve sıfırdan bir yeni başlangıç olabilir mi? O da kolektif açıdan mümkün görünmüyor, çünkü hepimizin zamanlaması farklı, senaryonun değişik yerlerindeyiz, senkronize olmamız imkânsız. Bienaller de saatlerimizi ayarlayamıyor artık.
Yine de, başa döneyim.
14. İstanbul Bienali eğlenceli. Buna şüphe yok. Mekân kullanımı çok zekice, şehre bir ağ gibi yayılmış. İnsanı geniş bir yelpazede İstanbul gezmeye zorluyor. Daha önce dikkat etmediğiniz yerler keşfediyorsunuz, turistik bir yolculuk keyfi yaşatıyor. Seçtiğiniz güzergâhın yahut fizik direncinizin rastlantıları da ayrı bir hoşluk. Yorucu bir gezi olduğu kesin, dört hatta beş ziyaret gerektiriyor.
Ama işte ben daha ilk durakta kararımı verdim. Modern uygarlık bitti. Bunu kesinlikle hissettim. Bienal sanki beni o uygarlığın kalıntıları arasında dolaştırmak için düzenlenmişti. Arkeoloji gezisi gibiydi. Kaybolan efsane uygarlık Atlantis’te dolaşıyorum duygusu geldi.
Atlantis uygarlığı tsunami benzeri bir afet sonucu sulara gömülmüş. Bir zamanlar İstanbul Boğazı’nı oluşturan muazzam tektonik hareketler gibi.
Bizim modern uygarlık ise, nicedir süren büyük sarsıntılarla yıkılıp gitti. Bu sefer çarpıcı şekilde fark ettim. “Tuzlu Su” metaforu bir tek bu işe yaradı. Bir dalgıç gibi batıklarda dolaştığımı duyumsadım.
Demokrasinin çoğullaşması, eşitlik, aydınlanma, evrensel eğitim, kardeşlik, dünya barışı, insanın kültürle ve sanatla yücelmesi, inançların birlikteliği, emeğin hakları, çatışarak değil dayanışmayla kalkınmak, bilimin insancıl rehberliği, sağlık ve güvencenin artması, modern uygarlığın ideallerini böyle sayabiliriz.
Bu uygarlığı belki gerçekte olduğu kadar hayalimizde de inşa ettik. Ama hayal ya da gerçek, o uygarlık yok artık. Bienal’i gezdikçe, bu düşüncem kuvvetlendi. Küratör bu etkiyi amaçlamıyordu kuşkusuz. Benim için ortaya çıkan sonuç böyle.
Elbette, modern uygarlık dediğimiz kocaman şeyin tükenişi birdenbire olamaz. Uzun sürecek bir alacakaranlıktayız, o can çekişmenin içindeyiz. Bienal olsa olsa bu alacakaranlıkta dolaştırıyor bizi. Yeni bir şey çıkar mı, yerine ne koyarız, şimdilik meçhul. Ama modern uygarlığın sonuna geldiğimiz konusunda en ufak şüphem kalmadı artık.
Tabii, Bienal nasıl böyle bir etkiyi hedeflemiyorsa, izleyen herkesin benimle aynı şeyi hissedeceğini de sanmıyorum.
Zaten sanat bu kadar büyük, geniş bir bakışı üstlenemez. Sanat, kenarda köşede minik tamirler, ufak onarmalar, hatırlatmalar, farkındalıklar yaratabilir, o kadar.
Öte yandan sanat bir bienaldeki kadar toplu ve kalabalık olunca, sözü ve etkisi artmıyor aslında. Bazen azalabiliyor bile. İyileştirici bir gücü var elbette, ama çok da abartmamak lazım. Galiba bende, bir süredir oluşan bir kanaat, bu Bienal’i gezince belirginleşti.
Belki çok bienal gezmişliğin birikimidir. Çağdaş sanat tek tek çok güzel yapıtlar çıkartıyor insanın karşısına, ama genelde bir yorgunluk, bir tekrar çıkmazı var. Aynı yorgunluğu ve çıkmazı bu sefer de gördüm.
Daha ilk durağımda, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda, bütün bunları kuvvetle hissettim. Organik, kozmik, küresel işler, artık alıştığımız, neredeyse kanıksadığımız enstalasyon ve video tarzı o tipik yapıtlar çıktı gene karşıma.
Andrew Yang’ın "OX-IO İki Dünya Sistemi Arasında Diyaloğa Çağırıyor" adlı çalışması mesela. Oxus, yani “Öküz Geçiti”, İstanbul Boğazı’nın eski adı. Io, yani Tanrı Zeus’un baştan çıkarttığı perinin adı; karısı kıskanınca Io’yu öküze çevirir, sürgüne giden Io da Asya’ya doğru kaçarken İstanbul Boğazı’na ilk ismini verir.
Öte yandan en büyük gezegen Jüpiter’in (gene Zeus) Io adında bir uydusu var. Bu uydunun keşfi, astronomi bilimini ve evrene bakışımızı değiştirmiş. Voyager uzay anteni, Io’yu dinlemeye gidiyor, sonra da sonsuzluğa doğru yoluna devam ediyor…
Andrew Yang, bütün bu bağlantılardan görsel-işitsel bir hikâye kurmuş, gökyüzüyle yeryüzünü birleştirmiş, araya da çanak antenlere benzeyen ziller yerleştirmiş. Allahtan mehter takımı falan yok ortada, ama İstanbul Boğazı’ndan geçen ticari tankerleri, o trafikte yaşamaya çalışan yunusları, denizyıldızlarını unutmamış. Karadeniz’in Riva kumsalında terk edilmiş radar anteni de hazırdan işin parçası olmuş. Evrensel bir titreşim mi arıyor diye düşünüyorsunuz. İnsanda bir kaybolmuşluk hissi yaratıyor.
Mitolojik tarihle uzay teknolojisini birleştiren bu bakış, ikisi arasında kaybolan zavallı uygarlığımızı düşündürttü bana. Rum Okulu’nun en üst katındaki karanlık odada başlayan izlenim, en alttaki aydınlık odada devam etti.
Orada, Anna Boghiguian, “Tuz Tüccarları” adlı enstalasyonda, yıpranmış yelkenler, gemi kalıntıları, midyeler ve minerallerle bir tarihi canlandırıyor; küresel ticaretin amansız rekabetini, yani modern uygarlığın kökenlerini, bir sualtı arkeoloji kazısından çıkan parçalar gibi yeniden sahnelemiş.
Orta katta ise Emre Hüner, “Neochronophobique” adlı işiyle, üç ayrı ekranda sergilediği videolarda, insanın oluşturduğu dünyayla doğanın oluşturduğu dünya arasında düşsel bir gezinti tasarlıyor, yer yer de karabasan gibi dehlizlere sokuyor izleyiciyi. Jeolojik, biyolojik ve teknolojik zaman katmanlarına bakıyoruz.
Bu sanatçılar ne kurgulamış? Giderek, Bienal’in tamamında, küratörün zihninde yaşayan kurgu nedir? Bence meçhul. Tartışmak boşuna. Ben izleyici olarak şunu kurguluyorum: Doğadan kopmuşluğumuz arttıkça, ekoloji saplantımızın boşunalığı da artıyor. Teknoloji saplantımız ise, en uç noktada. Arada bir yerde kaybolmuşuz. Nerede olduğumuzu, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Yıkıntılar içindeyiz.
Arada bir tek politika var belki, yani birbirimizle olan kayıp ilişkilerimiz. Bienal’in bence en olumlu yanı, çoğu bienalde olduğunun tersine, o politik alanda çok fazla sıkışmamış olması.
Bu duygularla Rum Okulu’ndan çıkıp, Tütün Deposu’na girdim. Francis Alys’ün “Ani’nin Sessizliği” adlı siyah beyaz video filmi, beni şaşırttı, nefesimi kesti. Belki Bienal’deki en güzel yapıt. Sanattan beklediğim tek şeyi başardı, ruhumu genişletti.
Ani Harabeleri’ndeyiz, sanatçı yöreden bir grup çocuğu seferber etmiş, ellerine yörenin geleneksel düdüklerini vermiş, her biri başka bir kuşun sesini taklit ediyor, harabelerde koşuyor, saklanıyor, kuş sesleri çıkartıyorlar. Çekim, montaj, koreografi, şaheser. Eski şehrin gravür çizimi, kullanılan düdükler, evet, bu da bir arkeoloji, ama yarattığı etki, mekânın ideolojik, politik veya tarihsel boyutlarının çok ötesinde.
Ermenilerin, Rumların, Aborijinlerin, giderek yok olan veya direnen azınlıkların çok ön planda olduğu bir Bienal bu. İstanbul’un geçmişini de biraz kazımış. Rum Okulu’nda Irak kökenli Amerikalı sanatçı Michael Rakowitz’in ürettiği alçı dekorasyon kabartmaları ve kartonpiyerler, Garabet Cezayirliyan adında bir eski Ermeni ustanın hatırasını yaşatıyor. Bana ilk bakışta çok şey ifade etmedi.
Fakat, güzergâhın bir sonraki mekânına, eski Fransız Yetimhanesi’ne girince, her şey değişti. Orada Garabet Usta’nın yetiştirdiği kişilerin halen devam ettirdiği kabartma atölyesini keşfetmek, Zanaat Cafe’nin bahçesinde oturmak inanılmaz güzel bir deneyimdi. Boğazkesen Caddesi’nde böyle bir gizli vaha olduğunu bilmiyordum.
Galiba 14. Bienal şehrin mekânları arasında kurduğu bu tür diyaloglarla asıl başarıya ulaşmış. Tuzlu su bahane.
Bu tuz meselesiyle baştan beri başım dertteydi, bir noktada Bienal’le yolumun ayrılacağını hissediyordum, o nokta İstanbul Modern’deki toplu sergiymiş meğer.
Çağdaş sanatın çok farklı disiplinler arasında bir ittifak alanına dönüştüğü düşüncesi son zamanlarda revaçta. Fakat fazla zorlanırsa, bir yerinden çatlayabilen bir düşünce. Bu sergi de ortasından çatlamış bence. Yüz yıl önceki çalışmalarla bugün arasında bağlantı kurmaya çalışıyor ama ortaya tam tersine bir fay hattı çıkmış.
Bir tek şey hoşuma gitti. Organik, biyolojik ve bedensel olanın daha ön planda, politik olanın nispeten geri planda durduğu bir sergi. Bunu sevdim, çünkü son zamanlarda çağdaş sanatın aşırı politikleşme nedeniyle biraz tadı kaçmıştı.
Öte yandan, bizim sodyum kanalı, gariplikler galerisine dönüşmüş. Küratörün farklı bakışları bir araya getirme çabası, iki bambaşka çağı ilişkilendirme niyeti, aşırı yorucu. Yeni düşüncelerin hepsi eski, yirminci yüzyılın başından; yeni eserlerde ise kayda değer bir yenilik yok. Geçmişle bugünü bağlama çabası bir noktadan sonra nafile. İstediğiniz bağlantıyı kurun, modern uygarlığın yok oluşu daha çok sırıtıyor.
Fakat İstanbul Modern’de yer yer çok güzel yapıtlara rastlıyor insan. Aslı Çavuşoğlu’nun “Kırmızı” adlı çalışması muhteşem. Sonia Balassanian’dan “Taşların Sessizliği”, Alys’ün "Ani’nin Sessizliği" çalışmasıyla uzaktan ilişki kuruyor. Vernon Ah Kee’nin “Vahşetler ve Linç Edilmeler” adlı tablo dizisi uzun süre akılda kalıyor. Ama Jacques Lacan ile Fahrelnissa Zeid bir arada olmuyor.
Çok da fazla şikâyet etmek istemem, 14. İstanbul Bienali çok keyifli bir şölen ve bize dünyanın dört bir köşesinden çok güzel hikâyeler derlemiş. Ben sanat eleştirmeni değilim, sanata meraklı bir İstanbulluyum. Bienal’i gezerken Atlantis’te dolaşan bir denizkızı gibiydim. Bardakta tuzlu su sevmem, ama denizi çok severim. Hele serin olursa.
Modern uygarlığın bitişine üzülmüyorum, karamsar değilim, çünkü gerçeği gördüm ve kabullendim. Hiç olmadığım kadar dinginim. Roma’nın son günlerini, yararlı küçük işler yaparak geçirmeye çalışıyorum. Bienal gezilerime devam edeceğim.