Marcelo Figueras’ın Kamçatka romanı 76’da Arjantin’de yaşanan askeri darbeyi, Ece Temelkuran’ın Devir romanı ise 12 Eylül dönemini anlatıyor. İkisinde de darbe, savaş, direniş ve çocuklar var...
22 Ekim 2015 14:30
Ece Temelkuran’ın son romanı Devir (2015) 12 Eylül dönemini, Marcelo Figueras’ın Kamçatka’sı (İspanyolca 2003, İngilizce 2010) ise 76’da Arjantin’de yaşanan askeri darbeyi anlatıyor: Temelkuran 8 yaşındaki iki çocuğun (Ayşe ve Ali), Figueras ise 10 yaşındaki bir çocuğun (Harry) gözünden…
Her ikisi de kitapla kurulacak ilk ilişkiyi başlıkta başlatanlardan. Oya Baydar’ın da K24 sayfalarındaki yazısında değindiği gibi Devir hem bir dönemi sunar bizlere, hem de devretmeyi… “Hem sürekliliği hem de sınırlı bir zaman parçasını.” Kamçatka ise neredeyse hayali tınlayabilecek bir ülkeyi, Risk (Gizli Hedef) tahtasındaki bir diyarı; inatçı mı inatçı bir kara parçasını…
Direniş dersleri aslında anlattıkları: Tatbikat oyunları. Bir oyun olarak hayat; bir mücadele olarak hayat. Susturulamaz bir gölge misali insanın peşine takılan korkulara, işkencelere, travmalara ve zulme karşı verilen bir savaş.
“Savaşıyorduk,” der Figueras’ın başkahramanı küçük Harry, “çünkü mücadele bizi tanımlıyordu. Her iki taraf için de geçerliydi bu. Savaşla vardık.”
Bu cümle Temelkuran’ın romanına da birebir uyar. Hüseyin Abi’yi, Ali’yi, Birgül Abla ve daha pek çoğunun hayatını rahatlıkla tanımlar.
Yaşantıları insanların kendi duyguları, duyguları insanların kendi yaşantıları oluşturur elbette, gelgelelim farklı ülkelerde, bambaşka coğrafyalarda ve farklı dönemlerde de olsa yaşananlar neredeyse hep aynıdır işte. Neşeyi, zemine düşen bir gölge gibi yavaş yavaş karartan aynı olaylar, aynı kâbuslar, kaçışlar, yengiler, yenilgiler. Kendi izlerini izleme dürtüsüdür belki de yazılan satırlar. Sürekli tekerrür eden bir tarih ya da…
Öyle ki aileler (her ikisi de bunca felaketin içinde ruhlarını korumak ister ve bir şekilde fırtınayı ciddi bir hasar almadan atlatacağına inanır) benzeşir olur artık, cümleler benzeşir, anılar aynılaşır neredeyse, kokular bile yakındır birbirine:
“Korku evimin, çekmecemin içine yerleşmişti; çorapların ve çamaşırların arasında özenle katlanmış duruyor, mis gibi kokuyordu,” der Harry bize. Ayşe ise “Kokuları da bir tek ben biliyorum bence,” diye haykırır. Misafir terliklerinin “İlahi! Çok yaşa e mi!” koktuğunu anlatır. Anne ile babasının odasında “uyku kokusu” kalmamasından, salonun hep üzüntülü, sessiz gibi kokmasından yakınır. Dolayısıyla Temelkuran’ın yarattığı dünya ile Figueras’ın dünyası iç içe geçer, kahramanları kolaylıkla yer değiştirebilir bir hal alır.
Sesi korkunç şeyler olduğunda açılan televizyonlar vardır her ikisinde de; televizyonda görülen “şapkalı, bıyıklı, kötü suratlı adamlar.” Babasının bıyığı hep televizyonda ölenlere benzediği için haberlere üzülen bir kız çocuğu görürüz Devir’de. Televizyon izlerken kendi kendine konuşan babalarsa her iki kitapta da anlatılır:
“Babam televizyona baktığı için –“İnfaz etmişler çocukları, Allah belasını versin be!”– görmez beni. Gülmüştük biz o zaman. Düğmeyle ikimiz yani,” der Ayşe.
Harry ise bununla benzeşen bir açıklama yapar: “Babam haberleri izlemek için koltuğa kurulup sanki kendisini duyabilirlermiş gibi sinirli sinirli yorum yapan tiplerdendi. Bir de Shakespeare’in monologlarının yapmacık olduğunu söylerler. Kuru kafayla konuşan Hamlet ile televizyonla konuşan babam arasında ne fark var?”
Bir de hayatların içlerine işleyen diziler yankılanır bu televizyonlardan: Devir’de Dallas. Kamçatka’da ise İstilacılar.
Babalarından önceki sevgilileri hayatlarında yer tutan “akademiksyen” (zamanı geldiğinde ikisi de siyasi sebeplerden işlerinden olan) ve sigara tiryakisi anneleri vardır küçük kahramanlarımızın. Çocukların gözünde sigara belirleyici bir unsur olmalı. Belki de bir “büyüme” sembolü. Zira Harry de, Ayşe ve Ali de sık bahsederler ardı arkasına içilen, adeta bir sığınak görevi gören bu sigaralardan, bir duvar misali örülen dumanlarından. Hışır hışır annelerinin ellerinde bükülür paketler.
“Ayşe’nin annesi sigara paketini hışır hışır büküyor,” der Ali, arabaya binmiş kaçarlarken. Ayşe ise, “Annem sigara yaktı. Sonra paketi buruşturdu avucunda,” diye ekler.
Harry’nin annesi ise üzerini karaladığı Jockey Club sigara paketini küçük kırmızı bir top yapar ve düşürür, benzer bir kaçış anında. Bir diğerinde ise, “Bir sigara daha yakıp Citröen’in vites kolunu boşa alır.” Her iki annenin de parmaklarının arasında hep bir sigara vardır: Ayşe’nin annesi arka arkaya üç sigara içebilir mesela; sigara parmağındayken masadaki tabakları düzeltir.
Temelkuran’ın küçük kahramanı Ayşe’nin, “Büyükler üzülünce sigara içer,” cümlesini haklı çıkarmaktır belki bu.
Gülerken ağlar bir de bu büyükler:
“Büyükler bazen öyle yapabilir,” der Ayşe. “Gülerken ağlayabilirler.”
Harry ise dedesini tanımlarken benzer bir ifade kullanır:
“Bazen onu tuhaf bir şey yaparken yakalıyordum. Duygulandığı zaman aynı anda hem gülüyor hem de ağlıyordu.”
“Kalbi” olan büyükanneler ve dedeler vardır; ülke durumundan az biraz daha kopuk, daha bir süsüne püsüne düşen kişilerdir bu anneanneler. Işıl ışıldırlar, şıktırlar ama yeri geldiğinde çocuklara bakıcılık ederler. Harry bolca dalga geçer büyükannesinin saçıyla başıyla ama yeri ayrıdır dünyasında. Ayşe için de pekâlâ aynısını söylemek mümkündür. Hafta Sonu gazetesini okuyan, acıbadem likörünü içen, yeri geldiğinde kendisini hoşlandığı adama beğendirmek için gömleğinin bir düğmesini daha açabilen (Harry’nin anneannesi de çapkındır!) anneannesine güveni tamdır.
Suların, sirkelerin “şıp şıp” damladığı, iplerin havayı “viyuv viyuv” diye kestiği, annelerin ayaklarını “pat pat pat” yere vurduğu, silahların “çıkırt çıkırt” ettiği, uçurtmaların “pata pata pata” uçtuğu bu coğrafyalarda “düşmek sonu olmayan bir sözcüktür”; üniformalılar tehlikedir; canavar kılığına bürünürler, amcalar ve dayılar kaybolurlar. Kimilerini tanıma fırsatları bile olmamıştır çocukların, kimileriyse çıkmak zorunda kalmıştır hayatlarından. Kayıp ilanlarında aranır olur sonra suratları. Yokluğun varlığıdır sanki her biri; bir uğultu. Takma isimleri vardır; dönem koşullarının insanları mecbur bıraktığı. Kimin adı gerçekten nedir, çocuklar bile emin olamaz bir süre sonra. Böylesi benzer bir dünyadır yaşamın dayattığı ve sonunda kaçışa sürükler kahramanlarını:
Kamçatka, başladığı yerde, Harry’nin kaçmak zorunda kalan ailesiyle vedalaştığı noktada, yol üstündeki bir kafede, bir benzin istasyonunda biterken Devir, aynen Kamçatka’da olduğu gibi, atlatılan kontrol noktalarının ardından yol kenarında kurulan bir rakı sofrasında sonlanır.
Direniş dersleri dedik ya hani; bir ders kitabı, “Hayat Ansiklopedisi” niteliğinde yazılmıştır adeta ikisi de. Ünite ünite, ders ders anlatılır bölümler bize: Ailemizi Tanıyalım, Mahallemizi Tanıyalım, Biyoloji, Tarih, Coğrafya… “Anlayamadığımız her şey Hayat Ansiklopedisindedir,” der Ece Temelkuran’ın kahramanı, Marcelo Figueras’ınki ise hayata dair her şeyin coğrafya, tarih, biyoloji vb. kitaplarından öğrenilebileceğini söyler.
Ve kahramandır mitinglerde neşelenen, omuzlara alınan, sloganları ve marşları kendi dillerince, kendi anladıklarınca haykıran, hayatlarından yine de abrakadabralar eksik olmayan bu çocukların her biri. Harry ve kardeşi Cüce kaldıkları evin havuzuna düşüp ölen kurbağaları, Ayşe ve Ali’yse Kuğulu Park’taki kuğuları kurtarma görevine soyunurlar. Mutluluk (ya da benzeri bir duygu) ancak ondan sonra gelebilecektir. “Sen bir kahramansın,” cümlesi yinelenecektir.
Tüm hikâyeler özünde aynıdır belki. Belki Harry, “…tarihin, bireysel hikâyeleri barındıran nehirlerin içine aktığı bir okyanus olduğunu düşünüyorum. Daha önce yaşanan her şey şimdiki zamanın temelini oluşturuyor. Bizler bu hikâyelerin uzantısıyız, tıpkı bizden sonra geleceklerin bizimkilerin bir uzantısı olacağı gibi. Tüm bu uzamı kaplayan bir örümcek ağına takılıyız hepimiz –tüm canlılar birbirleriyle yakın ilişki içindedir. Yaşayan, yaşamış ve yaşayacak olan tüm canlıları içine alan bir ağdır bu,” derken haklıdır.
Ve belki yine tüm bu hikâyelerin kahramanları sadece unutmanın uyuşmayı getirdiği, her arayışın daha büyük bir rahne açtığı, öfkenin havada sürgit salındığı, korkunun şiddeti yarattığı, şiddetin ölümü ve zamanın akışını hızlandırdığı, insanların buhar olup yeryüzünden silindiği, yoklama listelerinin eksiklerle dolduğu, kimilerinin ne amaçla ve nasıl kullanılacağını düşünmeden güç edinme peşine düştüğü ve gücün sorumluluk gerektirdiğinin unutulduğu bu dünyada yaşadıklarının bilinmesini isteyen insanlardır... Aldanmakla inanmak, unutulmakla unutmak arasında, eziyet edenle edilen tanısında savrulup gider her biri; bizler gibi. Güvende olduğumuz ve sevildiğimiz bir dünyanın peşindeyken bütün bu biçimsiz felaketlerden mutluluğu yontabileceğimizi birbirimize anlatmaya ve göstermeye çalışan bizler gibi, söküp çıkarmaya çalışırlar birbirlerini umutsuzluktan. En tehlikeli anlarda birbirleridir sığındıkları. Ne de olsa, ve ne kadar tuhaf görünse de, hayat biraz da hüznün kabulü. Bundan kaçış yok.
Temelkuran ve Figueras, hiçbir şeyi öyküler dışında tutmadan, karanlığın derinliğine doğru kayan birer astronot gibi hisseden Harry’ye, Cüce’ye, Lucas’a, Ali’ye, Ayşe’ye ve daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca çocuğa her şeyin daha kötü olabileceğini bilmelerine gerek olmadığını; her şeyin daha iyi olabileceğini bilmeleri gerektiğini anlatır belki de.
Kim bilir, belki bizim de tek bilmemiz gereken budur. Yaşadıklarımızı unutmadan.
Belki de Kuğulu Park’tan kurtulan kuğuların uçtuğu yer Kamçatka’dır, kim bilir…