Sinek

“O âna dek sinekler hakkında hiç düşünmemiştim” der yazar. Karşısında ölüme doğru giden sineğin durumunun yazılamazlığı, tümel dev anlamını, sınırsız yayılım içindeki o erişilmez anlamını tartarak ağır cümlesini kurar: “Yahudileri düşündüm”.

23 Eylül 2015 15:00

Sabah taraçaya çıktığımda, son Deauville-Trouville yolculuğumuzda güneşten korunmak amacıyla aldığım kumsal şemsiyesini katlanır durumda yattığı iskemleden alacağım an gördüm: Üzerinde bir atsineği çifti çiftleşiyordu. “İş”e karışmak istemedim, sessizce öteki iskemleye oturdum. Aklıma Marguerite Duras geldi.

Ama öncesinde kendimi biraz tuhaf hissettiğimi gizleyemem: “İş”e karışmayayım derken bir tür “dikizci” konumuna mı düşmüştüm? Bu kez de aklıma “bakış okulu”nun bir başka üyesi, daha doğrusu önderi Alain Robbe-Grillet geldi: Dikizci romanının yazarı.

Lâf aramızda, “iş”in bu kadar uzun sürdüğünü bilmezdim. Gergedanların dillere destan performansları hakkında, bir gergedan uzmanı (!) olarak bilgi sahibiydim de, sorulsa, yaşam sürelerinin sınırlılığı nedeniyle belki, sineklerin çiftleşme sürelerinin oldukça kısa olacağı düşüncesini ileri sürecektim — yanılıyormuşum besbelli. Zihin durmuyor sabahları; aklıma Sıçrayan Fasulye’de sineklere ilişkin satırlarım düşmekte gecikmedi: O bölümü yazarken, FMR dergisinin ‘sinekli tablolar’a ilişkin zengin görsel eşlikli sayfalarından yararlanmıştım. Sinek, zamanın uçup gidiciliğinin simgesi olarak konmuştu seçilen tablolara.

Sinek hakkında bütün bildiklerim insanoğlunun ortalama cehâlet eşiğinin sınırını aşmaz. İkidebir değiniyorum: Beni ‘ne çok şey bildiğimi göstermekle’ suçlayanlara öteden beri şaşarım, çünkü hiçbir konuda bilgili değilim, pek çok konuda meraklı sayılabilirim olsa olsa, bir de şu yaşıma karşın hâlâ öğrenme tutkumu diri tutmayı başardığımı eklemek isterim — bütün bunlar birşeyse birşeydir, olmayabilir de.

Michel Serres’in “herşeyi bilmek gerekir, bu olanaksız olsa bile” sözünü anmıştım daha önce. Bu düşünceyi doğru buluyorum, tersini de: Herhangi bir konuda bütünüyle bilgi sahibi olmak olanaksızdır. Örneğin sinek(ler) konusunda. 2015 güzüne girdik, şu sıralarda, yıllardır müdavimi olduğum, Paris V. bölgedeki Jardin des Plantes’ın girişindeki Doğa Tarihi Müzesinde bir “Yengeç Sergisi” var. Yeryüzü sularında, boyları-enleri biriki milimetreyle dört metre arasında değişen 7 bin yengeç türü varmış. Serginin bilimsel küratörü, bunların yabana atılamayacak bir bölümü hakkında henüz hiçbir bilgiye sahip olunamadığını belirtiyor.

Aklıma gelen gelene, şimdi de Jacques Perrin’in gerçekleştirdiği olağanüstü Okyanuslar (2010) belgeseline sıçrıyorum. Umman ve derin su evreninin çoğuyla ilk kez karşılaştığım canlılarının, birlikte gerçekleştirdikleri ürpertici koreografileri önünde büzüşmemek olanaksız. İnsan, hayatın eşiğine gelesiye ömrü tamamlanıyor.

Laure Adler, soluklu yaşamöykü çalışmasında, yapayalnız battığı bir döneminde, evin salonunda ona eşlik eden sineğin varlığının Duras’yı koyu bir tedirginliğin ortasında oyaladığını aktarır. Aynı uzamda iki canlının başbaşa zaman geçirmelerinde, yaşamsal çekirdeği zorlayan, boşlukta asılı kalmış bir anlam belirsizliği ağırlığını duyurabilir. Besbelli Duras bu öyküyü, yaşantı kesitini karşılaştığı pek çok kişiye aktarıyordu. Bugün Yazmak başlıklı, ilginçtir yazılmamış, sözden yazıya nakledilmiş derin kitabında, kendi anlatımıyla yeralıyor sineğin cançekişerek ölümünü izlediği içdaraltıcı sahne.

“O âna dek sinekler hakkında hiç düşünmemiştim” der yazar. Karşısında ölüme doğru giden sineğin durumunun yazılamazlığı, tümel dev anlamını, sınırsız yayılım içindeki o erişilmez anlamını tartarak ağır cümlesini kurar: “Yahudileri düşündüm”. Bu sıçrama kimilerini irkiltebilir; gelgelelim köprü doğrudur.

Duras L’Extase Matérielle’i (1957) okumuş muydu? Le Clézio bir genç yazardan sık çıkmayan olgunluktaki o kitabının bir bölümünde “Bir Sineğin Öldürülüşü”nü konu edinmişti. Birinci tekil şahıs gözünden, soğukkanlılığıyla sarsan bir deneme. Orada, Duras’daki tanık olmaktan yılgı payı çıkaran gözlemcinin yerini fail alır: Duraksamadan, doğru anda kararını verir ve uygular.

İki yazar da, metinleri peşpeşe okunduğunda, sineğe yansız bakmadığımızı, içimize otur(tul)muş bir önyargı ortalamasının dümen suyunda onu okuduğumuzu sezdirirler. Canlılar evreninin üyeleri, çoğu hakkında bilgiden yoksun olduğumuz halde basmakalıp imgelere takılmışlardır. Bu anlamda, geniş insanlık haritasının farklı örnekleri karşısındaki hazır kanılarımız ile örtüşürler.

Denemelerinde en ayrıksı çıkışları yapabilen Hâşim, hayvanlar âlemine genellikle bu sabit fikirler eşliğinde yaklaşır ne yazık ki: Sevmediği köpekler kadar sevdiği kedilere bakışında da aynı basmakalıp perspektife yenik düşer. Sineğe gelince, 1929’da İkdam’da çıkan bir yazısında neredeyse tiksintiden ibaret bir açıya teslim olduğu görülür.  

Hepsi’de, Londra’da gezdiğim Damien Hirst sergisinde yeralan, başta “Siyah Güneş”, sineklerle oluşturduğu yerleştirmelere ve yüzeylere değinirken çattığım cümleye dönüyorum: “Uykuya girmeden, asıl korkumu besleyenin biri (izmaritler) ya da öteki (haplar) olmadığını farkedecek vaktim oldu: Sineklerdi”. Metnin ilerleyen bölümlerinde Duras’nın Hepsi Bu’suna uğradığımı anımsatmak isterim.

Hirst’ün sinekleri de Hayat ile Ölüm arasında bölünmüşlerdir. Tate’in bir salonundaki canlı bölmede, kanı akıtılmış bir leşin etrafında uçuşan, konan ve kalkan sineklerle, bir sonraki salonun duvarında, dev bir değirmi panoya yapıştırılmış, handiyse biribirilerine kaynaştırılmış sinek ölülerinden oluşan blok arasında mekik dokurken, bir an kapıdan ya da pencereden içeri süzülmüş, iki salon arası algı ayarı tarumar olmuş bir sineğe benzetmiştim kendimi: Ölüm ile Hayat, iki kutbun ortasında, biçâre. Evet, bir kez daha: Hepsi buymuş.