Orhan Kemal, romanlarında emekçi kadınların dünyasını dillendirirken, emekçi kadından kendi emeği dışında başka şeyler talep eden eril ve kör zihniyete itirazını da ortaya koyar...
29 Haziran 2017 13:55
“Orhan Kemal bize üç şey getirdi: Kinsiz, herkese açık, cömert yüreğinden insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninden de umut…” Vedat Günyol
Orhan Kemal’in yapıtlarıyla tanışmam, yıllar önce, 14- 15 yaşlarındayken, aile kitaplığımızda bulunan Baba Evi ile olmuştu. Romanı ilk okuduğumda çok etkilendiğimi, uzun süre sayfalardaki dünyanın içinde yaşadığımı anımsıyorum. Olayların kurgulanışı, cümlelerinin yalınlığı, kişilerin konuşmalarının akıcılığıyla büyülenmiştim âdeta. Bir film seyreder gibi okuyordum Orhan Kemal’i. Lise yıllarımda, arkadaşlarla aramızda takas ederek okuduğumuz pek çok Orhan Kemal romanı anımsıyorum. Bu romanların yazıldığı dönemin yazın anlayışı şimdikinden daha farklı bir noktadaydı; hakikatleri dile getiren, toplum sorunlarını gösterip çözümler öneren özgün bir anlayış egemendi. O yıllarda Orhan Kemal tarzı romanlar, en çok ilgi uyandıran ve geniş bir okur kitlesine seslenen yapıtlardı. Elbette, o yıllara özgü toplumcu bir yükseliş de söz konusuydu. Toplumsal dinamikler, devrimci bir sanat anlayışını geliştirmişti. Ülkemiz toplumu, tarımdan sanayiye geçiş sürecinin sancılarını yaşıyor, bir yanda köylülük devam ederken öte yanda köyden büyük kente göçlerle farklı dünyaların kapıları aralanıyordu. İnsanımız değişip dönüşüyor, sarsılıp savruluyor, tutunacak dal arayışıyla yoksulluğun kader olmadığı bir dünyaya ulaşmaya çabalıyordu. Orhan Kemal, ülke toplumunu yüreğinden yakalamış; insanımızı en gerçekçi çizgilerle resmeden ve toplumsal sorunları derinden yorumlayan romanlarıyla efsanevi bir yazar kimliği kazanmıştı. 1970’lerin üniversiteli genç kuşağı olan bizler için de Orhan Kemal’in yapıtları çok değerliydi. Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Murtaza’yı, El Kızı’nı, Hanımın Çiftliği’ni ilgiyle okuyor ve bu romanlar üstüne konuşuyorduk. Şehirler arası otogarlardaki gazete bayilerinde, halk hikâyeleri yanında Orhan Kemal’in kitaplarının da yer aldığını anımsıyorum. Onlar hem iyi bir yol arkadaşı hem de yoldaş kitaplardı bizler için.
Aynı kuşaktan olduğumuz Hasan Ali Toptaş’la 2004’te gerçekleştirdiğim bir söyleşide, kendisinin, ortaokul yıllarındayken Orhan Kemal’i çok severek okuduğunu, hatta o yıllarda ilk yazın denemesini, Orhan Kemal’e öykünerek bir roman yazma çabasıyla gerçekleştirdiğini dile getirmişti. Yıllar sonra Hasan Ali Toptaş, 2006 Orhan Kemal Roman Ödülü’nün sahibi oldu. Toptaş’ın, içinde yazarlık ateşini yakan, ona esin veren Orhan Kemal’in adını yaşatan bir edebiyat ödülünü almasının, rastlantısal bir durum olmadığı kanısındayım.
“İnsan zenginliği, edebiyatımıza kazandırdığı unutulmaz karakterler, şaşırtıcı mizahı, alçakgönüllü dili onu hem büyük bir halk yazarı hem de büyük bir romancı yaptı, ama daha da önemlisi Orhan Kemal'i büyük bir iyilik ustası kıldı. O iyi kalpli iyi yazarın bugünün gençlerine de söyleyecek çok şeyi var. Rakel Dink'in deyimiyle 'bir bebekten bir katil yaratan bu karanlığı sorgulamak' ve o bebeklerden yeni katiller yaratmamak için Orhan Kemal gibi 'iyi' bir yazar gerekiyor. Diliyle, anlatımıyla, yaklaşımıyla iyilik, şefkat ve merhamet dağıtan Orhan Kemal'i bunca özlememiz biraz da bundandır.” diyen Haydar Ergülen’in düşüncelerine ben de tamamen katılıyorum.
Orhan Kemal’in roman dünyasını derinden kavramak için bence öncelikli olarak onun gerçekçilik anlayışı üzerinde durmak gerekir. O, gerçek yaşamdan alarak, bilinci ve sözcükleri vasıtasıyla ete kemiğe büründürdüğü ve ruhsal derinlik kazandırdığı roman kahramanlarıyla, olağanüstü gözlem ve irdeleme gücüyle, hakikatin bütünselliği içinde dile getirir toplumsal yaşama dair kurguladıklarını. Bütün yapıtlarının içinde toplumsal gerçekler soluk alır. Toplum içindeki bireyin durumunu odağa alan Orhan Kemal, birey- toplum diyalektiğindeki dengeleri başarıyla gözeten; hem toplumcu hem de gerçekçi olmayı başaran, okuruna geleceğe dair umut veren bir yazardır. “Yalnızca yaşanan durağan, pasif bir gerçeği değil, aktif, toplumcu bir gerçeği yansıttığını, bu şekilde yapıtlarında yeni bir gerçek yarattığını” dile getirir. Yazar, “Gerçekleri ayıklar, düzeltir, seçerim. Bunun dışında, yani fotoğraf makinesi objektifi sadakati mümkün değildir. Gerçekler karşısında yüzde yüz objektif kaldığını ısrarla ileri sürenler bile aslında konusunu ayıklar, düzeltir, seçer yani değiştirir. Olduğu gibi yansıtmak, doz meselesidir ve her yiğidin yoğurt yiyişine bağlıdır” diyor, 1958’de, Dost Dergisi’nde kendisiyle yapılan bir söyleşide. Orhan Kemal, toplumu olduğu gibi yansıtmak yerine, anlatımda ağırlığı diyaloglara vermiştir. Anlattığı insanların konuşmalarıyla toplumu eleştirmiş, yorumlarıyla da yapıtını zenginleştirmiştir.
Gerçekleri yazınsal estetik yoluyla dile getiren Orhan Kemal, yaşamdan sayfalara süzülenlerle oluşturur romanlarını. İlk öykü kitabı olan Ekmek Kavgası ile ilk romanı olan Baba Evi’ni aynı yıl (1949) yayımlaması, onun öykü ve romanı birbirinden pek ayırt etmeden, birbirine yakın birer tür olarak gördüğü izlenimini bırakır.
Yazar, otobiyografik özellikler taşıyan ilk romanlarında, Adana’daki işçi çevrelerini, göçmen mahallelerinin insanlarını gerçekçi bir tutumla anlattı. Sanayileşen Türkiye’nin toplum yapısını, işçi- işveren ilişkilerini, büyük kente gelen gurbetçilerin serüvenini, geçim kavgalarını, yoksul emekçilerin dünyasını yansıttı. “Aydınlık Gerçekçilik” dediği bir sanat anlayışıyla, roman karakterlerinin olumlu yanlarını vurgulamayı, hayata ve insana iyimser bir bakış açısıyla yaklaşmayı amaç edindi. Bu seçim, toplumcu gerçekçiliğin vazgeçilmezlerinden olan umuda vurgu yapma anlamına gelir aynı zamanda. Yaşamın akışına, toplumsal diyalektik düzene odaklanan bir yazarın umutsuz ve karanlık olması söz konusu olamaz elbette. Yaşam devam etmekte, umut da ona koşut olarak var olmaktadır.
Orhan Kemal’in romanları hareketlidir; anlattığı olaylar, sayfalar boyunca akıp gider. Belirttiğimiz gibi, Orhan Kemal, yalın ama etkili bir dille yazdı; karşılıklı konuşmaları başarıyla oluşturdu. Kişilerini durağan ruh çözümlemeleri yerine, canlı diyaloglar ve olayların akışındaki tutum ve davranışları üzerinden canlandırdı. Onun romanları suskun ve içe dönük değil, konuşkan ve dışa dönüktür. Bütün bu özellikleriyle, Orhan Kemal ülkemiz öykü ve romanında toplumcu gerçekçi çizginin en usta adlarından biri oldu. Eserleri, sinematografik yapıya sahip olan Orhan Kemal’in birçok romanı sinemaya uyarlandı.
Orhan Kemal, toplum sorunlarına dikkat çeken, bu sorunları kahramanlar üzerinden dile getiren ve çözüm yollarını da gösteren gerçekçi yazarlardandır. Eserlerinde toplum sorunlarını yansıtmakla yetinmemiş; kahramanlarının olumlu davranışları üzerinden çözüm yolları da önermiştir. Kadın sorununa dikkat çekme, farkındalık oluşturma ve kadının gücünü gösterme açısından, eserlerinde güçlü kadın karakterler yaratmış olduğu görülür. Orhan Kemal’in kadın karakterleri, onun aydınlık, ileriye dönük, umudu taşıyan gerçekçiliğinin simgesi gibidirler. Orhan Kemal, romanlarındaki güçlü kadın karakterler yoluyla, toplumdaki kadın sorunlarını, yine kadının gücüyle çözebilmenin ışığını verir.
Orhan Kemal’in, toplumda kadının durumunu, kadının uğradığı kötülük ve haksızlıkları ustaca dile getirdiği ve ilk kez 1965’te yayımlanan kitabı Bir Filiz Vardı, toplumcu gerçekçi romanlarımızın en dikkate değer olanlarından biri. Bu romanında da gerçekleri bütün ayrıntılarıyla, bütün çıplaklığıyla dile getiren, kadının durumunu tartışmaya açan Orhan Kemal, kendi yarattığı Filiz karakteri üzerinden, kadınların, eril egemen toplum içinde karşılaştıkları olumsuzlukları ve yaşadıkları kötülükleri kabullenmeyip, mevcut koşullara direnmelerinin nasıl mümkün olabileceğini de gösteriyor.
1960’ların İstanbul’unda, yoksul bir kenar mahallede geçen olaylarda, Filiz’in uğradığı cinsel tacizler ve yaşadığı kötülükler anlatılırken, ev dışındaki hayatın kadınlar ve genç kızlar için nasıl cehenneme dönüştüğü de etkili bir biçimde ifade edilir.
Orhan Kemal, kadınların, genç kızların toplum içinde; iş hayatında, okulda, sokakta, çarşı pazarda, dükkân içinde, meydanda, otobüste, dolmuşta, eğlence ortamlarında, aile içinde… yaşadığı her türlü olumsuzluk ve haksızlığa; uğradığı kötülüklere duyarlı olan ve eserlerinde hep toplumsal vicdanı seslendiren bir yazar. O, romanlarında “aydınlık gerçekçi” bakış açısıyla, işçi/ emekçi kadınların dünyasını, onların yaşadığı çileleri, ekmek kavgalarını dillendirirken, emekçi kadından kendi emeği dışında başka şeyler talep eden eril ve kör zihniyete, kadının uğradığı baskılara, doğrudan ya da dolaylı olarak maruz kaldığı cinsel şiddete, tacize itirazını da ortaya koydu. Bu itirazını, hem yarattığı güçlü kadın karakterlerin davranış ve tutumları üzerinden hem de olayların akışı içinden, gerçekçi bir yaklaşımla dile getirdi. Okurlarda duyarlılık ve farkındalık oluşturma yoluyla toplumun bu kanayan yarasına dikkat çekmeye, insanlara bilinç aşılamaya özen gösterdi; kişileri çözümler üretmeye yönlendirdi. Bursa Cezaevi’ndeyken Nâzım Hikmet’in, şiir yerine toplumcu öykü ve romana yönlendirdiği Orhan Kemal’in, aynı yolda yürüdüğü yazarların başında, edebiyatımızda vicdanın sesi olan Sabahattin Ali geliyordu. Sabahattin Ali’nin “Gramofon Avrat”, “Hanende Melek” gibi öykülerinde, toplumda eril egemenliğin, kadınlara önyargılı, aşağılayıcı, ötekileştirici ve baskılayıcı tutumunu içten içe eleştirdiğini anımsayacak olursak; Orhan Kemal’in de Sabahattin Ali çizgisinden giderek, aynı gerçekçi, eşitlikçi ve vicdanî yazınsal yaklaşımı devam ettirdiğini belirtebiliriz.
Bir Filiz Vardı, yazarın bu bağlamda kaleme aldığı romanlarından biri. Arka planda dönemsel/ tarihsel gerçekleri de aktaran yazar, 1960 darbesi sonrasında işsiz kalan Filiz’in babasının yaşadığı durumu gösteriyor ilk sayfalarda. Daha önce Vatan Cephesi üyesiyken, darbe sonrasında işini, ekmeğini ve itibarını kaybeden Filiz’in babası, işsizlik bunalımı içinde, bütün gününü kahve köşelerinde aylaklıkla geçirir; aç kalmamaları için, önce Filiz’in annesi, bir çorap atölyesinde iş bulup çalışmaya başlar. Ardından da Filiz, gazetede gördüğü ilan üzerine bir kitap deposunda çalışmak için başvurur. İlanda “on altı yaşında genç kız aranmaktadır” ifadesi dikkat çekicidir. Yaşın sınırlı tutulmasının nedenlerini daha sonra anlarız. Filiz’i işe alan adam, tam anlamıyla bir pedofildir; evli ve çocuklu olmasına, rahatlık ve zenginlik içinde yaşamasına rağmen, gözü ergen yaştaki genç kızlardan başkasını görmeyen, taşra kökenli, kırklı yaşlarda, sevimsiz bir adamdır.
Filiz’in babasının, kendi eşini, Filiz’i, hatta onun küçüğü olan diğer kızını bir iş bulup dışarıda çalışmaya zorlamasını; buna karşılık kendisinin aylaklığı bir yaşam tarzı olarak benimsemesindeki kara mizahı, ibret alınacak sayfalarda dile getirir Orhan Kemal.
Böylece, önce annesi, ardından Filiz, çalışma hayatına dâhil olurlar. 1960’larda İstanbul gibi bir büyük kentte bile “çalışan/ emekçi kadın” kavramı, topluma ve insanların zihinlerine tam anlamıyla yerleşmemiş olduğu için, ne yazık ki yadırganır, aşağılanır ya da bir cinsel sömürü nesnesi olarak görülür kadın emekçiler. Çalışan kadına sadece emekçi olarak değil; cinsel yönüyle de bakılmaktadır; toplumun pek çok kesimi, “çalışan kadın” olgusunu içselleştirebilmiş değildir. Ne yazık ki Filiz’in annesi, iş yerindeki ustabaşının; Filiz de kitap deposu sahibinin sözsel ya da bedensel tacizine uğrar. Hem annenin hem de kızının, iş yerlerinde üst konumda bulunan erkeklerin tacizine uğraması, iç sızlatan, düşündüren ve okurda öfke uyandıran boyuttadır.
Romanda, evin dışındaki mekânlar, bütün bir şehir, kadınlar ve genç kızlar için karanlık ve vahşi bir orman gibi anlatılır. Tehlikenin ne zaman, nereden ve kim(ler)den geleceği belli değildir. Evin kapısının dışındaki her yer, her nokta kadınlar için kötülüğün aniden ortaya çıktığı ya da sürekli olarak var olduğu mekânlardır; buralarda kadınlar değil, erkekler ve onların eril egemenliği var gücüyle hükümranlığını sürdürür.
Gözlerimizi asla kapatmamamız gereken gerçekleri de sayfalara ustaca dokur Orhan Kemal. Erkekler, kuşaklar boyunca cinsel açıdan o kadar fazla kışkırtılmış ve kadınlara dair o kadar çok olumsuz düşünce ve önyargıyla doldurulmuşlardır ki, kadınlar bu yüzden sürekli olarak erkeklerin yoğun baskı, kötülük ve tacizlerine maruz kalmakta; yaşadıkları durumu da bir tür “kader” olarak görmektedirler. Sessizlik, suskunluk maskesi, âdeta kadının yüzüne yapışmış; kadın konuştuğunda daha çok iftiraya uğramış; erkekler her zaman, her şekilde haklı görülmüşlerdir. Kadın, “kuyruk sallamasaydı…” ifadesiyle cinsel yönden de aşağılanmış; daimi olarak susmaya ve başına ne gelirse katlanmaya zorlanmıştır. Kadın konuştukça, sesini yükselttikçe, haksızlığa ve tacizlere karşı koydukça sürekli suçlanmaktadır. Bu durum, pek çok semavi din tarafından kadına yüklenen “şeytanîlik” vasfından; kadim öğretilerden, mitoslar çağından günümüze, kuşaktan kuşağa aktarılan yanlış, önyargılı ve ötekileştirici zihniyetten kaynaklanır. Eril zihniyet, toplumun her alanını, bütün kurumlarını egemenliği altına almış; erkekler dünyasına ayrı bir değer ve önem atfetmiş; kadın, bu süreçte iyice aşağı bir konuma indirgenmiştir. Bu zihniyetin sorgulanarak önyargıların kırılması elbette zorlu bir toplumsal süreci ve dönüşümü gerektirmektedir. Orhan Kemal, kadın ve erkek tüm emekçilere eşit olarak değer veren, hak ve adalet gözeten bir yaklaşım içindedir. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal eşitsizliği; kadının sürekli aşağılanarak cinsel bir obje durumuna indirgenmesini sürekli sorgular; roman olayları ve kahramanı aracılığıyla gerçeklerle yüzleşmemizi sağlar.
Romanda Filiz’in yaşadıkları çok tedirgin edicidir. Evin kapısının dışı ürkütücüdür; kötülükle doludur. Filiz daha apartmandan çıkmadan, ev sahibinin arzulu bakışlarıyla tacizine uğrar, sokakta erkeklerin laf atma yoluyla sözlü taciziyle karşılaşır. Her yaştan erkeğin, Filiz’in peşine takılarak, yürüdüğü yol boyunca onu rahatsız etmelerini; kalabalık otobüslerde de yine utanmak bilmeyen erkeklerin elle ve bedenleriyle Filiz’i tacizlerini öfkeyle ve isyanla okuruz. Filiz her seferinde bu kötülüğe karşı koyar, direnir.
Romanda yoksulluğun mutsuz ve perişan ettiği insanların, yaşanan bütün bu olumsuzluklara, haksızlıklara, kötülüklere direnmek ve karşı çıkmak yerine, onları doğallıkla kabullenmeleri, hatta tacizler karşısında kızlarına suskun kalmasını öğütlemeleri tuhaftır. Ama belki hiç tuhaf değildir. Çünkü bir anda Bertolt Brecht’in, olağanüstü eseri Üç Kuruşluk Opera’daki o ironiyle dolu söz düşer aklımıza: “Önce ekmek gelir, sonra ahlak…” Zengin patronunun tacizlerine direnen Filiz’e, kendi anne ve babasının, direnmekten vazgeçip, yaşadığı duruma ses çıkarmamayı, susmayı öğütlemeleri, ahlakî çürümenin vardığı boyutu göstermesi açısından müthiştir. Annesinin, Filiz’e, kendisi için deli divane olan tacizci zengin patronuyla evlenip rahata kavuşma yönündeki telkinleri; babasının da onu tacizci patronuyla evlenmeye zorlaması, ahlakın ikinci plana düşmesinin başka bir göstergesidir. “Önce çıkar gelir, sonra ahlak” diye yorumlanabilen bu olgu, sınıf atlama çabasının insanları ne rezil hallere düşürdüğünü de gösterir.
Romanda, Filiz’in çevresindeki erkeklerin pek çoğunun içi karanlıktır; ona tacizci bir art niyetle davranırlar. Çok genç, güzel, çarpıcı, çekici bir kızdır Filiz. Onun çalışmak zorunda kalmasını, “kurtlar sofrası”ndaki bu adamlar, en kötü şekilde istismar etmeye çalışırlar. Gerçekten, romanın bir yerinde Orhan Kemal’in de vurguladığı gibi, “bir kurt masalı” içindedir Filiz. Her an bir kötülük ve şiddete maruz kalabilecek durumda; ruhu ve bedeniyle tetiktedir. Çevresindekilerin pek çoğu, bir şekilde, taciz eder Filiz’i. Mahalle esnafından iş yerindeki patronuna, onların yanı sıra iş yeri komşuları olan avukat bürosundaki kâtip, dükkân işleten ufacık bir ihtiyar adam, inşaatçılıkla uğraşan ve “hususi” arabasıyla insanlar üzerinde etki yaratmak isteyen Necla’nın patronu… Avukat bile zaman zaman… bakışla, sözle, ya da başka şekilde rahatsızlık verirler. Filiz, tam anlamıyla bir eril kuşatılmışlık içindedir. Erkeklerin, yaptıklarını doğal bir hak olarak görmeleri isyanla doldurur içimizi; ama bunun yanı sıra Necla gibi kızların bu durumu sonuna kadar kişisel menfaatleri, para ve çeşitli maddî armağanlar için kullanmaları da aynı öfkeyi yaratır bizlerde. Necla, başlarda Filiz’le dostluk kurmaya ve onu tanımaya çalışır. Sonraları, “hususi arabalı” patronunun Filiz’e ilgi duyması nedeniyle kıskançlık krizine girer; genç kıza kötü davranmaya başlar ve araları bozulur.
Filiz, erkeklerin ilgisini çekecek hiçbir şey yapmadığı, hiçbir özel ve davetkâr davranışı olmadığı halde; gençliği, güzelliği, neşesi, canlılığıyla; yüksek topuklu ayakkabıları, kloş eteği ve modern görünümüyle müthiş bir cazibe merkezi durumundadır, “aç kurtlara” benzeyen o erkekler için. Son derece masum olan ve bir o kadar da tacizlere teslim olmayan, sürekli direnen Filiz’in, cinsel açlık çeken kışkırtılmış erkeklere cazip gelmesi, Filiz’in davranışlarından değil; erkeklerin ona bakış açılarından; ona yönelen kirli ve kötü bakışlarından kaynaklanır. Sorun Filiz’de değil; erkeklerin önyargılı tutumlarındadır. Orhan Kemal bu gerçeği sıklıkla vurgular.
Filiz’i rahatsız eden erkeklerin yanı sıra gizliden gizliye ona hayranlık duyan erkekler de vardır. Onlarınki, güzel bir varlığa duyulan bir sevgi; bir tür güzellik sevgisi ve hayranlığıdır. Filiz’in çalıştığı yere yakın bir atölyesi olan Ressam ona her zaman saygı ve sevgiyle davranır; insan olarak değer ve önem verdiğini hissettirir. Filiz de bu orta yaşlı adama saygı duyar. Patronu ise Ressam’la arkadaşlık etmesini asla istemez; atölyesine gitmesine şiddetle karşı çıkar. Hâlbuki Ressam, Filiz’e güven veren, entelektüel bir adamdır. Filiz’in kitap tutkusunu görünce ona bir roman armağan eder.
Filiz, kitaplardaki ve filmlerdeki hayallere kendini kaptıran; roman ve sinema kahramanlarıyla düşlerinde arkadaşlık eden, hayalleri çok geniş bir kızdır. Ressam’ın verdiği romanı çok sever Filiz; kahramanıyla dostluk kurar. Sayfalarda yaşayan o çocukla konuşur düşlerinde; ona gerçekten hayrandır. “Kasketi ensesine yıkık” çocuk, onun için hayallerin, uzak ve mutlu hayatların, özgürlüğün simgesidir; hayatları da oldukça birbirlerine benzer. Her ikisi de babalarıyla sorun yaşarlar. Gece gündüz romandaki çocuğu düşünen, hayallerinde onunla konuşup dertleşen Filiz; düşlerinde hep ona yer verir. Kitap sayfalarında yaşayan çocuk, onun tek dostu olmuştur. Filiz, bir süre sonra Ressam’a armağan ettiği romanı okuduğunu ve çok beğendiğini dile getirir.
Birkaç gün sonra Ressam, Filiz’i atölyesine çağırarak, onu, orta yaşlarda, gösterişsiz, pek dikkat çekmeyen bir adamla tanıştırır. “Romancı dostum” der onun için. Filiz’in okuyup da içindeki kahramana hayran kaldığı kitabın yazarıdır Romancı. Filiz’e kitabını imzalar. Biraz sohbet edince onun akıllı, zeki ve dirençli bir kız olduğunu görür. Filiz, kitaptaki kahramanın kim olduğunu sorduğunda, o da kahramanın kendisinden pek çok şey taşıdığını söyler. Filiz, hayal kırıklığına uğramıştır; çünkü Romancı’yı romandaki o “kasketi ensesine yıkık” çocuğa hiç benzetememiştir. Bu yaşlıca, yoksulca görünümlü adamın, düşlerinde yaşattığı kitap kahramanıyla herhangi bir ilgisini kuramaz. Böylece arkadaş olurlar; Romancı, Filiz’e hayran kalmıştır. Ressam’ın da Filiz’in gizli bir hayranı olduğunu öğreniriz. Ressam, bir ara kendi çizdiği Filiz’in karakalem resimlerini Romancı’ya gösterir. Filiz’i çizen Ressam, onu, otururken, yürürken… değişik hareketler içinde, hayalî olarak resmetmiştir.
Romancı, atölye sohbetlerinden birinde, Filiz’e, kendisini tutum ve davranış olarak beğendiğini, bir gün yazacağı bir romanında onu bir roman kahramanı halinde canlandıracağını söyler. Adı “Filiz” olacaktır romanın; ya da “Bir Filiz Vardı…” Filiz’deki direngenlik, koşullara karşı koyma, kötülüğe teslim olmama, özgüven ve mücadele gücü onu çok etkilemiştir. Romancı ister ki, romanlarında olumsuzluklara, kötü ve olumsuz koşullara direnen kahramanlar olsun. Onlar sayesinde topluma ışık tutsun; aydınlık ve umutlu mesajlar verebilsin. Bir Filiz Vardı’nın sayfaları arasında, Romancı tarafından, roman, insan, hayat, kahraman konuları tartışmaya açılır sıklıkla. Romancı’nın, kurmaca bir karakter olarak romanda yer alması; arada bir romanın yazarı Orhan Kemal adına konuşması ve onun düşüncelerini dillendirmesi, Bir Filiz Vardı romanına atıfta bulunması; bunun yanı sıra Orhan Kemal’in edebiyat tarzı ve edebiyat anlayışını dile getiren cümleleri, sayfalarda Romancı ile Bir Filiz Vardı’nın gerçek yazarı Orhan Kemal’i özdeş kılar. Böylece, hayat ile kurmaca; gerçeklerle düşler, sayfalarda birbiriyle temas eder; edebiyatın büyüsü içinde birbirine dönüşürler. Kitabın en ilginç sayfalarından bir pasaj aktarmak istiyorum:
-Sizi tıpa tıp değilse bile, sizin gibi çalışmak zorunda olan pek çok kızı, bu pek çok kızların çalışma şartlarını, çalıştıkları yerlerle olan ilintilerini biliyorum. Yani, çalışan genç kız ve kadınların, ne için çalışmak zorunda olduklarını, çalıştıkları yerlerde nelerle karşılaştıklarını, pek çoğunun nasıl teslim oluverdiğini…
Filiz korkuyla baktı:
-Beni onlardan biri gibi mi yazacaksınız?
-Değil misiniz?
-Değilim tabii. Ben çalıştığım yerde, yanında çalıştıklarıma teslim olmadım.
-Ya?
-Olmam da. Ben çalışmak, ama kendimi de vermek istemiyorum. Kim ne derse desin, kimsenin malı, mülkü, parası beni ilgilendirmeyecek. Bana ne sonra canım?
Romancı, tasarladığını bulmuştu genç kızda.
-Ben sizi, teslim olmayan bir küçük kız olarak işleyeceğim.
Romancının ellerine heyecanla, çocuksu bir heyecanla olanca içtenlikle sarıldı:
-Beni anladınız değil mi? Çok teşekkür ederim, çok, çok, çok teşekkür ederim!
-Bu kadar çok teşekküre lüzum yok. Asıl ben size teşekkür ederim.
-Niçin?
-Çünkü bana aydınlık bir roman yazdıracaksınız Yani, zaten yapmayı tasarladığım ‘Aydınlık gerçekçilik’te bana elle tutulur bir örnek verdiniz!
-Ben de size teşekkür ederim. Çünkü hayatımda beni yalnız siz anladınız…” (s.231)
“Toplumcu gerçekçi” romancı olarak nitelendirdiğimiz Orhan Kemal’in toplumun aksayan ve olumsuz yönlerini işlediği bu realist romanına, böylesine ilginç bir kurgu oyunu ve üst kurmaca katması; “kendini fark eden” bir metin oluşturması, etkileyici ve şaşırtıcı geliyor bugünün okurlarına. Yazarın “Aydınlık Gerçekçilik” diye tanımladığı düşünceyi yazarın ilk olarak Bir Filiz Vardı adlı romanında dile getirdiğini, filizlendirdiğini de görüyoruz böylece.
Ressam’la bir sohbeti sırasında da Romancı, edebiyata, romana ve hayata dair önemli sözler söyler:
-Filiz gibi, içinde yaşadıkları toplumun bir çeşit kader olmuş gerçeklerine kafa kaldıran tipler... Bizim romanımıza, bizim toplumun el, etek, hatta ayak öpen, korkak, bireysel çıkarları için alabildiğine alçalan, teslim olmuş tipleri yanında teslim olmamış, başkaldıran, kötülüklerle kıyasıya savaşabilmek için örgütlenme şuuruna ulaşmış tipler lazım. Filiz neden böyle bir tip olmasın? Bileğini tutuverince yatıveren genç kızlar yanında bileğini tutturmaya bile yanaşmayan genç kızlar az da olsa yok mu?
-Bütün bunları sana bu kız mı hatırlattı yani?
-Tahmin edersin ki, hayır. Ama bu örnek, romanıma böyle tipleri almam gerekliliğini zorunlu kıldı!
-İyi, ama sen gerçekçisin. Bu kızı idealize edince…
-Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak. Buna engel olanlarla savaşmak…” (s.189)
Orhan Kemal “Aydınlık Gerçekçilik” başlıklı bir yazısında da şunları dile getirir: “‘Gerçekçilik’i, içinde yaşadığım toplumun insanlarına ayna tutmuşçasına yansıtmak sanmıyorum. Bozuk bir düzenin her yönden bozduğu, insancıl davranışlardan alıkoyduğu, insanoğlunu düşmemesi gereken alçaklıklara yuvarlayan bir düzensizliğin çürük meyvelerini sayarken, gene de onlarda eriyip mahvolmamış, kurtulmak için çaba gösteren yanların var olduğuna inanıyorum.” Usta yazar şöyle devam eder sözlerine: “Dışımızda, yani bilincimizin dışında, bilincimize bağlı olmayarak var olan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçeklik sayılır. Ama buna (natüralizm) diyorlar. Şuna benzer: Olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle doktorun hastasındaki hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim anladığım gerçekçilik bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı, gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu’ ile birlikte ‘olabilir mi’nin karşılığını verebilmelidir. Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı”ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır.’ Böylece yazar, romanda natüralistler gibi karanlık tablolar oluşturmak yerine, insanı ve toplumu daha iyiye götüren, dönüştüren, umut veren bir edebiyat anlayışına vurgu yapar.
Orhan Kemal’in, kahramanı Filiz’i, cüretkâr ve küstah erkeklerin hüküm sürdüğü vahşi bir ormanın tam ortasına bırakması; Filiz’in de o vahşi ormanda büyük bir çabayla onurlu bir hayatta kalma mücadelesi vermesi, etkileyici ve düşündürücüdür. Filiz, uğradığı bütün tacizlere karşı koyar; susup katlanma, göz yumma, “durumu idare etme” gibi yolları seçmez. Necla’nın “karda yürüyüp izini belli etmeme” şeklindeki çıkarcı öğütlerine hiçbir şekilde kulak asmaz.
Orhan Kemal, çalışan genç kızların ve kadınların yaşadığı zorluklara dikkat çekerken, bir taraftan kendi metnindeki Romancı’yı da Filiz’e hayran bırakır. Romancı, Filiz’in kendi patronundan nasıl dert yandığına yakından tanık olur; onun, varlığını, onurunu ve kişiliğini korumak için verdiği mücadeleyi takdirle karşılar. Sabahları otobüs durağında onu karşılayıp kısa bir süre onunla birlikte yürümeyi ve konuşmayı alışkanlık hâline getirir. Filiz, ona iş yerinde ve aile içinde yaşadığı olayları anlatır; dertlerini, sırlarını paylaşır. O da Romancı’nın dostluğundan hoşnuttur. Romancı, Filiz’i çevredeki kötülüklerden korumaya çalışmaktadır. Babasının baskısı yüzünden bir türlü bırakamadığı kitap deposundaki işinden kesin olarak ayrılmaya karar verince, Filiz’in yardımına koşan ilk kişi Romancı’dır; ona sendikada sekreterlik işi bulup dürüst, temiz ve aydınlık insanlarla tanışmasına vesile olur. Yeni işi ve çevresiyle kaynaşınca Filiz için hayat başka bir güzellikte akmaya başlayacaktır.
Filiz, zeki, inatçı, dik duruşlu ve sorgulayan bir genç kızdır. Erkeklerin kötü davranışlarına karşı koyarken bir taraftan bu olumsuzluklara ses çıkarmayan ve çıkarları nedeniyle durumu kabullenen genç kızlara ve kadınlara da öfkelenir; “karda yürüyüp izini belli etmeme” deki erdemsizliği, kendisini tacizci patronuyla evlenmeye zorlayan anne babasının ikiyüzlü ahlak anlayışını sorgular öfke ve isyanla. O, hiçbirinin dediğini yapmayacaktır. O, Filiz’dir. Genç ve asi bir daldır o. Umutla, inat ve dirençle ileriye uzanan bir dal… Kadın ya da genç kız olarak kaderine razı olmayan, “kız kısmı” “eksik etek” gibi kalıp sözlerle, kendisine “kızların kaderi” diye dayatılanlara öfkeyle karşı çıkan bir genç filiz…
Başıboş bir yönü de vardır Filiz’in. Özgürce, bir gemiye atlayıp deniz deniz dolaşmak ister. Farklı ülkeler, değişik yerler, başka insanlar görme özlemi ve hayalleri içindedir. Çocukluk aşkı, gazete satıcısı çocuk Atom’dan öğrenmiştir böyle hayaller kurmayı.
Filiz’in çevresini kuşatan erkek egemen dünya, yazar tarafından bilinçli olarak abartılı çizilmiştir diye düşünüyorum. Orhan Kemal hem genç kız ve kadınların çalışma ortamlarında ve hayatın diğer alanlarında uğradıkları erkek şiddetini ve baskısını göstermek istemekte, hem de toplumun düzelmesi için Filiz üzerinden ipuçları vermektedir. Okuru ve dolayısıyla toplumu etkileyip sarsarak, değişim ve dönüşümü başlatma çabasındadır.
Asıl mücadele, kadının kendi gücü ve çabasıyla verilecektir. Filiz’in tacizci patronundan kurtulup Romancı’nın aracılığıyla başladığı yeni iş (sendika ve işçi çevresi) nin duyarlı, saygılı ve dikkatli yaklaşımının altı çizilir. Emekçiler; kadın ve erkek bir arada, yan yana, dayanışma içinde olurlarsa, hem sömürüye hem de toplumdaki cinsiyet eşitsizliğine güçlü biçimde karşı çıkacaklardır.
Akıp giden hayata koşut olarak roman da akıp gidiyor; belirli ve kesin bir son yerine, Filiz’in hayat akışının güzel bir noktasında sayfalar sonlanıyor. Olaylar, zihnimizde akmayı ve düşlerimizde ilerlemeyi sürdürürken, bir taraftan da düşüncelerimize yeni açılımlar kazandırıyor ve hayata bakışımızı etkiliyor.
Yazarın bu romanında da bütün romanlarındaki o akıcı ve duru dile eşlik eden başarılı ve canlı diyalogların; kısa ve etkili betimlemelerin değerini bir kez daha vurgulayalım. Bu akıcılık ve anlaşılırlık, romanın içerdiği toplumsal mesajın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktadır.
Bir Filiz Vardı, sorgulayan, düşündüren, eleştiren ve çözüm için umut ışıkları yakan önemli bir Orhan Kemal romanı. Yazarın, romana ve genel olarak edebiyata bakışını; kendi Aydınlık Gerçekçilik anlayışını, bu romanı içinde dillendirmesi nedeniyle de ayrı bir değere sahiptir Bir Filiz Vardı’.
Sağlıklı bir toplumun, insan için ne denli önemli olduğunu gösteren bu dönüştürücü romanda; toplum baskısının anlamsızlığı, “başkalarının, bizim cehennemimiz olmaması” gerektiği vurgulanıyor ve eğitimli, ilkeli, etik değerlerle donanmış, dürüst, mücadeleci, örgütlü insanların varlığıyla toplum-birey diyalektiğinin güçleneceğinin altı çiziliyor.
Orhan Kemal’in, Aydınlık Gerçekçiliğin güçlü yansımalarını ve hayatın içinden süzülen umudu dillendirdiği Bir Filiz Vardı romanı, kadın sorunlarının yoğun olarak tartışıldığı şu günlerde, bir kez daha ilgiyle okunabilecek ve üzerinde yepyeni düşünceler üretilebilecek, özgün, gerçekçi ve çarpıcı bir eser.