Ülkemizde fantastik edebiyatın öncülerinden Nazlı Eray, yarattığı büyülü gerçekçi dünyada nice serüvenle okurunu etkilemeye devam ediyor...
28 Temmuz 2016 14:20
"Rüya bir yazıdır ve pek çok yazı da rüyadan başka bir şey değildir."
Umberto Eco
Bazı yazarlar vardır, kapalı kutu gibidirler; metinleri de yaşamları da sırlarla doludur. Çevrelerinde bir gizem halesi oluşturmuşlardır; onu aşıp yazarın dünyasına ulaşmak hayli zordur. Ama bazı yazarlar da vardır ki, diğerlerinin tam tersine, yazdıkları her metne; her öykü ve romana kendi dünyalarından izler, etkileşimler bırakırlar. Okur olarak biz de o izleri sürer; yazarın yaşamıyla yapıtı arasındaki canlı ve diyalektik bağı keşfetmenin hazzını yaşarız. Bu tarzda yazanlar, kendilerini yakından tanımaları için daha ilk satırlardan itibaren okurlarına izin verirler: “Ben böyleyim, böylesine açık ve net bir duruş sergiliyorum. İşte duyumsadıklarım; işte düşüncelerim ve düşlerim. Hayatım, anılarım, hayallerim ve rüyalarım; bunların hepsi bir bütün. Sen de bu bütünlüğe ortak olabilirsin.” diye kulağımıza fısıldar gibidirler. Korkmadan, çekinmeden kendi yaşantılarını, iç dünyalarını ortaya koyar, kendilerini içtenlikle ifade ederler. Otobiyografik ögelerle kurdukları metinler, hayatlarının ve kendi gerçeklerinin birer yansıması olduğu için metni okurken aynı anda yazarı da çözümleme olanağına kavuşuruz. Otobiyografik unsurlarla örülen metinlerde, yazarın bir tül ardına sakladığı otoportresine de ulaşırız.
Günümüzde otobiyografik metinlerin etki alanlarını giderek genişletmeleri ve daha çok sayıda okurun ilgi ve dikkatini çekmeleri yadsınamayacak bir olgu durumundadır. Kendinden başlayarak diğer insanlara ve insan gerçeğine ulaşabilmek, insan gerçeğinde kalıcılığı yakalamak, iyi bir özkurmaca yazarının başarısıdır. Bu tarz yazarlar, kendi iç derinliklerine yolculuğa çıkarlarken zaman zaman düşlere ve rüya anlatımlarına geçebilirler; çünkü hayaller, rüyalar hatta sanrılar da yazarın hakikatinin birer parçasıdır.
Edebiyatımızda rüyaları kurmacaya dönüştüren, rüyaların fantastik dünyasından yepyeni bir gerçekliğe bakmamızı sağlayan yazarlar arasında Nazlı Eray özel bir yere ve öneme sahiptir. Nazlı Eray, rüya yoluyla derin felsefi düşüncelere dalmak yerine, rüya, yaşam ve edebiyat arasında düşsel iplerle bağ kuran kendine özgü bir yazardır.
Nazlı Eray’ın öykü ve romanlarında yaşantılar, anılar, duygular, düşünceler, hayaller, rüyalar bir araya gelir; özgün bir büyülü gerçeklik yaratımı oluşturur. Bu büyülü gerçekliğin odağında yazarın kendisi, kendi kişiselliği yer alır. “Ben öyküsel” diyebileceğimiz birinci kişi anlatımıyla yazdığı çok sayıdaki öykü ve romanında, yazarın kelimelerle oluşturduğu otoportresini görebilir; çocukluk ve gençlik yaşantılarını, aile ve arkadaş çevresini, evliliklerini, okuduğu kitapların izlerini, seyahatlerde karşılaştığı tuhaf olayları… ilgiyle okuyabiliriz. Bu okuma yaşantımıza gördüğü rüyalar, anlattığı fantastik olaylar da eşlik eder.
Nazlı Eray’ın ilk kitabı Ah Bayım Ah’ı 1975’te yayımlanır. O zamandan günümüze kadar, fantastik öyküler, düşsellik, rüya kurgusu dendiğinde akla gelen yazarlarımız arasında Nazlı Eray en başta yer alır. Bu ilk kitap sonrasında Füsun Akatlı şöyle değerlendiriyordu Nazlı Eray öykülerini: “Burada hemen belirtmek gerekir ki Nazlı Eray’ın öykücülüğünün başlıca özelliği, eleştiriyi eksen almayıp öykülerinin gerilerinde bir yere gizlemesidir. Eleştiri, çözümleme, irdeleme etkinliklerine değil, izlenime, anımsamaya, çağrışıma yaslandırılmış öyküler çoğunlukta bu kitapta. Öyle ki, oradan oraya atlamalar, kimi zaman öykünün bütünlüğü için ne sağladığı anlaşılmayan ayrıntıları vurgulamalar, geri dönüşler, anımsamalar, anımsama içinde çağrışımlar, çağrışımlardan yola çıkan düşsel motifler oluşturuyor Eray’ın öyküleme tekniğini.” (Öykülerde Dünyalar, s. 158)
Arzu Sapağında İnecek Var adlı romanı 1989’da yayımlandığında Berna Moran, Nazlı Eray’ın fantastiğini şöyle değerlendiriyor: “Yazar eğlenceli bir oyuna çağırıyor okurunu; kurmacacılık oyununa. Witold Gombrowitz’i izleyerek o da, ‘kitapta anlam aramak yerine kitapla dans ediniz’, der gibidir. Nitekim Nur Bulum ile yaptığı söyleşide ‘mutlu olmak ve insanları mutlu etmek için yazıyorum’ diyor.” (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, s. 73-74)
Nazlı Eray, öykü ve romanlarında, anılardan düşlere; kurduğu hayallerden gördüğü rüyaların anlatımına gidip gelirken, okurunu da bu sıra dışı yolculuğa dâhil eder. Onun eserlerini okurken hem onu bir insan olarak yakından tanımış oluruz hem de zaman -mekân atlamalarıyla, düşlerle gerçeklerin birbirine geçiş yapmasıyla; yerli veya yabancı başka hayatlara, ünlülerin yaşamına da açılırız. Bazen yüzyıllar önce yaşamış bir yazarın dünyasına girebildiğimiz gibi, bazen de çağımızın bir devlet adamının hayatına tanık olabilir ya da bir diktatörün sonunu büyük bir merak ve dehşet içinde okuyabiliriz.
Nazlı Eray, gezip gördüğü ülkelerden, kentlerden ve oralardaki mekânlardan kendi hayatına dâhil ettiği anı parçaları içinde pek çok ünlüyü anlatır. Yakın çevresi, aile yaşantıları, acı tatlı anıları da bu metinler içinde yazarın dünyasını oluşturan ipeksi bir kozanın içinde yer alırlar. Nazlı Eray’ın eserlerini okumak, onu yakından tanımakla eş değerdir. Onunla adım adım dünyayı dolaşmak, fantastik olaylarda soluk almak, gerçeklerden bir anda kopup düşler dünyasına dalmak, sonra en renkli, en ışıltılı gece yaşantılarında yazarla yan yana yürümektir bu yolculuk.
Bazen görünmeyen bir varlığın yardımıyla çıkılır bu düşsel yolculuklara. Bazen yazarın Bodrum’daki yazlık evinin bahçesindeki bir çekirgeyle, bir kuşla sohbet ettiğine tanık oluruz son kitabı Rüya Yolcusu’nda olduğu gibi. Kel Maleç denen yöresel kuşun yıllar boyunca görüşmediği kardeşi Osman olduğunu büyük bir inançla, samimiyetle söyleyen, o kuşun sözlerini dikkatle dinleyen bir yazar vardır karşımızda. Kuşun, kardeşi olamayacağını, bunun anlamsız bir şey olduğunu yazara söyleyen bir de çekirge vardır o bahçede. Her şey, büyülü bir gerçekliğin içinde var olur ve yaşamayı sürdürür.
Bütün bu düşselliğin içinde okur hiçbir şeye hayret etmez, anlatılan olaylar karşısında herhangi bir şaşkınlık yaşamaz. Çünkü metnin aynı zamanda anlatıcısı ve kahramanı da olan yazar, düşsel olayları, kişileri ve fantastik unsurları doğallıkla ve en ufak bir şaşkınlığa/ tereddüde düşmeden anlatır. Böylece fantastik unsurlar, var olan dünyanın içinde yer alır; o dünyanın doğal bir parçasıymışçasına metne eklemlenirler. Rüyalar da gerçeküstü felsefenin ve ruhsal derinliğin anlatımında yer almazlar; sadece yazarın yazma sürecine ve okurun okuma sürecine farklı bir renk ve güzellik katarlar.
Nazlı Eray’ın birçok öykü ve romanında metnin yazılma ânına gönderme yapıldığı; metnin “kendini fark eden” bir anlatıya; üst kurmacalı bir yapıya dönüştüğü görülür. Böylece “yabancılaştıran metinler” yoluyla, okur da anlamlandırma sürecine dâhil edilir. Nazlı Eray’ın eserlerindeki üstkurmaca konusunda, akademisyen Nihayet Arslan, yazdığı kitapta şunları dile getirmektedir: “Eray’ın anlatılarında postmodern edebiyata özgü tipik tutumlar dikkati çeker. Bunların başında yazarın roman ve öykülerinin içinde kimi zaman ‘anlatı zamanı’nı konu alması, anlatılarına üst kurmaca niteliği verir. Yazarın hem yazar kimliğiyle hem de anlatı kişisi olarak kurmaca içinde yer alması, anlatının kurmaca olduğunu baştan ilan etmesi de postmodern bir tutumdur.” (Nazlı Eray, Bir Okuma Denemesi, s. 29) Nihayet Arslan, yazarın “Fantastik Senfoni”, “Sıfırdan”, “Soyun Nevin Soyun”, “Şemsi Bey” gibi öykülerini ve Deniz Kenarında Pazartesi, Örümceğin Kitabı, İmparator Çay Bahçesi gibi romanlarını buna örnek gösterir.
Kısa sürede, olağanüstü bir yoğunlaşmayla yazan Nazlı Eray, pek çok romanını birkaç ay içinde tamamlayan verimli bir yazardır. Yazarak mutlu olmayı ve insanları mutlu etmeyi amaçlayan Nazlı Eray’ın yazma ânında yaşadığı sevinç ve mutluluk, yazdığı metnin akışına da yansır. Fantastik tutum, Nazlı Eray’a yeni bir anlatım tekniği ve yeni bir dil kazandırır. Üslubuna renklilik, akıcılık ve canlılık veren bu dil aracılığıyla, anlattıklarını sıradan olmayan, çarpıcı ve etkileyici biçimde ifade etmeyi başarır. Öykü ve romanlarında “herkes gibi” insanlar yer alır, ama onların hayatlarının bir de rüya kapıları vardır; bu kapılardan geçen metnin kişileri, bambaşka bir dünyaya adım atarlar. “Her şey mümkündür bu dünyada. Yüzyıllar öncesinin insanları bu günde boy gösterir. Ölüler dünyanın öbür ucundakiler, her yerde, her zaman diliminde birbirleriyle buluşabilen yaşayan ve yaşamayan insanlar… Başka bedenlere girme, başkalaşım geçirme, bedenden ayrı olarak organların metonimik yaşantıları (parça, bütün gibi davranır); zamanın, mekânın ve maddenin nedenselliğinin yok olması; hiçbir fizik yasasının geçerli olmaması; sonsuz bir sınırsızlık içinde at koşturan bir hayal gücünün hayal edebileceği her şey bu kitaplarda yaşanabilir.” (Nihayet Arslan, Nazlı Eray Bir Okuma Denemesi, s. 32) Büyülü gerçekçi edebiyatın olmazsa olmazlarıdır vurgulanan nitelikler. Bütün bunlar, Nazlı Eray’ın eserlerinin, içinde yer aldığı fantastik tarzı belirlediği gibi, aynı zamanda onun kendine has yönlerini ayırt etmemize de olanak sağlar. Yani, Nazlı Eray’ın öykü ve romanlarının “postmodern fantastik”e ya da “büyülü gerçekçilik”e dâhil edilmesinin yanı sıra onların kendine özgü yönlerinin de belirlenmesi gerekir.
Nihayet Arslan, kapsamlı çalışmasında, yazarın eserlerindeki özgünlüğü adlandırarak ona “rüya formu” adını vermektedir. Yazarın, anlatılarını rüya görmeye benzeyen bir teknikle kaleme aldığını söyleyen Arslan, gerçek rüyaların sembollerle kendini ifade ettiğini; rüyalarda bir duygunun son derece yoğun bir söylemle, bir bağdaştırmayla ya da bir metaforla tanımlandığını ve dışa vurulabildiğini belirtmektedir. Eray’ın, anlatılarında bu tür bağdaştırmalar yaptığını, sembolik bir dil kullandığını dile getiren Arslan, yazarın gerçek rüyalardaki sıkıştırılmış imgeleri, kendi “rüya formu”ndaki kurmaca anlatılarında açarak ilerlediğini ifade eder. Yazarın rüya mantığına uyarak ürettiği bağdaştırmaları, sembolleştirmeleri yorumlayarak kendi eserini kurduğunu ifade eder. Bu nedenle Nazlı Eray’ın anlatılarında anlaşılmazlığa, kapalılığa yer olmadığını belirten Arslan; şöyle devam eder: “Dünyaya farklı bir biçimde bakmayı rahatlıkla sağladığı anlatım tekniği sayesinde onun okurundan istediği, bilmece çözmesi değil; hayal etmesi, düşüncesini özgür bırakması, yaşadığını ve okuduğunu duyumsayabilmesidir.” (Nazlı Eray, Bir Okuma Denemesi, s.67)
Nazlı Eray dil konusunda sadelikten yana olduğunu sıklıkla dile getirir. Bir söyleşisinde sorulan “Büyülü gerçekçi bir yazarın, dilde sadeliği seçmesinin bir sebebi var mı?” sorusunu şöyle yanıtlar: “Bazı zor şeyler anlatıyorum, onun için dilin kolay olması lazım. Büyülü gerçekçilikte geçişler var, fantastik bir olay olabiliyor. Şimdi o olay gerçek mi? Değil mi? Bir de dil ağdalı olursa o kitap anlaşılmaz.” (Dünyanın Öyküsü dergisi, sayı 14, Nisan Mayıs 2016, söyleşi: Nurdane Özdemir Sağkan)
Nazlı Eray, zihnini özgür bırakarak düşlere ve yaratıcılığa açılan bir yazardır. Başka bir söyleşisinde şunları söyler: “Hep yüreğim söyler ve ben yaparım. Evet, ben bir yolcuyum, oradan oraya giden. Belki yalnız bir yolcu. Çok şiddetle kayaların üzerinden kendini aşağıya bırakan bir Niagara Şelalesi… Gecenin bir parçasıyım, onu çok hissederim. Geceyle bütünleşirim. Fırtınalı, çalkantılı denizde, azgın dalgalar arasında çırpınan bir gemi. Mor, kara bir gökyüzü… Fakat… Kimi zaman da nefis bir koyda, dingin bir gölde yüzen bir kuğu gibi de görürüm kendimi. İki taraflıyım. Hem çok sakin bir insanım, sakinliğimle şaşırtan, insanları hayrete düşüren, sessiz, kendi dünyasıyla barışık. Fakat yazar iç dünyam bir fırtına, freni patlamış bir kamyon, kontrol edilemeyen bir araba… En iyi romanlarımı kendimi kontrol edemediğim zaman yazarım. Romanın kontrolü elimden çıktığında çok daha başarılı olur. Çünkü bir duygu seli olur. Kendini kontrol edersen matematik yaparsın ve fazla duygu koymazsın. Kendini ele vermek istemezsin çünkü. Ama kontrolü kaybedip sadece kâğıdın üstüne aktığın zaman, işte o zaman freni patlamış bir kamyon veya kontrol edemediğin bir araba gibi olursun. Ve o sevdiğiniz yazılar, o geceyi anlatışım, o duygular, o Ankara, o aşk, İstanbul ve tutkular… Onlar o zaman ortaya çıkıyor.” (Dünyanın Öyküsü, sayı 14, Nisan- Mayıs 2016, Söyleşi: Esme Aras)
Yazma süreçlerinde aklı, matematiği, planlamayı, kendini gizlemeyi bir kenara bırakarak kendini tamamen yazma ânına, o ânın içindeki duygulara teslim eden Nazlı Eray, yazdıklarındaki büyünün, düşlerin ve içtenliğin kaynağını da göstermiş oluyor. Bilinçli ve kontrollü zihni devreden çıkararak; hayallere, duygulara, rüyalara odaklanıp yazma ve kendini, yazma ânındaki esinlere uyumlu hale getirme, Nazlı Eray’ın karakteristik özelliğidir. Metinle kendisi arasında kontrollü ve kısıtlayıcı hiçbir şey bırakmadan, büyük bir özgürlük ve esriklik içinde yazar öykü ve romanlarını. Kendini akışa bıraktığı için yazdıkları gayet doğal, içten ve akıcıdır. Kendini zorlamadığı gibi okuru da zorlamaz, yormaz; o nedenle onun anlatıları, her zaman, pek çok kişi tarafından ilgiyle okunur.
Nazlı Eray’ın anlatılarında, anıların da rüya ve hayaller kadar değeri ve önemi vardır.
Bu anılar, fantastik anlatının büyülü atmosferi içine sızar ve metnin gerçek dünyayla, hayatla ve yazarın yaşantılarıyla bağını kurar. Bu anılarda yazarın ailesi ve yakın çevresinden kişiler de birer roman ya da öykü kahramanı olarak yer alır. Esme Aras’la söyleşisinde “Ben bütün hayatı bir rüya gibi hatırlıyorum.” diyen Nazlı Eray, hayaller yumağından daha çok, yalın gerçekleri işlediğini dile getirmektedir. Rüyalar, onun yalın gerçekleriyle yan yanadır; o yalın gerçekler içinde yer alan bir eşya, bir resim, bir mektup, bir fotoğraf, bir ayna ya da bir düşsel varlık yoluyla fantastiğe açılırız.
Rüyalar konusunda dikkate değer cümleler kurar Nazlı Eray: “Rüya öyle bir şey ki, beyni komple kullandığın yer bence. Arthur Rimbaud’un bir lafı var, bir kitabımda da kullanmıştım: ‘Acaba gece gördüğümüz rüyalar mı, bizim gerçek hayatımız. Gündüz yaşadığımız bir rüya, gerçek gece mi?’ Bunu bilemeyiz ki! Başka bir olay, başka bir gerçeklik de olabilir. Rüya âlemi senin gerçeğin olabilir. Çünkü o da bir dünya.” (Dünyanın Öyküsü, sayı: 14, Nisan Mayıs 2016 Söyleşi: Esme Aras)
Nurdane Özdemir Sağkan, yazar hakkında hazırladığı genel değerlendirme yazısında şunları dile getiriyor: “Hayatı büyülü yaşayan bir yazardır Nazlı Eray. Hayal dünyası o kadar zengindir ki, dünü bugünle, bugünü gelecekle birleştirir. Kurgularında, geçmişte kalan ve artık var olmayan insanları, nesneleri, mekânları alır şimdiki yaşamının içine katar. Bunu kimi zaman tan vakti gün ağarmadan, kimi zaman rüyalarda bazen de hayalinde gerçekleştirir. Anılarına son derece vefa ve saygı gösterir. Hayatına giren her insanı onların gerçekliği içinde, duygularının eşliğinde naif bir şekilde anlatır.” (Dünyanın Öyküsü, sayı 14, Nisan Mayıs 2016, s. 78) Sağkan’ın tespitleri, Nazlı Eray anlatılarını tanıma açısından bir anahtar niteliğindedir.
Nazlı Eray, zihnini zorlamadan; serbest çağrışımlarla anılarına ve geçmiş yaşantılarına açılır. Bu yaşantıların anlatımında kronolojik bir sıra izlemediği gibi, tekrarlara da başvurur; bazen dönüp dolaşıp aynı noktaya getirir bizi. İnsan zihninin kronolojik sıra izlemediğinin; zaman atlamaları ve tekrarların, bilincin bir gerçeği olduğunun farkındadır. Bu noktada bilinç akışı gibi anlaşılması zor bir yöntem kullanmak yerine, serbest çağrışımla yazmayı yeğler. Bu yöntem, onun fantastiğine uygundur; bir bakıma, içerikle biçim arasında iyi bir denge tutturulmuştur.
Nihayet Arslan kitabının ilgili bölümünde şunları dile getirir: “Yakın geçmişin anıları çok uzak geçmişle birleşerek, kendi mantığı içinde bir örgü kurar. Şimdinin yaşantılarının geçmiş yaşantılarla bağlandığı özel anlar, duyumsal çağrışımlar ve birtakım nesnelerin sebep olduğu anımsamalarla bilinç düzeyine yükselirler. Bu anları Nazlı Eray bir rüya formu içinde yansıtır.” (Nazlı Eray, Bir Okuma Denemesi, s.66)
Rüyalarda belirli zaman ve mekân kavramı yoktur; bütün zamanlar ve mekânlar bir arada var olur. Zihnimizin sinemasını yöneten o gizemli güç, birbirinden çok farklı yerleri ve zamanları bir araya getirir. Rüyalarda ölülerle diriler bir aradadır ve birbirleriyle konuşabilirler. Eşyalar, nesneler, pek çok şey dâhil olur rüyanın o büyülü mekânına. Rüya olarak, zihin gözlerimizle “gördüğümüz” o “görsel” yapı, bilinç ve bilinçaltı unsurlarını bütünleştirerek, en derin ruhsal hallerimize, iç dünyamızın karanlık labirentlerine ışık tutar. Elbette, rüyalarda; çözülmesi, anlaşılması hayli zor sembollerin ardında gizlidir pek çok konu. Işığa ulaşmak kısa sürede mümkün olmayabilir. Nazlı Eray’ın rüya formundaki anlatılarının birçoğu, tipik bir rüya görme sürecine benzer, rüyaların işleyiş mantığına göre gelişir. Önceden belirttiğimiz gibi, Nazlı Eray’ın metinlerinde semboller yoğun değildir; sembollerin çoğu, anlam açıklığına kavuşturulmuş ve yorum süzgecinden geçirilmiş haldedir.
Nazlı Eray’ın yazma süreci, insanın uyku haline, kendinden geçme durumuna oldukça yakındır. Kendisi de kontrolsüz bir zihinle, kendini kaybedercesine yazdığı anlarda daha başarılı metinler yarattığını dile getirmektedir. İnsanın rüyalarının merkezi kendisidir. “Erich Fromm, uykunun bir tane görevi vardır, o da kendimizi tanımaktır, der. Eray’da kendini tanımak arzusu onu benliğinin derinliklerine sürükler. Sanıyoruz ki, her gün yaşadıkları, yaşamdan aldığı yepyeni izlenimler bütün geçmişi, anıları ve hayalleri, gelecekten beklentileriyle iç içe geçerek bir yumak haline geldikten sonra, yazar bir uyku haline girer gibi yazma sürecine giriyor. Toplumun baskısının, sorumlulukların kalktığı, gündelik hayatın ve aklın gürültüsünün sustuğu, yalnızca kendi varlığıyla baş başa kaldığı bir yazma ortamı yaratıyor kendine. Zaman ve mekân, nedensellik ortadan kalkıyor ve bilinç dışı bir akış başlıyor. Bu yazıları çağrışımlar yönetir, tıpkı rüyalarda olduğu gibi. Bize fantastik olarak görünen şey ise, Eray’ın yazma süreci içinde, bilincin bir biçimde geri çekilmesiyle oluşmaktadır.” (Nazlı Eray, Bir Okuma Denemesi, s.53) diyen Nihayet Arslan, “rüya formu” olarak adlandırdığı bu yazma sürecinde rüya- anlatı akışında kopmalar olduğunda, anlatıyı sürdürenin, yine düşsel nitelikli ama tam bilinçli kurgulamalar, yani fanteziler olduğuna dikkatimizi çekiyor. Fantezilerin Nazlı Eray’ın anlatılarında bağ doku görevi üstlendiğini belirtiyor. Eray’ın romanlarının sonunda kitabı ne kadar sürede yazdığını belirttiğini anımsatarak, onun romanlarının şaşılacak kadar kısa süreler içinde yazıldığının da altını çiziyor. Gerçekten, bir ya da birkaç ay içinde tamamlanır bu romanların çoğu. Nihayet Arslan, bu sürecin, yazarın tamamen yazmaya odaklandığı, uyanıkken REM uykusuna geçer gibi bir çeşit rüya haline girdiği dönemler olduğu kanaatini taşıdığını ifade ediyor. Arslan’ın Nazlı Eray’ın yazma sürecini, “rüya formu” niteliğindeki anlatılarının kaynaklandığı ruhsal noktaları, metinler ve karşılaştırmalar üzerinden araştırarak, ruhsal çözümlemeler gerçekleştirerek önemli sonuçlara vardığı görülüyor. Nazlı Eray’ın eserlerini derin bir bakışla incelemek isteyen araştırmacıların, Nihayet Arslan’ın Nazlı Eray Bir Okuma Denemesi adlı bu kitabına mutlaka başvurmaları gerektiği kanısındayım.
Görüldüğü üzere, Nazlı Eray’ın roman ve öykülerinde sık sık bir yolculuk hali anlatılır. Gerçek dünya içinde fantastik sıçramalar ve geçişlerle ilerleyen bir yolculuktur bu. Biraz gerçek biraz rüyadan oluşan olay ve kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yer alırlar; okur da bu sıra dışı yolculuğa kendi imgelemi ile eşlik eder. Nazlı Eray’da bu rüya yoğunluğunu yaşarken Shakespeare’in unutulmaz sözünü anımsıyor insan: “Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve uykuyla çevrilidir küçücük hayatımız.”
Nazlı Eray’ın kurmacasının değişmez figürünün anlatıcı/yazar/ kahraman üçlüsü olduğunu; bu üçlünün tek bir öykü ya da roman kahramanı gibi hemen hemen tüm anlatılarının odağında yer aldığını yeniden anımsatalım. Bu yapı, onun kurmacasına otobiyografik bir nitelik kazandırmasının yanı sıra fantastiğinin anlatım olanaklarını da genişletir. Nazlı Eray’ın metinlerinde düşle gerçeğin yanı sıra, duyarlılıkla içtenlik ustaca birleştirilir. Toplumsal ve bireysel hayat, çağrışımlarla yüklü, gerçekten gerçek dışına geçişlerle dolu, kendine özgü bir anlatımla dile getirilir. Ara sıra iğneleyici, ironik bir anlatımla da karşılaşırız, ama çoğu kez duygu ve duyarlılığın anlatılarıdır okuduklarımız.
Nazlı Eray’ın romanlarının postmodern edebiyat akımına uyan yönleri vardır; ama bazı yönleriyle postmodernden ayrıldığı da görülür. Yazarın, üstkurmacaya sıklıkla başvurması, yazar olarak hem kendi kimliğiyle hem de anlatı kişisi olarak kurmaca içinde yer alması, anlatının sadece bir kurmaca olduğunu daha ilk sayfalardan itibaren duyurması ya da duyumsatması, postmodern bir tutumda oluşunun birer kanıtıdır. Ayrıca çizgisel bir olay örgüsü oluşturmaması, anlatının çok parçalı yapıda ve özetlenemez oluşu; zaman ve mekân kavramının fiziksel zaman ve mekândan farklı oluşu; yazarın klasik roman kurgusallığının dışına çıkması da onun postmodern tutumunu gösterir. Ancak postmodern anlatılar değer yıkma ve yapı bozma gibi amaçlar taşırlar; bu amaçlarını kurgu ve dil yoluyla gerçekleştirirler. Nazlı Eray, romanlarında modern dünyanın değerlerini yıkmayı amaç edinmez. Okurlarına bambaşka dünyaların kapılarını aralar; böylece onların hayatına farklı renkler ve heyecanlar katmayı önemser. Yıllar önceki söyleşisinde “Beni hiç tanımayan bir kişi tesadüfen benim yazdığım bir romanı okuduğu için mutlu olur ve duygusal platformunu değiştirebilirse ben amacıma ulaştım demektir.” sözleriyle yazma amacını ifade eder. (Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Ekim 1991, s.5, söyleşi: Nur Bulum)
Nazlı Eray’ın yapıtlarının kaynağı olan rüyalar ve bu rüyaların içinde yer aldığı “uyku, gece, ay” gibi kelimeler onun dünyasında önemli bir yer tutar ve imgelerinin kaynağını oluşturur. Kitap adlarının çoğu, yazarın dünyasına giriş için anahtar kelimelerdir: Geceyi Tanıdım, Eski Gece Parçaları, Ay Falcısı, Uyku İstasyonu, Elyazması Rüyalar, Ayışığı Sofrası, Farklı Rüyalar Sokağı, Düş İşleri Bülteni, Gece Uçuşu, Ekmek Arası Rüya, Aydaki Adam Tanpınar, Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni…
Nazlı Eray’ın yeni kitabı Rüya Yolcusu, bu yılın başında okurlarla buluştu. Kitabın kapağında, eserin türü “roman” olarak belirtiliyor. İç sayfada ise Rüya Yolcusu başlığının altında anı/ roman ifadesi yer alıyor. Bana kalırsa, bu kitabı sadece anı/ roman olarak nitelendirmek de yetmiyor; çünkü Rüya Yolcusu’nun pek çok edebi türü kendi içinde barındıran bir eser olduğu kanısındayım. Nazlı Eray da şunları söylüyor: “Belgesel bellek diyorum bu türe, çünkü bunlar bellek, belge. Rüya Yolcusu, bir roman, otobiyografi, belgesel bellek arası bir şey.” (Dünyanın Öyküsü, Nisan Mayıs 2016, sayı 14, söyleşi: Nurdane Özdemir Sağkan)
Öncelikle otobiyografik bir eser Rüya Yolcusu. Yaşamından kesitler; ilginç, farklı, sıra dışı yaşam parçaları ve anılar Nazlı Eray’ın belleğinden süzülerek sayfalarda yerlerini alıyor. Bunun yanı sıra insanın ancak gördüğü rüyalar ve kurduğu hayallerle bir bütün olduğu gerçeğinden hareketle, kendi düşlerini de bu anı parçaları arasına dokumayı ihmal etmiyor yazar. Anlattığı gerçek olaylar sadece yazarın kendi hayatının değil, başka hayatların izlerini de taşıyor. Bu başka hayatlar, gerçek kişilerden, tarihi şahsiyetlerden oluşuyor. Dolayısıyla biyografik unsurlar da metnin içinde devreye giriyor. “Rüya Yolcusu deyince bunu sadece bir rüya, bir hayal zannetmeyin. Çünkü Rüya Yolcusu’nun yüzde doksan dokuzu gerçek, yaşanmış tarihi olaylar, gerçek kişiler. Belki bütün bu dünyanın, hafif böyle anestezili bir şekilde, bir rüyada hatırlanışı gibi. Rüya Yolcusu’nu böyle tarif edebilirim. Bütün bu dünyanın şu anda yaşadığımız dünyanın, savaşların, diktatörlerin, onların hepsi var Rüya Yolcusu’nda… (Dünyanın Öyküsü, Nisan Mayıs 2016, sayı 14, söyleşi: Nurdane Özdemir Sağkan)
Rüya Yolcusu, değişik bir teknikle yazılmış çağdaş bir anlatı. Hem anı, hem roman olmasının yanı sıra otobiyografi ve biyografi türlerinin niteliklerini taşıyor. Yazınsal tutum olarak hem gerçekçi hem de fantastik… Kısacası, Rüya Yolcusu’nun melez bir tür olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği üzere, türlerde melezleşme postmodern anlatıların karakteristik özelliklerinden biridir. Bu noktada Rüya Yolcusu’nun türler arasındaki sınırları ihlal eden, farklı türleri buluşturup sentezleyen oldukça farklı bir eser olduğunu belirtmek mümkün. Yazar-anlatıcı ile birlikteyiz her sayfada; adı Nazlı olan, hem gerçek hem kurmaca bir anlatıcı… Yine gerçeklerden rüyalara, farklı zamanlara ve yerlere gidip geliyoruz Nazlı ile birlikte. Renkli dünyalar, rüyalar, dünyanın çok değişik yerlerinde süren parıltılı bir yaşam… Yine çağrışımlara bırakmış kendini Nazlı Eray. Ya da yine bir çeşit trans veya farklı bir anestezi hali içinde kaleme almış anlattıklarını. İmgelerini, düşlerini, anılarını, eşya ve mekânla temsil edilen yaşanmışlıkları da yine özgür çağrışımlarının içinden süzüyor.
İnsan zihninin düşünce-anımsama-düşleme süreçlerini zamandizimsel olarak gerçekleştirmediği gerçeğinden hareket ederek, bu eserinde de dağınık ve karmaşık haldeki zaman ve yaşantı parçalarına gidip geliyor. Birbirinden çok farklı zamanlar, yerler, insanlar var. Anı parçalarının bu niteliğine ayrıca tekrarlar da eşlik ediyor. İnsanın anımsama süreçlerini tekrarlardan oluştuğunu anımsatırcasına, bölüm bölüm tekrarlar yer alıyor Rüya Yolcusu’nda. Yazar, tekrarlarla ağ gibi örüyor bölümleri. Bu tekrarlar, eseri oluşturan metin parçalarının anlamsal bir bütünlüğe ulaşması için okurlara ipucu veriyor. Kısacası, olay ya da yaşantı parçaları arasındaki geçişler ve bağlantılar; tekrarlanan ayrıntılarla ve bölüm başlıklarıyla sağlanıyor. Anılara eşlik eden düşlere, rüyalara ve fantastik dünyaya geçiş, eşyalarla, fotoğraflarla, onların içinde yaşayan anı- zaman parçalarıyla ve düşsel varlıklarla sağlanıyor. Yazar Nazlı Eray’ın hayatına giren pek çok ünlü ya da ünsüz kişi, bu yaşam senfonisindeki yerini ve işlevini alıyor, önceki eserlerindeki gibi…
Rüya Yolcusu’nu okurken özellikle mekânlar ve eşyalar içinde saklı kalan zaman konusunda Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’ndaki sözünü sık sık anımsadım: “Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar.” Nazlı Eray, bu farkındalığa ulaşmış bir yazar olarak, içinde yaşadığı evlere, çocukluğunun geçtiği mekânlara, sevdiklerini anımsatan eşyalara bilgelikle bakıyor. Mekân-kişi-anı-zaman ilişkilerine güçlü bir duyarlıkla yaklaşmayı başarıyor.
Rüya Yolcusu’nda okuduğumuza göre, yazarın çocukluğunun en güzel, en çok huzur ve mutluluk veren mekânı, babaannesinin Kızıltoprak’taki ahşap köşküdür. Büyük bir bahçenin içinde yer alan köşk, eski güzel zamanları babaannenin varlığında sürdüren bir mekândır. Mutfağında gül reçellerinin kaynadığı, puf böreklerinin açıldığı bu köşkte, akşamları babaannesinin koynunda büyülü masallar dinlediğini anlatıyor Nazlı Eray. Babaannesi, ona hayallerle süslü bir masal dünyasının kapısını açmıştır. Uzak ve egzotik ülkelerin anlatıldığı bu masalların gerçeğiyle yıllar sonra Hawaii adaları gezisinde karşılaşacaktır yazar.
Ahşap köşkte merdivenin altında bir de kiler vardır ve babaannesine göre Hızır, kileri her zaman bereketiyle doldurur; un, şeker, yağ… ne ihtiyaç olursa hepsini oraya getiren Hızır’dır. Hızır’ı takım elbiseli bir adam olarak “gören” anlatıcı -yazar, Hızır’la pek çok geziye katılır; özellikle düşsel bir dünyaya geçecekse oraya onu Hızır götürür. Hızır bir geçiş aracı gibidir; yazar, anı veya hikâyeyi fantastiğe açar Hızır sayesinde. Bazen Hızır’la sohbet ettiği de olur. Babaannesinin kilerindeki çuvalın içinden Hızır’la birlikte Las Vegas’a geçiverirler birden. Tiyatro profesörü olan merhum eşi Metin And’ın ürkütücü maskeler ve kurukafa şeklindeki gece lambası gibi eşyalarla adeta gotik bir roman mekânına benzeyen evindeki kitaplıktan rastgele seçtiği bir kitabın içinde bulduğu notla birlikte yine başka zaman ve mekânlara süzülüverir anlatıcı-yazar.
Çocukluğunun başka bir güzel mekânı ise İstiklal Caddesi ve Şişhane’dir. Frej Apartmanı’nın ve içinde yaşayanların gizemi, onu bir masal dünyasına çeker adeta. Yazar, İstanbul ile Ankara arasında ruhen ikiye bölünmüştür. Ne İstanbul’dan vazgeçer ne de Ankara’dan. Ankara onun için anneanne ve çevresi demektir. Modern, aydın bir sefire olan anneanne de Nazlı’nın dünyasında derin izler bırakır. Nazlı Eray, küçük bir kızken Ankara’da kar yağışının büyüsüne kapılıp gider. Uçuşan kar tanelerini dans eden balerinlere benzettiği kompozisyonu yazdığında ilkokuldadır ve öğretmeni ondaki yazma yeteneğini keşfetmiştir bile. Ruhunda hep çifte aidiyet duygusu yaşar Nazlı Eray; her iki şehre de yürekten bağlanmıştır. Dünyanın pek çok yerini gezmiş, dolaşmıştır, ama bu iki şehre duyduğu bağlılık ve sevgi çok güçlüdür.
Rüya Yolcusu eğlenceli, panoramik bir roman. Parça parça bir araya getirilen yaşantıların izini sürdükçe Nazlı Eray’ı daha yakından tanıyor; hayatından daha pek çok kesiti de öğrenmiş oluyoruz. Daldan dala uçan bir güvercinin neşeli yolculuğu gibi anlatılanlar. Bazen incecik bir hüzün ve yalnızlık duygusu eşlik ediyor bu yolculuğa. Ama çoğu kez renklerin, seslerin, müziğin, dansın, sinemanın, tiyatronun ışıltılı güzelliğiyle karşılaşıyoruz.
Biraz gerçek, biraz rüya; biraz masal ışıltısı, biraz yıldız tozu… Renkler, hayaller, ışıklar, gecelerde yanıp sönen neonlar… Uzak yollar, denizaşırı ülkeler… İstanbul’dan Ankara’ya gidip gelen yaşantı parçaları… İtalya’dan ABD’ye, Rusya’dan Hawaii’ye, Las Vegas’tan Prag’a… dünyanın pek çok ülkesi, şehri ve mekânı yolumuzun üzerine seriliyor.
Nazlı Eray’ın zaman parçaları içindeki duyguları, acıları, sevinçleri, heyecanları… Gördükleri, yaşadıkları… Okuduğu kitaplar, sevdiği filmler; sanatçılar, müzisyenler, yazarlar… Elvis Presley, Marilyn Monroe, Edith Piaf, Marlene Dietrich gibi renkli şahsiyetler ve onların hayatlarının bilinmeyen, giz dolu tarafları… Gezdiği yerlerde yazarların izleriyle karşılaşıyor. Mesela Prag’da Kafka’nın; Petersburg’da Gogol ve Puşkin’in izleriyle. Kumarbaz’ın esin kaynağı olan Wiesbaden’e de yolu düşüyor; buradaki mekânlarda Dostoyevski’nin yaşamını duyumsuyor.
Nazlı Eray’ın en çok etkilenerek anlattığı yazar mekânı ise Capri’de kayalıkların yüksek kısımlarına kurulmuş olan Curzio Malaparte’nin evi… O eve ulaşabilmenin zorluğu ve heyecanı… Yazarlığın yanı sıra savaş muhabirliği de yapan Malaparte’nin hayatından izler… Yalçın kayalıkların üzerindeki bu yapayalnız evde Fransız yeni dalga sinema yönetmeni Jean Luc Godard tarafından çekilen Le Mepris (Nefret) adlı filmi anımsaması… Capri Adası’ndan Roma’ya, Las Vegas’tan Iowa’ya… Yeni Dünya ve Eski Dünya… Avrupa’nın farklı ülkeleri… Nazlı Eray’ın 12 Eylül döneminde Bodrum’daki evinde yaşadıkları… Metin And’la evliliği ve özellikle Metin And’ın evinde mekân ve eşyayla kurduğu o olumsuz, yıpratıcı ilişki… Annesinin naifliği, halasının güçlü hafızası… Işık adlı sağır dilsiz arkadaşını Las Vegas’ta şarkı söylerken “görmesi”… Yine biraz gerçek biraz rüya ile oluşan pasajlar… Hitler ile Mussolini gibi diktatörlerin korkunç sonları… Her şey çağrışımlar ve anımsamalarla yüklü… Yazar, eşya, insan, zaman, mekân etkileşimini, düşleriyle ağ gibi örerek oluşturuyor. Yine düşlerle, gerçekler yan yan gelmiş her sayfada… Yaşananlar kesit kesit aktarılıyor; olay kesitleri romanda dağıtılmış olarak yer aldığı için kronolojinin de, mekân-zaman-kişi bütünlüğünün de ortadan kaldırıldığı deneysel bir yazma evreninin içine çekildiğimizi hissediyoruz bir kez daha.
Nazlı Eray bu anlatılarda kendi otoportresini oluştururken aynı zamanda hayatına giren insanları tüm canlılığıyla birer portre olarak resmediyor. Babaanne, Anneanne, Anne, Metin Bey, sağır- dilsiz Işık, Alman yazar arkadaşı Fred… daha pek çok kişi, bu anıların fantastikle dans ettiği metinlerde işlevsel yerlerini alıyor.
Bütün anlatı parçalarına “yaşama sevinci” dediğimiz o ışıltılı duygu egemen durumda. Yazarın coşkusunu, yazma tutkusunu her sayfada derinden duyumsayabiliyoruz. Yazmayı bir tutkuya ve yaşama biçimine dönüştüren tüm yazarlar gibi, Nazlı Eray da defterini ve kalemini yanından eksik etmiyor. Prag’dayken yeni bir romana başlamasına; “rüya şehir” dediği Chicago’da geceleyin araba içinde arkadaşlarını beklerken kısacık sürede bir öykü kaleme almasına tanık oluyoruz. Arabadayken bir çırpıda yazdığı Ovadaki Adam öyküsü Geceyi Tanıdım adlı kitabının önemli öykülerinden biri olacaktır daha sonra. Nazlı Eray’ın kurmaca dünyasına genel olarak bakınca, onun, bütünlük taşıyan tek, uzun bir romanı sürekli yazmakta olduğu izlenimi uyanır bende. O büyük anlatıda yazarın fantastikle renklendirilmiş yaşamı ve anıları çoğalır durmadan.
Ülkemizde fantastik edebiyatın öncülerinden Nazlı Eray’ın, yarattığı büyülü gerçekçi dünyada nice serüvenle okurunu etkilemeye devam edeceğine inanıyor; rüyalarının uzun yıllar sürmesini diliyorum.