Obez bir Homo sapiens sapiens telefon ekranından çevresine bakarak gerçek dünyada sanal mahlûkat arıyor. Her gün ekmek ve su almak için gittiği markette, ya da annesinin evinin önündeki küçük su birikintisinde poketopları atarak oyundaki seviyesini güçlendirmesi lâzım. Kısıtlı, sınırları belirlenmiş ve acı dolu bir dünya yetmiyor artık. Günden güne zenginlik, mutluluk ve kusursuzluk imgeleriyle şişirilmiş zihinlerimiz bu kocamış gezegeni küçük ve değersiz bulmakta. Gerçeklik olduğu biçimiyle tatmin etmiyor, yeni gerçeklere ihtiyaç var.
Sanal gerçeklikten sonra şimdi de bilgisayar ekranları aracılığıyla mevcut gerçekliğin üzerine sanal katmanlar ekleyen genişletilmiş gerçeklik olgusuyla karşı karşıyayız. Pokemon peşinde sıkıntılı hayatın acımasız darbelerinden kaçıyoruz. Spor yapmayanlar spor yapmış oluyor, insanlar hareket ediyor ve herkes kilo veriyor. Böylece insan hayatı binlerce yılın sonunda pokemon peşinde bir mutluluk gezintisine dönüşerek sonlanıyor. Bu türümüz için yeni bir zirve, demek ki bunca yolu dünya üzerindeki azıcık zamanımızı sanal karakterlere harcamak için katetmişiz. Geçen gün sıkıla sıkıla adımladığımız kirli kaldırımlardan bu gün neşeyle hoplaya zıplaya geçerken mutlulukla dolup, insanca yaşanmış bir ömrün gururuyla gülümsemek, insanlık ideali buymuş. Şimdi tek istediğimiz sadece poketoplarımızın takılıp kalmaması.
Öte yandan global terör dört bir yanda sivilleri ateş hattına çekerek, hiçbir insanın anlam bulamayacağı tiksinç trajediler yaratıyor. Kimin hangi operasyonu kim adına gerçekleştirdiğini bilmediğimiz bir sahte bayrak dünyasında yaşıyoruz. Zamanında kendilerine başka kampların süsünü vermek için gemi bayrağını değiştiren deniz birliklerinin yaptığı gibi mütemâdiyen maske değiştiren çıkar gruplarının yanlış yönlendirmeleri arasında minicik yaşantılarımızın devâsâ ölçekli planların gerçekleşmesi adına manipüle edilişini izliyoruz. Şimdi bundan ve şimdi de ötekinden nefret etmemiz gerektiğini gösteren parmağı takip ederek pokemonlarımızla ilgilenemediğimiz yorgunluk anlarımızı dünya politikası magaziniyle dolduruyoruz. Târih içinde nice güçlüklere karşı kimlerin kimlerin ufacık katkılarla destekleyip yükseltmeye çalıştığı insanlık düşü kırılıp dökülmekte, unufak olup sokaklardan lağımlara akmakta artık.
Şiddetin genelgeçerleşmesini sindirmek üzereyiz. Saldırganlık dolu filmlerin, video oyunlarının ve televizyon programlarının hiçbir şeyi etkilemeyeceğini ısrarla savunan yaklaşımın küresel ölçekte kabul edildiği noktaya ulaştık. Şiddet şiddeti doğurmuyor. Eski dünyada savaşlarla ve salgın hastalıklarla test edilmiş hiçbir erdemin değeri yok. Tüm bu yaşadıklarımız normal. Hepsini kabul etmeliyiz. Tüketmeye devam. Nefret en sağlıklı besin ve haydi biraz pokemon bulalım.
Böylesi bir ters-medeniyet tüneli içinde ilerliyoruz. Kitapların yakıldığı korkunç zamanlardan kitapların unutulduğu refah dönemlerine sürüklendik. Güven ya da sahiplenme yok. İnsanlar terkedilmiş biçimde gece karanlıklarında gizleniyorlar. Uykusuzluk ve kasılan çene kemikleri, dişlerin dişleri törpülemesi, sınırsız stres. Yaşamımız ve çevremiz üzerinde hiçbir etkimiz olamayacağını öğrendik. Sadece susalım ve kurbanlık koyunlar gibi hakkımızdaki kararı bekleyelim. Franz Kafka'nın psikolojik düzlemde hissettiğini artık fiziksel düzlemde yaşıyoruz. Bilinmeyen bir davamız, bir mahkememiz var ve dâima suçluyuz. Kadınlar endişeyle pasta ve keklere saldırdıkları için suçlular. Erkekler trilyon dolarlık porno endüstrisinin sularında boğuldukları için. Çocuklar hem çocukca yetersizlikleri için suçlular, hem de âcilen büyümek istedikleri için. Yaşlılar ise ölmedikleri için suçlular ve dünya nüfusunu oluşturan 8 milyar insanın hepsi yargının bildirilmesini bekliyor.
Göğü yırtıp geçen bir sonik patlama, kutlama yapanları ezip geçen bir kamyon ya da nefes alıp verme aralığında patlayan bir bomba. Hepsi bizim cezâlanmamız için. Mükemmel, zengin ve mutlu olamadık. Kusurlu, hisli ve kararsızdık. Yaşamayı hak etmiyoruz. Buna bizim yerimize karar verecek, bizden çok daha iyi bilen bir grup insanın avuçları içinde günlük ritüellerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Televizyona bakmak, muzlu süt içmek, ya da soğuk duş almak gibi sâde mutluluklarla kapkaranlık bir dünya karşısında gülümsememizi korumaya çalışıyoruz. Neşeli olmak zorundayız çünkü, anı yaşamalıyız, yoksa işimizi de kaybederiz, değerliliğimize dair tek güvencemiz olan para kazanma yetimizi de yitirirsek kimiz biz. Bir pokemon kadar bile önemsenmiyoruz aslında. Çarkların arasındaki çarkların arasında gerçekleşmeyecek adâleti bekliyoruz.
19 haziran 2015 târihinde vefat etmiş olan Amerikalı yazar James Salter'in 1999 yılında kaleme aldığı "Bir zamanlar, Edebiyat. Peki ya Şimdi?"* başlığıyla türkçeleştirebileceğimiz bir makalesi mevcut.
İlk paragrafında yaşamdaki en büyük vazîfenin dili öğrenmek olduğu mesajı aktarılıyor. Herhangi bir dil bilmeden varoluşun güzellikleriyle kederlerinin ifâde edilmesinin imkânsız olduğundan bahsediliyor. Sonrasında dilin bizi hayvanlardan ayıran özgünlüğü ve belli bir yaşam derinliğiyle becerikli dil kullanımı arasındaki ilişkiye değiniliyor. Konuşulan dil, yazılan dil ayrımı, okuma yazma bilmenin kitaplıklara açtığı kapı ve dil ile kurulmuş kültürel birikimin uçsuz bucaksız arazilerinden dem vuruluyor. Yazının kalbinde ise iyi eğitilmiş olmanın iyi okumuş olmakla eş tutulduğu bir dönemin geride kalışı var. Yazar edebiyatı aracılığıyla gençliğindeki edebiyat merkezli dünyanın kayboluşuna dair sübjektif bir kayıt yaratıyor.
1925 yılında hayata başlayan bir yazarın şaşkınlığıyla, 2016 yılında internetin içine doğan bebeklerin dijital vatandaşlığı arasındaki derin mesâfe bize yeni şeyler söylemekte. Beşeriyetin temel bilgi aktarım birimleri kitaplar, dergiler ve gazetelerden filmler, video oyunları ve capslere evrilmiş durumda. Yazının adım adım geride bırakıldığı bir gerçekliğe ilerliyoruz. Yeni milenyumla birlikte dünyaya gelenlerin edebiyat ile ilşkisi ikincil bir ilişki, evet edebiyatı sevip tâkip ediyor olabilirler ama, bunu esas iletişim unsuru internet olan bir ortamda yapıyorlar. Bâğzı ihtiyarların kapısını hiç çalmayan internet genç nesillerin arasındaki belirleyici bilgilenme ve iletişme kaynağı. Daha da önemlisi, bilgiyi yazılı kaynaktan almak yerine videolardan izlemeyi tercih ediyorlar. Kurgusal gerçeklikleri öykü ve romanlarda değil, dizilerde, sanal gerçeklikte buluyorlar. Yazılı dilin öneminin yittiği böylesi bir dünyanın gençleri yeni bir dünya yaratmakla meşguller. Eski kuşaklar ise hala edebiyattan, klasikleri okumaktan ve iyi yetişmiş olmanın ölçüsünün dil özeni olduğundan bahsediyorlar. 140 karakterle yâdedilen edebiyat zenginliği, komikli fotoların tepkiselliğinde yavaş yavaş gözden kayboluyor. Masa başında kalın kitaplarla dünyanın işleyişini çözmeye çabaladığımız saatler zamanın sonsuz kollarında zâyi olmuşlar, cilt cilt romanlarla heyecanlandığımız hülyâlı devirlerimiz sona ermiş, dilimizi ince ince doğramışız, kütüphâneler yosun tutmakta, sıcak yataklarımızda tabletlerimizn ışığında internet ansiklopedilerinin hazır cevaplarıyla başbaşayız. Daha hafif ve daha dertsiz bir dünyaya doğmuşuz farketmeden, kıyıdan açılmışız. İnternet vatanımız olmuş, dilin zarâfetine minik bir bûse kondurup, ilk aşkımızı uğurlar gibi uğurlamışız onu. Elvedâ edebiyat, elvedâ kültür, kendine iyi bak.
Kelimeler teker teker silindikçe sözlüklerden, yazılı ifâdenin estetize edilmesinden vazgeçtikçe insanlar, anlama ve anlatma çabası yankıların yankılarında kayboldukça, gezegen kimsesizleşecek. Kalabalıklar kalabalıklarında boğulacaklar. Pokemonlar koşuştururken mahallelerde son bir kaç kitabın son bir kaç satırı da sosyal medya sloganlarına dönüştürülerek öldürülecek. O sırada terör yükselecek, ölüm, kan ve nefret. Aynı anda olacak tüm bunlar, en korkunç katliamlar biz en renkli pokemonları yakalamaya çalışırken gerçekleşecek. Ama hepsi tesâdüf bunların, sadece bir rastlantı. Cervantes, Goethe, Dostoyevski, Laxness ya da Mişima görsellerinin dalgalandığı dev bir okyanus internet, doğum yıl dönümlerinden ölüm yıl dönümlerine geçmişin ülkülerini selamladığımız. Kitaplar bilgisayarlarda bugün, pokemonlar ise dış dünyada.
*http://www.nytimes.com/library/books/091399salter-writing.html