Birbirinin içine örülmüş çatışmaların bir kolajı

“Kaç romanın içinde bir Serebral Palsi’linin ötekileştirilmesine tanık olabilirsiniz ki? Ya da saklanmaya, bastırılmaya çalışılan bir pedofil eğilimi hangi koşullarda bir aile apartmanı yapısı içinde konumlandırılır ve ara ara, başka bir olayın örgüsü ile meşgulken, yani tam kendini unutturduğu anda 'pat!' diye ortaya fırlayıp travmaları su yüzüne çıkartır?”

15 Aralık 2022 21:00

 

“Peki ama o ne demek? İnsanları etiketlemek zorunda mıyız? Sen annene, anne sıfatı dışında baktın mı hiç; onu bir kadın, bir birey olarak gördün mü? Özlemleri nedir, hayal kırıklıkları nedir, hayatta gerçekte ne yapmak isterdi, hiç sorguladın mı? Tek bildiğiniz insanları etiketlemek, nesneleştirmek… Anne etiketi, baba etiketi. Benim de göğsümde tabii, koskoca bir sakat etiketi.”

***

Efendim, bu yıl bol kitap okuma yılımdı. Ne var ki okuduğum kitaplar birkaç istisna dışında hep 2022 öncesi basılan kitaplar, her zaman olduğu gibi çoğu da “kurgudışı” klasörüne konulabilecek eserlerdi. Aslında itiraf edeyim, son okuduğum kitap bir otobiyografik kurgu, Annie Ernaux’nun Babamın Yeri isimli kitabı. Gelin görün ki yazar Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığından beri üzerine o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, kitaptan ve gözlem yeteneğinden etkilenmiş olmama rağmen bir de benim iki cümle karalamaya kalkmam, malumun ilamından öteye geçmezdi. Bu nedenle müsaadeniz olursa bu yılki kitap tercihimi Nobel Ödülü’nü almamış ama yazma yolculuğunu başından beri keyifle takip ettiğimi söyleyebileceğim bir başka yazar, Gülayşe Koçak lehine kullanmak istiyorum.

Gülayşe Koçak’ın Çifte Kapıların Ötesi gibi çok bilinen romanlarının yanı sıra benim ilgi alanımla da kesişen Siyah Koku da dahil olmak üzere beş adet romanı var. Kendisi ile de koku ortak paydasında tanışmıştık, herhalde bir on yılı geçmiştir tanışmamızın üzerinden. Tam otobiyografik diyemesem de çevresindeki gözlemleri, sebepleri belki aynı kalmak, ancak sonuçları eserin bağlamına uygun kurgulamak kaydı ile metne aktarmayı tercih ediyor. Bu bağlamda kaçınılmaz olarak kendi yaşamı içindeki pratiklerin romanlarında tema oluşturduğunu da görebiliyoruz. Buna en güncel örnek bu yıl K24 seçkisinde üzerine iki kelam etmeye karar verdiğim son romanı Beşinci Kat.

Beşinci Kat birbirinin içine örülmüş ve öznesi bir adım ileriye atabilse hepsi uzlaşma ile sonuçlanabilecek muhtelif çatışmaları konu alan temaların kolajından oluşuyor. Yazarın ayrı ayrı kurgulayıp birbirleriyle kesiştirdiği bu çelişki ve çatışmalar kolajın bütünlüğünde romanın bağlamını teşkil ediyor. Bu anlamda alt hikâyelerin zenginliği açısından oldukça bonkör davranmış diyebiliriz Koçak için, zira bahsettiğim çatışmaların her birisi son derece hassas sinir uçlarının olduğu bölgelere dokunuyor, hatta dokunmak ne kelime, tokat atıyor. Atılan bu tokatlar da onlarca farklı sorgulamanın önünü açarak onları tek başına da kolajın içinde çıkartılabilir, kendi başına bir romana temel oluşturabilir hale getiriyor.

Çok da dillendirilmeyen konular aslında bunlar. Kaç romanın içinde bir Serebral Palsi’linin ötekileştirilmesine tanık olabilirsiniz ki? Ya da saklanmaya, bastırılmaya çalışılan bir pedofil eğilimi hangi koşullarda bir aile apartmanı yapısı içinde konumlandırılır ve ara ara, başka bir olayın örgüsü ile meşgulken, yani tam kendini unutturduğu anda “pat!” diye ortaya fırlayıp travmaları su yüzüne çıkartır?

Ana karakterlerin kadınlardan oluştuğu, onların çevresindeki çatışmaların içinde erkeklerin yer bulabildiği Beşinci Kat’ta benim özel ilgi alanım olan kokudan da çokça bahsediliyor. “Koku” dedim diye yanlış anlaşılmasın lütfen, parfümü kastetmiyorum. Hoş, o da var elbette; bir erkek parfümünün yıllar süren ve travma ile eşleşmiş bir duygusal bellek kaydının duyusal temelini oluşturduğunu görüyoruz romanda. Parfümün ötesinde mekân tarifinde de koku duyusu yer buluyor zaman zaman. Sütlaç mesela, hem evde tatlı niyetine pişen yemeğin kokusunu hem de sütten görünmez bir bağla bağlanarak analığın simgesel mekânını oluşturuyor. Daha fazlasını söyleyemeyeceğim, ipucu olmanın ötesine geçecek, sürpriz ve heyecanı ortadan kaldıracak zira bir cümle fazlası.

Romanda her şeyi birinci ağızdan anlatan karakter, Nalan, belki de romanın tüm karakter kadrosu içinde en “sorunlu” karakter. Onun ezikliklerini, hırs ve arzularını, var olanları yok sayma çabalarını, kabullenmek yerine reddiyelere itibar etmesini, eziklikleriyle başa çıkabilmek, çevresindekileri ezme çabalarını satır satır deneyimlemek onunla empati kurmamızı engellemiyor. Ara ara insanın “Yapma be yavrum, onu öyle demesen de böyle desen bu üzüntüyü ne kendin yaşayacak ne de yaşatacaksın” diyesi geliyor, ama bunu zihninizden geçirir geçirmez de yazarın zaten size bunları söyletmek amacıyla kurguyu o noktada gerdiğini idrak ediyorsunuz.


Gülayşe Koçak

Hatırlarsanız girişte “Kendi yaşamı içindeki pratiklerin romanlarında tema oluşturduğunu da görebiliyoruz” demiştim. Bu romanda o pratik bir koro deneyimi olarak çıkıyor karşımıza. Gülayşe Koçak, kendi yaşamında da yer bulduğunu bildiğimiz koro ve orkestra çalışmalarını temalardan birisi olarak konumlandırıyor romanında. Pek çok farklı hiyerarşik bileşenin örneklendiği ve en tepeye elbette bir muktedirin, koro şefinin konulduğu basit bir “hobi” örgütlenme yapısı sahtekârlığa varan yöntemlere müracaatı meşru kılan anlayışların arenasına dönüşüyor.

***

Romanı, ele alınan konuları, bunları size aktarırken kullanılan üslubu beğenmeyebilirsiniz. Ben de daha çok içeriğe dair bilgi verip herhangi bir övgü veya yergide bulunmamaya çalıştım zaten farkındaysanız. Bu meyanda estetik değerlendirmelerin öznelliğine saygı duymakla beraber, ele aldığı konuların sıradışılığının, bunların aktarımındaki yumuşak, insanı anlamı kadar rahatsız etmeyen üslubun altını dikkatinizi çekerek çizmek isterim.

Bu kısa yazıyı romanın başlarında yer alan, bu nedenle sürpriz etkisini ortadan kaldırmayacak bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Bir apartmanın diğer katlarındaki “normal” sakinleri rahatsız etmemek için günlük yaşamın kaçınılmaz duyusal mesajlarını, kokuyu, sesi, algılanamaz seviyelerde vermeye mecbur kılınan bir kapıcı ailesinin küçük kızının zihninden sınıfsal çelişkilere dair yol bulan kuramlara bir örnek bu yapacağım alıntı:

“Gürültü veya yüksek ses çıkarabilmek, zenginlerin veya güç sahibi kişilerin ayrıcalığı ya da özgürlüğü. Sesinle hâkimiyet kuruyorsun, sesinle bastırıyorsun diğer sesleri. Sesinin çıkmasına ancak paran varsa izin veriyorlar. Bunun böyle olmadığını düşünenler de var tabii; aksine, zenginlerin daha düşük volümde, yoksulların bağırarak konuştuklarını… Yoksulların bağırmaları iktidar değil, gerçek güç, hatta gerçek gürültü bile değil; tamamen boş, tamamen kof; sadece volümle ilgili ve her an susturulabilir. İnsan sesinin duyulmadığını düşündüğünde bağırır.”

•