Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş sürecini anlatan Radetzky Marşı, çökmekte olan Avrupa medeniyetinin ve temsil ettiği değerlerin tarihe karışmasının hüzünlü hikâyesidir
21 Aralık 2017 14:00
19'uncu yüzyılın görece sakin ve güvenli ortamından iki büyük dünya savaşının damga vurduğu 20'inci yüzyıla geçerken Kıta Avrupası’nın tanıklık ettiği sancılı süreç, sanat ve edebiyat dünyasını da derinden sarsmış, dönemin eserleri üzerinde kalıcı izler bırakmıştır. Kimi edebiyat eseri içinden geçilen buhranlı dönemi bireyin içe dönüşünde simgeselleştirmiş, bilinç akışı ve montaj tekniği gibi yeni anlatım biçimleriyle toplumun içinde bulunduğu kasvetli ortamı yansıtmaya çalışmıştır. İngiliz edebiyatında Woolf ve Joyce, Almanya’da Alfred Döblin, Avusturya’da Robert Musil ve daha sonraları Kafka bu yolu seçmiş yazarlar arasında sayılabilir. Diğer yandan, içinden geçilen sarsıntılı dönemi kavrama ve gelecek kuşaklara kavratma çabasında olan kimi yazarlar, klasik anlatım biçiminde ısrar ederek yüzyıl dönemecini farklı açılardan ele almayı seçmişlerdir. Bilhassa yüzyılın hemen başlarında I. Dünya Savaşı’yla birlikte koca bir imparatorluğun yok olduğu Avusturya’da, yine yaşamın kökten değiştiği ve savaşın hemen ardından bu kez tüm dünyayı felakete sürükleyecek olan Nazizm’in pençesine düşen Almanya’daki büyük yazarlar özellikle ikinci yola başvurmuş, bu sayede dünya edebiyatının unutulmaz eserleri ortaya çıkmıştır. Yaşananlarla hesaplaşma ve olaylara tarihsel boyutuyla bakma çabası başta Alman yazar Thomas Mann olmak üzere dönemin önemli yazarlarının birincil odağı olmuştur. Avusturya edebiyatının şüphesiz en büyük ve unutulmaz eserlerine imza atan Joseph Roth’un da çıkış noktası tam olarak budur.
Joseph Roth, 1932’de kaleme aldığı, başyapıtı sayılabilecek Radetzky Marşı adlı eserinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş sürecini anlatır. Aslında bu yalnızca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun değil, çökmekte olan Avrupa medeniyetinin ve bir devrin kapanmasıyla bu medeniyetin temsil ettiği değerlerin tarihe karışmasının hüzünlü hikâyesidir. Nitekim 20'nci yüzyıla adım atılırken, çökmekte olan bir medeniyetin son demleri yaşanmaktadır. Roman bu bakımdan Radetzky Marşı’nda simgeselleşen Avrupa değerlerine veda niteliği taşır.
Radetzky Marşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşünü üç kuşağı kapsayan bir aile hikâyesi ekseninde ele alır. 1859 Solferino Meydan Savaşı’nda İmparator I. Franz Joseph’in hayatını kurtaran Slovenyalı genç teğmen Trotta, ayrıcalıklılar sınıfına katılarak “von” unvanı alır. Trottalar bundan böyle herkesçe tanınan, bilinen ve saygı duyulan bir aile hâline gelir. Solferino kahramanı büyükbaba, kendi oğlunun asker olmasını istemez; böylece oğul bürokraside kendine yer edinir. Torunu ise babası tarafından asker yetiştirilir. Ancak çok küçük yaştan itibaren askerî okullarda büyüyen Carl Joseph narin ve kırılgan bir yapıdadır. Büyükbabasının kahramanlık hikâyelerinin altında ezilir. Bölge valiliği görevini sürdürmekte olan babası ise durumu görmezden gelerek onun askerî hayatını sürdürmesinde ısrarcı olur.
Carl Joseph’in orduda görev yaptığı yıllarda başından geçenler, aslında görkemli imparatorluğun gizlediği çürümeye tutulan aynadır. Ciddi bir ahlakî çöküntü söz konusudur ve belki de monarşinin sonunu getirecek olan budur. Trottaların yükseliş ve çöküş hikâyesi aslında monarşinin de serüvenidir. Büyük Habsburg monarşisinin içinden geçtiği çalkantılı süreç, kurulu düzene bağlılığı hiçbir şekilde sarsılmayan baba Trotta’nın ısrarla görmezden gelmek istediği bir durumdur. Buna karşılık oğul Carl Joseph, yaklaşmakta olan büyük dönüşümü hissetmektedir, fakat bunun ne olabileceğine dair gerçek anlamda bir fikri yoktur. Böylece Trotta ailesi yaklaşmakta olanı görür, ne var ki onu kabullenmeyip çöküş sürecindeki imparatorluğun kaderini paylaşır.
Joseph Strauss’un 1848 yılında askerî marş olarak bestelediği ve bir zafer coşkusu yaratan makama sahip Radetzky Marşı, kitabın temel motiflerinden biri olarak eskiye bağlılığı ve öykünmeyi simgeler. Hüzünle bezenmiş bu hikâyedeki keder, salt Habsburg monarşisinin değil, tüm “eski” Avrupa’nın yıkılışından kaynaklanır.
Joseph Roth’un bu hacimli eseri, Habsburg monarşisinin çöküşüne sebep olan siyasî ve toplumsal koşulları gözler önüne sererken, özellikle bürokrasi ve ordudaki durumu derinlemesine incelemesiyle öne çıkar. Bu iki kurumdaki sorunlu işleyiş, Roth’un ironik üslubuyla trajikomik bir hâl alırken, roman edebî açıdan üstün bir nitelik kazanır. Bununla beraber Roth’un, romanın arka planındaki tarihsel gerçekliği betimlerken ağırlıklı olarak devletin seçkin kurumlarındaki yozlaşmaya odaklanması, konu edilen toplumsal çöküşün trajik yoğunluğunu az da olsa hafifletir.
İmparatorluğun çöküşü ahlakî ve bireysel zaaflara bağlanırken, tarihin karşı konulamaz dinamiği olan “ulus devlet” çağında çokuluslu yapıların önlenemez yıkılışındaki tüm etkenler romanda güçlü şekilde yer almaz. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşayan halkların ulus devlet kurma talepleri ile yükselen işçi sınıfı hareketinin tarihsel birlikteliği romanda kendine çok az yer bulur. Çöküşü önlemek isteyen muhafazakâr kesim gibi, çöküşten yeni bir toplum kurma özlemi duyan kesimlerin varlığına yalnızca değinilmekle yetinilir. Bu iki kuvvetin, başka bir deyişle eski ile yeninin kaçınılmaz çatışmasına derinlemesine yer verilmez. Oysa çökenin ne olduğu ancak yerine gelmeye hazırlanan yeninin ne olduğu gösterilerek anlatılabilir. Eserde geç modernleşme çağındaki aristokrasi, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiler bütünsellikle ele alınmadığı için, okurun da çökenle yükselenin muhasebesini yapma imkânı pek olmaz. Duyumsanan, tam da bu nedenle yalnızca eskinin yitip gitmesinden kaynaklı bir hüzün olur.
Böyle bakıldığında, Roth’un bahsettiği çöküş şüphesiz yalnızca imparatorluğun ve aristokrasinin çöküşü değildir. Roth gibi dönemin çok sayıdaki düşün insanı için asıl hüzün verici olan, aristokrasinin yanı başında yeşeren klasik burjuva uygarlığının da düşüşüdür. Yüzyıl dönemecindeki ekonomik ve toplumsal kriz ve sonrasındaki dünya savaşı, klasik burjuva uygarlığının “erken ölümü”ne neden olmuştu. Bundan dolayı Joseph Roth gibi hümanist yazarlar –ki bunların arasında Roth’un yakın dostu Stefan Zweig’ı da saymak gerek– eserlerinde bir anlamda “çifte çöküşü” anlatmışlardı. Büyük umutların yüzyılı 19'uncu yüzyıla Radetzky Marşı romanıyla veda eden Roth’un bu -bir bakıma- duygusal yaklaşımı, eserine güçlü bir hümanist karakter kazandırırken, hikâyedeki toplumsal gerçekliği yer yer bulanıklaştırmıştır. İki çöküşün trajedisi birbirine karışarak çöküşün tarihselliği yerini bireyselliğe bırakmıştır. Böyle olmakla beraber, tarihin çok önemli bir kesitine ışık tutan, aynı zamanda olağanüstü bir okuma deneyimi sunan Radetzky Marşı, Avusturya edebiyatının şüphesiz en büyük eserlerinden biridir.