Harold Bloom'un ölümünden bir gün sonra yayımlanan kitabı "Amerikan Kanonu"nun editörü, edebiyat profesörü ve "Aceleci Bir Çağda Yavaş Okuma" kitabının yazarı David Mikics, K24'ün sorularını yanıtladı
12 Aralık 2019 12:00
Geçtiğimiz Ekim ayında hayatını kaybeden edebiyat eleştirmeni Harold Bloom’un son kitabı, Amerikan edebiyatına ilişkin yarım asra yayılan yazılarından oluşan The American Canon: Literary Genius From Emerson to Pynchon (Amerikan Kanonu: Emerson’dan Pynchon’a Edebî Deha) ölümünden bir gün sonra Library of America tarafından yayımlandı. Kitabın editörü, Houston Üniversitesi’nde Moores Ordinaryus Profesörü olan David Mikics ile Harold Bloom, son kitabı, edebî mirası ve geride bıraktıkları üzerine söyleştik. Mikics’in 2013 yılında yayımlanan ve çok ses getiren kitabı Slow Reading in a Hurried Age (Aceleci Bir Çağda Yavaş Okuma) ile edebiyat akademisine ilişkin değerlendirmeleri de konu başlıklarımızdandı.
The American Canon’u (Amerikan Kanonu) okurken aklıma ilk gelen soru kitabın adını Harold Bloom’un seçip seçmediği oldu. Kitabın hazırlanış sürecine ne kadar dahil oldu Bloom?
Kitabın adını üçümüz seçtik: Harold, ben ve John Kulka, bu projeyi başından sonuna kadar yöneten, Library of America’nın eşsiz editörü. Makaleleri ve yazarları ben seçtim ama Harold çok önemli önerilerde bulundu, John da öyle. Ama elbette Harold kitabın son hâlini, içindekileri ve bazı denemelerdeki ufak güncellemeleri onayladı.
Bu soruyu sormamın nedeni başlıkta kanon kelimesini görmenin bile eleştirilere neden olabileceğini düşünmemdi. Üstelik Batı Kanonu’nun yazıldığı zamandan, 1994’ten farklı bir zamanda yaşıyoruz. 25 yıl bir kavramı oldukça ağırlaştırabilir. Buna ilişkin olarak bir edebiyat profesörü ve eleştirmeni olarak kanon kavramına sizin yaklaşımınız nedir? Çalışmalarınızda ve derslerinizde yeri nedir?
Benim için kanon, yazarken de öğretirken de temel bir fikir. Elbette bir ölçüye kadar insanın kanon görüşü kişiseldir: Benim en sevdiğim yazarlar vardır, her edebiyatsever gibi. Ama bence Amerikan edebiyatını Emerson’un, Whitman’ın ve Hawthorne’un biçimlendirici etkisi olmadan kavramak imkânsız. Roman konusunda lisansüstü kurmaca yazarlar düzeyinde bir ders verdiğimde Tolstoy ve Dostoyevski’nin düşünebildiğim başka herhangi bir yazardan çok daha zengin bir keşif alanı sağladığını görüyorum. Bu anlamda, kanonik bir eser, çalışmak için en geniş imkânları sunan eserdir.
Bloom’un Amerikan edebiyatı üzerine yazılarını bir araya getirirken sanırım aradığınız bir bütünlüktü. Harold Bloom da Amerikan edebiyatında bir bütünlük arıyordu aslında. Şu cümlede söylediği gibi: “Çağdaş Amerika gülüp geçmek için çok tehlikeli, ben de en büyük yazarlarına bakıp hayal gücüne dayalı anlayışımızda ahenk devam etmiş mi diye bakıyorum.” Sizce Amerikan edebiyatında bir bütünlük, ahenk bulabildi mi Bloom? Bu soruyu sormamın nedeni yazarına karşı duyguları karışık olduğunu sezdiğiniz metinleri elemiş olmanız. Siz, editörü olarak yarım asra dağılan bu metinlerde bir bütünlük bulabildiniz mi?
Bloom’un eleştirilerinde kesinlikle bir bütünlük olduğunu düşünüyorum. Bu biraz romantik geleneği kavrayışından biraz da dinî kaynakları algılayışından kaynaklanıyor. Bloom’a göre en büyük romantik Emerson Amerikan edebiyatının merkezindedir; Poe, Emerson’un negatif görüntüsü olarak düşünülebilir. Poe’da yeni bir imkân yoktur, sadece üstbelirlenim ve geçmişin yükü vardır. Bloom, daha sonraki Zora Neale Hurston ve A.R. Ammons gibi yazarları, ki oldukça farklıdırlar, Emerson’a bazı açılardan bağlar. James Baldwin gibi bir yazar İncil’deki Yeremya’ya uzanır, der Bloom. Bu Bloom’un sıklıkla işaret ettiği dinî etkidir.
The American Canon’da okur için bazı sürprizler olduğunu yazıyorsunuz giriş bölümünde. Alıntıladığınız metinlerden biri de Bloom’un Emily Dickinson incelemesi. Sizi şaşırtan metinleri biraz daha açar mısınız?
Pek çok okur Bloom’un Dickinson’ın şiirindeki kadınlık konusundaki vurgusunu şaşırtıcı bulabilir. Bloom onu bir tür Emersonculuk yapıyor olarak görüyor, Emerson’un aksine bütünüyle cinsiyetten kaynak alarak.
Bloom’u Nobel zamanında New Haven’da ziyaret etmiştim ve o yıl kazanan Herta Müller olarak açıklanmıştı. Bloom’a fikrini sorduğumda, hiç Müller okumadığını söyledi. İzlenimim bundan sonra da okumayacağıydı. Belki de yanılıyorum ama Bloom yeni bir şey okumak yerine “okumaya değer kitaplar”ı tekrar okur diye düşünmüştüm. Stanley Fish de ardından yazısında Bloom’un böyle bir cümlesini alıntılamıştı: “Birkaç yıl önce, New Haven’da fırtınalı bir gecede, bir kere daha oturup John Milton’ın Kayıp Cennet’ini okumaya koyuldum.” Neden bir okur, edebiyat eleştirmeni, edebiyat akademisyeni de olsa, oturup onlarca kez aynı hazla aynı metni okur? Yeniden okumanın anlamı nedir?
Kitabım Slow Reading in a Hurried Age’de (Aceleci bir Çağda Yavaş Okuma) bu konuya değinmiş ve insanın bir kitaba tekrar tekrar dönmeden gerçekten anlayamayacağını yazmıştım. İnsan bir kitaba saf haz için döner. Bloom’da en ilham verici yanlardan biri yeniden ve yeniden, yaşamının ilk yıllarında onun için en önemli olan yazarlara dönmesidir, Hart Crane ve Wallace Stevens bunlar arasındadır. Verdiği ilk tepkileri sınamaya ve neden bu şairlere bu kadar değer verdiğini, neden bu şairlerin onda bunca derin bir yeri olduğunu düşünmeye devam eder. Ama Harold’ın aynı zamanda yeni eserler konusunda da müthiş bir iştahı vardı ve postaya gelen pek çok kitabı hemen okurdu.
Bloom’un yayına hazır birden çok kitabı var bildiğim kadarıyla. Ölümünün ardından yayımlanacak bu kitaplar hakkında biraz bilgi vermeniz mümkün mü?
Kitaplardan birinin adı Take Arms Against a Sea of Troubles (Dertler Denizinde Silahlara Sarılın), Yale’den çıkacak. Shelley, Whitman, Freud, Dante, Stevens ve Crane hakkında şaşırtıcı yeni okumalar sunuyor. Diğer yeni bir kitap da The Lost Traveler’s Dream (Kayıp Yolcunun Düşü), en sevdiği 52 romanın okuması ve aralarında Bloom’un hakkında hiç yazmadığı yazarların romanları da var, W.G. Sebald, Thomas Bernhard ve Mikhail Bulgakov gibi. O kitapta özellikle Joyce ve D.H. Lawrence konusunda yazdıkları muhteşem, bu yazarlar ve başka yazarlar hakkında da pek çok yeni düşünce sunuyor. İki kitap da çok önemli. Harold aynı zamanda ölümsüzlük hakkında da bir kitaba başlamıştı ama sadece giriş bölümünü tamamlayabildi; o da küçük bir yayınevinden resimli bir küçük kitap olarak çıkacak gibi görünüyor.
The American Canon’a yazdığınız giriş bölümünde Bloom’un bazen kendi kuramlarıyla da çelişebildiğini söylemişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Ben Bloom’un 1970’lerde yazdığı ve tessera ve clinamen gibi sır dolu bir dizi terim dizisinin de patentini aldığı çalışmalarına bazılarının olduğundan daha az ilgiliyim doğrusu. O dönem kanıtlamaya çalıştığı şey yazarların öncülerini hep yanlış okudukları ve bu yanlış okumanın, ironik bir şekilde, onların gücünü oluşturduğuydu — ünlü etkilenme endişesi fikri. Bu, çoğu durumda doğru: Shelley, Wordsworth’u yanlış okur, Woolf ise Austen’ı. Her biri kendilerinden önceki yazarın başarısını çürütmek zorundadır ki kendi gücüne ulaşabilsin. Ama çoğunlukla bu patern tutmaz. Bloom’un, Whitman’ın Emerson’ı, Faulkner ya da Cormac McCarthy’nin Melville’i yanlış okuduğunu gösterdiğini düşünmüyorum. Öncüllerin etkisini onu bir tehdit olarak görmeden kullanıyorlar ve böylece öncülü küçültmeleri gerekmiyor.
Bir önceki sorumla da ilişkili olarak, Bloom’un orijinalliği konusunda ne düşündüğünüzü öğrenmek isterim. En sert eleştirmenlerinin bile birleştiği nokta Harold Bloom’un en orijinal edebiyat eleştirmenlerinden biri olduğu. Bu özelliğinin mirası nedir sizce?
Harold’ın orijinalliği her şeyden önce bir edebî esere verdiği kendi tepkisine itibar etmesiydi. Eleştirisi onu en çok etkileyen, en çok düşündüren ve en sevdiği şeyle uyumluydu. Bu okumasının son derece derin yanı ve Yeni Eleştirmenler’in koyduğu mesafede ve sonraki pek çok eleştirmenin de akademik, teorik çalışmalarında yakalaması zor bir şey. Bugünkü derslerin ideolojik çerçevesi o kadar güçlü bir şekilde hüküm sürüyor ki öğretmenler, bir sosyal trendin ya da siyasi görüşün gösterimi değilse, bir kitabın neden okunması gerektiğini söyleme gereği bile duymuyorlar. Eğer bu bir romanın ya da şiirin olduğu tek şeyse okumaya devam etmeye gerek yok. Harold da yana yakıla bugün akademi olan şeyin panzehirini arıyordu adeta. Orijinalliği bir kitabın gücünü, bize ne yaptığını ölçmek istemesiydi, geri çekilmek ya da onu bir ideolojik testten geçirmektense...
Slow Reading in a Hurried Age hakkında da sorularım olacak. Okuma alışkanlıklarımızda radikal bir değişiklik olduğu konusundaki kaygınızı ben de paylaşıyorum. Belki bu kulağa romantik, nostaljik hattâ muhafazakâr gelebilir ama uyarılarınız internet öncesi ve sonrasını yaşamış bir okur olarak benim deneyimlerimle de örtüşüyor. Kitapta derdinizin tam olarak ne olduğunu kısaca paylaşabilir misiniz ya da sizin kelimelerinizle söylersem “problemin” ve “cevabın” ne olduğunu?
Yavaş okuma kitabında ana hatlarını çizdiğim problem bugünlerde daha çok bilgi için okuyor olduğumuz ve mümkün olduğunca çabuk okuduğumuz. Bir bakışta telefon mesajlarını, twitleri, elektronik postaları yutuyoruz. Ne kadar çok aceleci okuma yaparsak, oturup gerçek, faydalı bir okuma deneyimine dalma donanımız o kadar azalır. Çünkü bu sabır ve belli bir boş zaman gerektirir. Eğer kendinizi sürekli bölerseniz örneğin Proust ya da James’ten rahatsız olduğunuzu fark edersiniz. Cevap kısmî olabilir: kendiniz için sınırlar çizin. Gerçek okuma yapmak için zaman ayırın, ister eski moda kağıt üzerinde olsun ister e-okuyucuda olsun. Yatmadan bir saat önce kitaba dalarak bir saat geçirmek, size konsantrasyondan çok dikkat dağınıklığı verecek olan internette bir saat dolaşmaya yeğdir.
Kitabınız bana okuma coşkusuna ne olduğunu düşündürdü. Kitapta, “okumak bir zanaat, bir pratiktir” diyorsunuz. Her gün bölünmüş dikkatimizle hızlı okuma yaptığımız için biz bu zanaatı kayıp mı ettik ve coşkudan, okumanın jouissance’ından mahrum kalmaya mahkûm muyuz artık?
Mahkûm değiliz, hayır. Okuma zanaatını istediğimiz zaman geri kazanabiliriz. Öğrencilerime okuma konusunda temel bir nasihat verdiğimde —telefonu kapatmak ya da yan odada bırakmak, aynı şeyi dizüstü bilgisayarına da yapmak— bunu daha önce de duydukları ve ne kadar doğru olduğunu hissettikleri duygusuna kapılıyorum. Ve hâlâ derin bir okuma yapabilirler. Sanırım ekranlardan uzak biraz zaman geçirme fikri gittikçe daha çok rağbet görecek. İnternetin birçok dikkat dağıtıcı yanından kaynaklanan psikolojik huzursuzluk için bazı bariz çareler var —çaresiz bağımlılar değiliz. Bununla birlikte elbette internetin bizi iyi şekilde de kökten değiştirdiğini kabul ediyorum. Ama bizi yiyip bitirmesine izin veremeyiz.
Son sorum aslında akademisyenler için. “Akademinin de derin okumanın önüne geçebileceğini” söylüyorsunuz. O zaman edebiyat akademisyenleri olarak okumaya nasıl devam etmeliyiz sizce?
Harika bir soru. Cevapsa, daha önce söylediğim bir şeye dayanıyor: Öğrencilerimize öğrettiğimiz şeylere neden değer verdiğimizi, bizim için bu kitapların ne anlama geldiğini, düşünme şeklimizi ve hayata bakışımızı nasıl değiştirebileceklerini göstermeliyiz. Öğrenciler buna hem hazırlar hem de onların da bunlara cevabı var. Öğrettiğimiz pek çok eserden heyecan duyuyorlar. Kitaplara karşı kuru, suya sabuna dokunmayan bir yaklaşımla o tutkunun ölmesine izin veremeyiz. Okumak onların yaşamlarına içkin, bizimkine de elbette. Eğer öğrettiğimiz bir yazardan biz sıkılmaya başlarsak —ki bu olabilir— onun yerine başkasını seçmeliyiz. Yazarken de, bir eserin ne kadar kapsayıcı, ne kadar çekici olduğunu, bize anlatacak ne çok şeyi olduğunu nasıl gösterebileceğimiz üzerinde düşünmeliyiz. Neyse ki bunu yapan çok sayıda profesör var, şimdi bile. Ama akademinin profesyonelliği olarak değerlendirdiği şey bu şekilde yazmayı yokuş yukarı bir çabaya dönüştürüyor. Akademik olmamakla, yeterince kuramlaştırmamakla suçlanabilirsiniz. Ama unutmayın ki yazdığınız yazara, okurlara, öğrencilere karşı sorumlusunuz, sadece doçentlik sınavı komitesine karşı değil. Savaşmaktan vazgeçmeyin.