Şairin veya romancının yazdıklarıyla kişiliği arasında doğrudan bir bağlantı kurmalı mıyız, yoksa, “bunlar nasıl olsa edebiyat” perspektifinin gerisine sığınıp çabucak bu ihtimalden uzaklaşmalı mıyız?
09 Ağustos 2018 14:00
Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama benim Edebiyat Fakültesi’nde yahut Gazi Eğitim’de okuduğum dönemlerde, nitelikli hocalarımızın neredeyse tamamı, metinle metnin yazarını kesin ve keskin çizgilerle ayırırdı birbirinden. Şiir için de geçerliydi bu, roman veya hikâye için de. Yaşanılan hayatla yazılan metin arasına gerilen gergin gergefleri bütünüyle kenara itiyordu bu yaklaşım. Gerçi o zamanlar da pek fazla ikna olduğum söylenemezdi ancak aradan geçen yıllarda gözümü de gönlümü de rahatsız eden tanıklıklar yüzünden tam tersi bir kanaat geliştirdim ben. Bir şair şiirleriyle, bir romancı veya öykücü metinleriyle tutarlı bir profil sergilemeliydi. Sinema ya da müzik söz konusu olduğunda da benzer bir tutarlılık arayışını sürdürdüm kendi çapımda.
14 Mayıs’ta Washington Post’ta yayımlanan Sandra Beasley imzalı ve Maybe abusive authors don’t belong on my bookshelf. But what about in my classroom başlıklı yazı, tutarlılık arayışında hiç de yalnız olmadığımı gösterdi bana. Florida’daki Tampa Üniversitesi’nde yarı zamanlı hocalık yapan Sandra Beasley, hayranlık duyulan kimi şair, romancı ve öykücülerin hayal kırıklığı yaratan karanlık taraflarıyla karşılaştığında yaşadığı çelişkiyi getiriyordu gündeme. Bu tür edebiyatçıların kitaplarını kendi kütüphanesinden tasfiye etmesi kolaydı, fakat sınıfta nasıl bir tutum takınmalıydı?
Sandra Beasley, önceki yıllarda Pulitzer’e değer görülen, sonraki yıllarda da ödül komitesine dâhil edilen Junot Díaz’la ilgili tartışmaları hatırlatıyordu ilkin. Díaz, 2008’de yayımlanan The Brief Wondrous Life of Oscar Wao isimli romanıyla belirgin bir ilgiye mazhar olmuş ve Pulitzer'le ödüllendirilmişti. Bu yüzden, The New Yorker’ın Nisan sayısında yayımlanan deneme-makale karışımı The Silence: The Legacy of Childhood Trauma ile yeniden gündeme gelmesi doğaldı aslında. Zira, Junot Díaz orada sekiz yaşında nasıl tecavüze uğradığını anlatıyordu çok cesur bir biçimde.
Hâlen Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT), öğrencilerine yaratıcı yazının inceliklerini öğreten Junot Díaz’la ilgili skandal ise Sydney Yazarlar Festivali sırasında patlak verecekti. Tıpkı kendisi gibi bir yazar olan Zinzi Clemmons, birkaç yıl önce Junot Díaz’ın tacizine uğradığını açıklamış ve ifade yerindeyse eğer edebiyat dünyasını karıştırmıştı. Clemmons’ın iddiasına göre, edebiyata ilişkin tecrübelerini anlatması için davet ettikleri yazar kendisini zorla öpmeye kalkışmıştı.
Gazetelerde ve edebiyat dergilerinde yer alan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, Junot Díaz’ın ilk vukuatı değildi bu. Kadınlar seslerini yükseltmeseler muhtemelen sonuncusu da olmayacaktı. Küçüklüğünde tecavüze uğramış birinin, başkalarını tacize yeltenmesini Freud örnek vaka olarak incelemeye kalkışırdı mutlaka! Meselenin o tarafını Irvin Yalom’a havale ederek, Clemmons’ın açıklamasının başka yazarları da cesaretlendirdiğini söyleyelim hemen. Önce 2017 Amerikan Ulusal Kitap Ödülü finalistlerinden Carmen Maria Machado, onun arkasından da Monica Byrne, kendilerinin de muhtelif yıllarda Junot Díaz’ın tacizlerine maruz kaldıklarını duyuracaklardı kamuoyuna.
Dominikli yazar Junot Díaz, iddialar üzerine hem Pulitzer Ödül Komitesi’nden istifa edecek, hem de Sydney Yazarlar Festivali’nden geri çevrilecekti. Yapılan yorumlara bakılırsa, Junot Díaz’a 10 yıl önce takdim edilen Pulitzer Edebiyat Ödülü’nün geri alınması da pek fazla şaşırtmayacaktı kimseyi.
Sandra Beasley’nin hatırlattığı ikinci örnek ise çok satan çocuk kitapları yazarı Jay Asher üzerinden yürüyordu. Asher, o ünlü Thirteen Reasons Why dizisinin yaratıcısıydı ve bu yüzden skandalla ilgili bütün yazılarda doğrudan buna dair bir gönderme yer alıyordu. Asher, illüstratör arkadaşı David Diaz’la (Bu Diaz başka Diaz!) birlikte hiç vakit yitirilmeden Çocuk Kitabı Yazarları ve İllüstratörleri Cemiyeti’nden kovulmuştu.
Beasley’nin can alıcı sorusu da bu kritik dönemeçte filizleniyor ve kendisine geniş bir alan buluyordu zaten: Bu ve benzeri yazarların kitaplarını okutmaya devam etmek ahlakî açıdan ne ölçüde doğruydu? Üstelik hayli güncel olan bir diğer mesele daha vardı: Her sene üniversiteye davet ettikleri kimi yazarların kişiliklerinin karanlık mağaralarında gizlenen “mütecaviz” çehrenin ortaya çıkmayacağından nasıl emin olabileceklerdi? Zira, hayranlık türünden tuhaf bir hâle tarafından kuşatılan öğrencilerin edebiyatçılara yaklaşımı, gereğinden fazla romantik nitelikler barındırıyordu bağrında.
Şüphesiz Sandra Beasley, iki yetişkinin gönül rızasıyla gireceği herhangi bir ilişkiden söz etmiyordu. Beasley’yi endişelendiren, şair yahut romancı kimliğiyle ortalıkta gezinen kimi insanların, yazının iktidarını kullanarak öğrenciler üzerinde baskı kurma ihtimaliydi. Makalesinde sıraladığı örnekler, endişesinde hiç de haksız olmadığını somut bir biçimde koyuyordu ortaya. O güne kadar davet ettikleri edebiyatçıların neredeyse tamamı hayli gevşek davranmış, dersin sonunda öğrencilerle birlikte en yakın pub’ın yolunu tutmak amacıyla semineri bile kısa kesmişti. Gerçi bugüne kadar öğrencilerinden herhangi bir taciz veya tecavüz şikâyeti almamıştı fakat bu hiçbir zaman almayacağı anlamına gelmiyordu tabii ki.
Sandra Beasley’nin yazısının ardından o bildik tartışma yeniden geliverdi gündeme: Yazarla yazdığını birbirinden ayırmak zorunlu muydu sahiden de ve zorunluysa eğer nasıl yapılacaktı bu ayrım? Linke bir göz atıldığında, Atlantik’in öteki yakasındaki insanların zihinlerinin de hayli karışık olduğu görülebilir rahatlıkla. Konuyu tartışanların ayrışma biçimi, bir kez daha tutarlılık meselesiyle karşı karşıya bırakıyor hepimizi: Şairin veya romancının yazdıklarıyla kişiliği arasında doğrudan bir bağlantı kurmalı mıyız, yoksa, “bunlar nasıl olsa edebiyat” perspektifinin gerisine sığınıp çabucak bu ihtimalden uzaklaşmalı mıyız?
Söylemek gereksiz belki ama ben gene de üzerime düşeni yaparak hatırlatayım: Bütün bu gelişmeleri, #MeToo yahut Time’s Up kampanyalarından ayrı düşünmek mümkün değil. Kevin Spacey’nin bütün şöhretiyle birlikte yuvarlandığı yerden kalkamaması, Harvey Weinstein’ın tutuklanması, Nobel Edebiyat Ödülü Komitesi’nde yaşanan cinsel taciz skandalı yüzünden 2018 Nobel’inin iptali, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin mühim bir üyesinin önce istifa, arkasından intihar etmesi, Woody Allen’ın bir türlü kendisini temize çıkartamaması, olan biten her şeyin yanlarına kâr kalacağına yahut üstünün bir biçimde örtüleceğine güvenenleri eni konu telaşlandırdı. metoomvmt.org sitesine şöyle bir göz gezdirerek dahi yaşananların boyutlarını kavramak son derece kolay.
Hazır elimiz değmişken, sinema dünyasından çarpıcı bir örnek daha verelim. O incelikli filmlerin yönetmeni Ingmar Bergman’ı sorguluyor bugünlerde İsveç kamuoyu. Buna benzer konularla bir miktar ilgilenenler, Dheeraj Akolkar’ın 2012 yapımı Liv & Ingmar belgeselini hatırlayacaktır mutlaka. Belgeselin kırılgan bir yerinde Liv Ullmann, hayli utangaç bir ifadeyle, Bergman’ın hayatı kendisi için nasıl bir cehenneme dönüştürdüğünü aktardıktan sonra, fiziksel şiddet gördüğünü de itiraf ediyordu, gözbebeklerindeki yaşları gizlemeden.
Ancak, bu kez kameranın gerisinde Akolkar değil, Jane Magnusson yer alıyor. Daha önce, yine bir belgesel olan Trespassing Bergman’la muhtelif tartışmalara zemin hazırlayan Jane Magnusson’ın yeni çalışması, yapım aşamasındayken bile birtakım sarsıntılara pencere aralamakta gecikmedi. Malûm, 2018 Bergman’ın doğumunun yüzüncü yılı ve Magnusson, yönetmenin bütün bir geçmişine çeviriyor kamerasını bu kez. Bugüne kadar Bergman’a ilişkin belgesellerin onun filmleri etrafında dönüp durduğunu hatırlatan Magnusson, kendisinin Bergman: A Year in a Life’ta yönetmene yönelik cinsel taciz ve istismar şikâyetlerine de odaklandığını söylüyor. Magnusson'ın The Guardian’a verdiği bilgilere göre, Bergman’ın geçmişte yaptıklarının pek azı dahi bugün İsveç’te suç teşkil ediyor ve insanlar bu yüzden kapının önüne konuluyor zerre tereddüde mahal verilmeden.
Magnusson, Bergman’ın filmlerinde rol olan hemen her oyuncuyla cinsel birliktelik yaşayabilmesinin gerisinde yatan skandallar zincirinin asla sorgulanmadığını belirtiyor öncelikle. Arkasından da, bunların ne kadarının gönüllü olduğu, ne kadarının yönetmenin zorlamasıyla yaşandığı sorusunu getiriyor gündeme. İsveç’te “ulusal kahraman” muamelesi gören Bergman’ı eleştirmenin zorluklarına değinen Magnusson, Hollywood’da patlak veren Harvey Weinstein skandalının bugüne dek sessiz kalanları bir parça cesaretlendirdiğini de ekliyor sözlerine. Bergman’ın bugüne kadar kamuoyu önünde açıkça suçlanmamasının gerisinde, insanların işlerini kaybetme kaygısının yattığını da vurgulamaktan geri kalmıyor üstelik.
Bir tür malumatfuruşluk biçiminde değerlendirilmesi mümkün olan bütün bu gelişmeleri aktarmamın sebebi, Murat Belge’nin Şairaneden Şiirsele/ Türkiye’de Modern Şiir kitabına uygun görülen muamele (İletişim, 2018). Belge’nin 580 sayfalık çalışmasının sadece Cemal Süreya ve Ece Ayhan üzerinden tartışılması, Türkiye’ye özgü garipliklerin ilk halkasını teşkil ediyor, doğrusunu söylemek gerekirse. İkinci halka ise çok daha vahim bir yaklaşımın habercisi. Zira, meşrulaştırılmaya çalışılan olgular kadar, meşrulaştırma çabasına soyunan isimlerin niteliği de endişe kaynağı benim açımdan.
Meseleyi somutlaştıralım. Murat Belge, Cemal Süreya ile Tomris Uyar beraberliğinin bitişinden sonraki tanıklığını aktarırken şunları söylüyor: “... Sonraki yıllarda Tomris’e (Uyar) niçin ayrıldıklarını sormuştum. ‘Bana sizin birlikteliğiniz çok verimli görünüyordu’ demiştim (...) Tomris, ‘Dövüyordu’ demişti ve gerçekten çok şaşırmıştım. Yumuşacık Cemal’de hayal edemediğim bir hareket tarzı. Ama Perinçek-Duruel’i okuyunca bunun çeşitli örnekleriyle karşılaşıyoruz ve o zaman Tomris’in sözünden şüphelenmenin gereği de kalmıyor. (...) İkinci konu, ‘baba-oğul ilişkisi’ de gelip aynı ‘şiddet’ noktasında düğümleniyor. Memo Emrah’ın da payına, küçük yaşlarında, epey bir ‘baba dayağı’ düştüğü anlaşılıyor.” (s. 437)
Murat Belge’nin yazdıklarına temel itiraz Enis Batur’dan geldi. Hem Cemal Süreya’yı hem de Tomris Uyar’ı gayet iyi tanıyan Enis Batur, Feyza Perinçek ve Nursel Duruel tarafından yazılan, Şairin Hayatı Şiire Dahil (Kaynak, 1995) isimli kitap 20 küsur yıldır orada öylece durduğu hâlde, hiçbir ihtiyati kayıt koyma gereği duymadan karşı çıktı Belge’ye: “Anılarını yazıyor olsaydı Murat Belge, orada bile meyhane ‘adâbı’na sığmazdı bize öğrettikleri. Sözgelimi, Cemal Süreya’nın, Tomris Uyar’ı dövmesi onun şiirine nasıl bir yorum katkısı getirebilir kestiremiyorum ama, bu ‘bilgi’yi doğrulamanın bir yolu var mı?”
Enis Batur’un yazısındaki asıl dikkat çekici ve tedirgin edici nokta, dayağı yadırgamayışı değil sadece. (Kişisel olarak, Enis Batur'un dayağı yahut buna benzer herhangi bir şiddet yöntemini onaylayacağına asla ihtimal vermem ben.) En az bunun kadar vahim olan tavır, “Cemal Süreya’nın, Tomris Uyar’ı dövmesi onun şiirine nasıl bir yorum katkısı getirebilir” ifadesinde çıkıyor ortaya. Anlayabildiğim kadarıyla, Enis Batur, Cemal Süreya’nın şiiriyle Tomris Uyar’ı dövmesini ayırıyor birbirinden. Bir başka ifadeyle, “aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” diyen bir şairin aşklarının bakımsızlıktan ölmesinde de, sevdiği kadınları ya da oğlunu dövmesinde de herhangi bir beis görmüyor.
Bir de Ece Ayhan meselesi var tabii ki. Memleketteki edebî onay mekanizmalarının sahipleri, tıpkı Cemal Süreya gibi onu da esirgiyor nazarlıklardan ve pazarlıklardan. Oysa Murat Belge, hiç de gizli olmayan bir konuyu getiriyor gündeme: “Aklımda doğru kaldıysa bu sıralarda, Ortodoksluklar çıktıktan sonra olmalı, gazetenin birinde Ece Ayhan adında bir kaymakamın bir genci silah çekerek cinsel ilişkiye zorlama teşebbüsünden hapis cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Böylece Ece Ayhan bir süre görünmez oldu. Bu eğilimini biliyorduk ama böyle tabancalı falan bir olay olmasına şaşmaktan kendimizi alamadık. (s. 525)”
Apaçık görülüyor ki, “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/ Devlet dersinde öldürülmüştür” diyen şair, tam da devleti temsil ettiği bir dönemde, doğrudan cinayete teşebbüs ediyor bildiği yöntemlerle. Devlet dersinin kendisine sağladığı iktidarı kullanarak genç bir insana tecavüze yeltenmesi, Ece Ayhan şiirinin bütün inandırıcılığını sarsmıyor mu sahiden de? Ciddiye alınabilir bir memlekette, Murat Belge’nin yazdığı kitaptan sonra daha nitelikli tartışmalar yapılırdı muhakkak ki. En azından, yeryüzünün en güçlü şiirini de yazmış olsalar, Cemal Süreya ve Ece Ayhan ismi tepeden tırnağa sorgulanırdı. Bu sorgulama esnasında da, inandırıcılık ve tutarlılık gibi iki temel konu getirilirdi gündeme. O güzelim aşk şiirlerini yazan insanın sevdiği kadınları da, oğlunu da dövmekten çekinmeyen sıradan bir maço olması kimseyi rahatsız etmiyor demek ki. Yahut, “sıkı şair” Ece Ayhan’ın, devlet iktidarına bir de tabanca ekleyerek birisine tecavüze kalkışmasını umursamıyor anlaşılan memleketin edebiyatçıları.
Murat Belge’nin kitabı, sağlam eleştirileri hak eden ayrıntılar barındırıyor dört bir tarafında, ne var ki, Cemal Süreya’yı, Ece Ayhan’ı ya da Orhan Koçak’ın yazısında olduğu gibi İlhan Berk’i savunma çabalarının gölgesinde kalıyor her şey. Oysa, Murat Belge’nin şiirlere getirdiği yorumlar almalıydı asıl eleştiriden payını. Zira, çoğu kez öylesine yüzeysel değerlendirmelerle yetiniyor ki Murat Belge, insan ister istemez Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri’nin ikinci cildini teşkil eden Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (Dergâh, 1975) kitabını hatırlıyor. Mehmet Kaplan’ın şiirlere getirdiği derinlikli analizlerle Murat Belge’nin gelişigüzel geçiştirmeleri arasındaki fark, edebiyatın nasıl ve neden sürekli zemin kaybettiğini de seriyor gözler önüne.
Murat Belge’nin haklı olduğu nokta, herkesin bildiği o klişenin arkasında gizli belki de: Burası Türkiye! Muhtemelen bu yüzden, sinema dünyasını, medyayı ve edebiyat çevrelerini pıtrak gibi sardığını herkesin bildiği taciz, tecavüz ve dayak skandalları hakkında sesini yükselten yok şimdilik. Dedikodu mahiyetinde meyhane masalarına meze hâline getirilen ve gevrek kahkahalar eşliğinde geçiştirilen olgular ortaya çıkınca, algıyla beslenmeyi marifet sayan fetih ve fatiha yorgunları ne yapacak acaba? Metinle metnin yazarını, ressamla resmi, şairle şiiri, besteyle besteciyi, yönetmenle filmi birbirinden ayıracak cesareti bulabilecekler mi sahiden de aynaların ön yüzünde?