Fatma Aydemir'in Almanya'da geçtiğimiz yıl yayımlanan ilk romanı Ellbogen, Franz Hessel Edebiyat Ödülü'ne layık bulundu. Aydemir ile, kimlik meseleleri ekseninde, Almanya'da ses getiren romanını konuştuk...
30 Ağustos 2018 14:03
2007-2012 yıllarında Frankfurt’ta Alman ve Amerikan Çalışmaları alanında eğitim gören Fatma Aydemir, 1986 yılında Karlsruhe’de dünyaya gelmiş. Aydemir, hâlen TAZ gazetesi için çalışıyor ve Berlin’de yaşıyor. Ellbogen, Berlin’in Wedding semtinde, toplumsal ve ailevi baskılar altında yetişen ikinci kuşak bir genç kadının, Hazal’ın büyüme öyküsü. Süddeutsche Zeitung’un “biri kadın düşmanı Türk toplumu, diğeri de ‘ah o pek liberal’ Almanya’nın iki yüzlülüğü için karın boşluğuna atılmış iki yumruk” ile kıyasladığı bu çarpıcı roman, gençlikten yetişkinliğe adım atmanın eşiğinde Hazal’ın bir şiddet olayına karışmasını ve zor ve zorlu bir dünyada hayatla baş etmeye/boğuşmaya çabalamasını konu alıyor.
İlk romanınız Ellbogen ile Franz Hessel Edebiyat Ödülü’nü aldınız, tebrikler. Siz, aynı zamanda gazetecisiniz. Öncelikle hangi kimliğinizin ağır bastığını sorarak başlamak istiyorum... Gerçeklik, kurmaca ile nerede ve nasıl kesişiyor size göre? Gazetecilik deneyimi kurmacayı belli bir biçimde etkiliyor mu yoksa tamamen ayrı alanlardan mı bahsediyoruz?
Benim için, gazetecilikten gelerek kurmacaya girişmek güç oldu ilk başta. İlk romanımı yazmak için işten bir süreliğine ayrıldım. Bu iki alanı birbirinden ayırmak iyiydi. Gazetecilik yaptığım yıllar içinde, okura cevapsız sorular bırakmamak adına mümkün olan en açık biçimde yazmaya koşullanmıştım. Kurmacada böyle bir yaklaşım benimserseniz berbat bir roman çıkar ortaya, zira kurmaca okurun bireysel olarak doldurması gereken boşluklara da dairdir aslında. Edebiyat bana göre bilgiden çok ruh hâllerine, duygu durumlarına ilişkin. Şu anda ise bu ikisini, gazetecilik ve yazıyı bir arada yürütmeye çalışıyorum, paralel olarak, çünkü ikisinden birini bırakacak lükse öyle her zaman sahip değilim. Nasıl ilerleyeceğini göreceğiz.
Geçen yıl, Ellbogen henüz yayımlandığı zaman Leipzig Kitap Fuarı’nda bir söyleşinize katılmış ve okurun ilgisinden, coşkusundan çok etkilenmiştim. Okurdan aldığınız tepkilerden, kitabınızın gördüğü ilgiden dolayı mutlu musunuz? Yaşamınız, Ellbogen’in yayımlanmasıyla beraber değişti mi?
Ellbogen’in Almanya’da gördüğü tüm bu ilgiden dolayı çok heyecanlıyım, çünkü bunu hiç beklemiyordum. Bütün tepkiler olumlu değildi, ama bu doğal, çünkü bu romanı, şiddete ve düşman bir dünyada büyümeye dair birtakım sorular sorarak insanları rahatsız etmek için yazdım. Hayatımda değişen şey, yazınıma dair biraz daha güven kazanmam oldu. Kitabın çıktığı güne değin güvensiz hissediyordum. Çıkar çıkmaz rahatladım ve bunu tekrar yapmak istediğimden emin oldum.
Kendinizi romanda yarattığınız kahramana, Hazal’a karşı nasıl konumlandırıyorsunuz? Almanya’da büyümüş bir kadın olarak, onun kurmaca deneyimine siz nasıl yaklaşıyorsunuz? Bir başka deyişle, bu romanın sizin kişisel deneyiminizden türeyen yanları var mı?
Hazal tamamen kurmaca ürünü, yani ben, o değilim. Ama onu ben yarattım ve hâliyle birçok açıdan bakış açılarımız benzeşiyor. Yine de benim için daha kolay ve daha ilginç olan kendimi merkeze oturtmak değil, farklı bir ses bulmak, belli deneyimlerimi ele alabileceğim farklı bir biyografi yaratmaktı. Tıpkı Hazal gibi, ben de Türk-Kürt göçmen bir ailenin çocuğu olarak Almanya’da yetiştim. Belki farklı bir şehirde ve farklı bir dönemde yetiştim, ama azınlığa mensup ve kadın olmaktan dolayı ayrımcılığa uğramanın ne demek olduğunu biliyorum. Sürekli yabancı hissetmenin, ne Almanya’ya ne de Türkiye’ye aidiyet beslemenin nasıl olduğunu biliyorum.
Ellbogen, kimlik ve aidiyet meseleleriyle boğuşan ve sarsıcı bir olay sonucu Almanya’dan çıkıp daha önce hiç yaşamadığı vatanına geri dönen bir kadın kahramanın büyüme hikâyesini anlatıyor… Burada Hazal, insanların “yapayalnız olmadıklarını, hepsinin birbirleriyle bağlı olduğunu bir türlü anlamadan her yerde aynı savaşları verdiklerini” anladığı bir an yaşıyor. Bu görüşe katılıyor musunuz? Farklı kimliklerimize, arka planlarımıza ve geçmişlerimize rağmen, hepimiz benzer savaşlar mı veriyoruz?
Bence bu tamamen bakış açınıza bağlı. Benzer mücadeleler veren insanlar ararsanız, onları eninde sonunda bulursunuz. Dayanışmanın ardında yatan mantık da bu değil midir? İnsanların acılar çektiğini ve temelde aynı yapısal sorunlardan mustarip olabileceklerini ortaya koymak? Özellikle yoksulluk, cinsiyetçilik ya da ırkçılıktan bahsettiğimizde –bunlar belli bir yere özgü sorunlar değiller. Her yerde kol geziyorlar. Bunu tanımak, anlamak kimi zaman yardımcı olur insana gerçekten. Başka bağlamlarda, birileri bu mücadeleleri vermek uğruna farklı stratejiler geliştirmiş olabilir.
Romanda Fatih Akın’ın kısmen Hamburg’da, kısmen İstanbul’da geçen filmi Duvara Karşı’ya birden fazla gönderme mevcut. Duvara Karşı ve Ellbogen, kahramanların hayatlarının akışının tek bir sarsıcı, planlanmamış şiddet olayı ile değişmesi açısından da benzeşiyor –Ellbogen’in kahramanı Hazal bizim çağdaşımız olan bir gençken Duvara Karşı’nın Sibel’i, ondan en az 10 yıl geride. Yine de bu kadınlar benzer baskılarla karşılaşıyor ve bir anlamda kendi seçimlerine dayalı bir hayat sürmelerini sağlayacak türden bir özgürlüğün hasretini çekiyorlar. Bunun ışığında sorayım, son 10 yılda Almanya’daki Türkiye kökenli kadınlar için neler değişti sizce, neler hâlâ aynı?
Duvara Karşı bir kuşak genç kız için çok önemliydi, bu nedenle bu göndermeye yer verdim kitapta. Bu filmle ilk defa Türkiye kökenli bir Alman kadın, genel geçer kalıp yargılar üzerinden değil daha karmaşık bir biçimde yansıdı Alman popüler kültürüne – ki Türkiye kökenli Alman kadınlar, kalıp yargılar doğrultusunda edilgen, bastırılmış, uysal, son derece düz ve sıkıcı gösterilir. Popüler kültüre yansıyan bu imgelerin bizim kendimizi nasıl gördüğümüzü epey etkilediğini düşünüyorum. Bu doğrultuda, sanırım son on yılda medyada, siyasette ve akademide birkaç rol modelin daha çıktığı söylenebilir sanırım. Yine de göçmen kadınlar, özellikle Müslüman ülkelerden gelme ya da siyahî kadınlar Almanya’da görünürlük ve iktidar söz konusu olduğunda yeterince temsil edilmiyor. İktidar pozisyonlarında sana benzeyen insanlar göremediğin zaman sen de kendi kariyer seçeneklerinin sınırlı olduğuna ikna oluyorsun. Ve bu böyle gerçekten: ırkçılık ve cinsiyetçilik sadece kişisel yaralar değil, kurumsallaşmış hakikatler.
Ellbogen’i yazmaya Gezi olaylarından sonraki yaz başlamıştım ve o dönem pek çok kimse için hâlâ umut dolu bir dönemdi. Bilhassa benim büyük yakınlık duyduğum çevreci, feminist ve LGBTIQ çevreler için. Bu ruh hâli, iki yaz geçmeden tersine döndü. Havada tehditkâr bir şeyler vardı
Hazal’ın sorunlarının pek çoğunun kadınlara yönelik ayrımcılık içeren kültürel normlardan kaynaklandığını varsayarsak Ellbogen için feminist bir roman diyebilir miyiz?
Ben feminist olduğum ve bu kitabı yazdığım için bunun kesinlikle feminist bir roman olduğunu söylerim. Öte yandan kitabı yazarken siyasî bir gündem gütmedim. Toplumda kadın olarak büyümeye ilişkin bir hikâye anlatmak istedim. Maalesef ayrımcılık bu deneyimin büyük bir kısmını kapsıyor.
Ellbogen 2016 yazında Berlin ve İstanbul’da geçiyor. Kitabı yazma sürecinin bir kısmında siz de İstanbul’daymışsınız –nasıldı bu süreç, anlatır mısınız? Dönemin atmosferi sizi şahsen nasıl etkiledi, romanın gidişatına nasıl yansıdı? O yazın siyasî gelişmeleri -darbe girişimi ve yol açtığı şiddet ve kaos havası- yazma etkinliğinizde yansıma buldu mu?
Romanı yazdığım dönemde İstanbul’da üç yaz geçirdim; 2014-2016 yıllarında. Yıldan yıla atmosferin nasıl değiştiğini hissedebiliyordum. Ellbogen’i yazmaya Gezi olaylarından sonraki yaz başlamıştım ve o dönem pek çok kimse için hâlâ umut dolu bir dönemdi. Bilhassa benim büyük yakınlık duyduğum çevreci, feminist ve LGBTQI çevreler için. Bu ruh hâli, iki yaz geçmeden tersine döndü. Havada tehditkâr bir şeyler vardı; bunu romandaki atmosfere de yansıtmak istedim. Siyasî olayların yazınımın gidişatını etkilediğini söyleyemem ama benim ilgimi, esasen, bu olayların şehirde ve insanların üzerinde bıraktığı etki çekti. Darbe girişimi ifadesi epey soyut ama insanları duygusal olarak etkiliyor. Güvenlik duygusunun tamamen kaybı demek bu. Gece yatıyorsun ve ertesi sabah nasıl bir ülkeye uyanacağını bilemiyorsun.
Romanın başlığı Ellbogen, “dirsek” anlamına geliyor. Kahramanınız Hazal da, hayatın “bizden güçlü olan insanların” dirsekleriyle dolu olduğunu söylüyor. Şiddet çağrışımlarıyla -dirseğin bir başkasına zarar verebilecek güçte bir uzuv olduğu da düşünülürse- bu başlık, romandaki öfke duygusuyla örtüşüyor. Siz, burada Hazal’ın duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz –onun ümitsiz yaklaşımına katılıyor musunuz yoksa gitmek istediği yere ulaşmak için dirseklerini kullanabileceğine inanıyor musunuz? Bunun dışında uyum sağlama yolları bulmak mümkün mü, yoksa hep itiş kakış, hep en güçlü olanın ayakta kaldığı bir dünya mı söz konusu?
Bence ikisi de geçerli –Hazal’ın yolunu pek çok kişinin dirseği kesiyor, fakat Hazal da kendi yolunda yürürken dirseklerini kullanmaktan çekinmiyor. Romanın başlığında bir söz oyunu var aslında, Almancada Ellbogengesellschaft denen ve “dirsek toplumu” anlamına gelen ifadeye gönderme; bu, en güçlü olanın ayakta kaldığı, her bireyin kendi çıkarını kolladığı bir toplum anlayışını betimliyor. Temelde kapitalizm bu. Ben bu terimi çıkar odaklı bir toplumun fiziksel boyutunu yansıttığı için seviyorum. Tabii kitapta, Hazal’ın etken kişi olduğu bir şiddet olayı var ve burada birini dirseğiyle itiyor. Peki bu, ait olduğu sistemde herhangi bir şeyi değiştiriyor mu? Toplumdaki güç dinamiklerine herhangi bir etkide bulunuyor mu? Yapısal sorunlara? Dirseklerin çoğulluğuna? Sanmıyorum.
Sembolik şiddet günlük hayatlarımızın bir parçası; azınlıklardan bahsetme biçimimiz şiddet dolu örneğin; kadınların, transların ve ikili toplumsal cinsiyet sisteminin dışında kalanların gördüğü muamele şiddet dolu; yoksulların kültürel ve sosyal yaşamın pek çok alanından mahrum kalması temelde şiddet dolu.
Ellbogen şiddete dair bir roman –rastgele ve olağan şiddete, görünürde sınırsız bir kaynağa sahip olup bir başkasının hayatının akışını değiştirecek türden şiddete. (“Belki de ana babamız değildir bizi öfkeli kılan. Belki de hayattır.”) Romanın merkezinde yer alan metro istasyonundaki şiddet olayı gazetelerde okuduklarımızı da çağrıştırıyor aslında –fakat burada şiddeti uygulayanlar genç kadınlar ki bahsettiğim gazete haberleri, en azından benim bildiğim kadarıyla bu bakımdan farklı… Sizce öfke, diğer türlü güçsüz kılınmış, yok sayılmış, görmezden gelinmiş olanlar için bir çıkış yolu olabilir mi? Yoksa bunu yaşadığımız çağın bir arazı, şehir ortamının bir yan etkisi olarak mı değerlendirmeliyiz?
Öfkenin çok üretken ve güçlendirici bir duygu olduğuna ve bunu ara ara dışa vurmamız gerektiğine inanıyorum. Genelde erkeklere yakıştırılan, hatta belki de müsaade edilen bir şey bu. Öte yandan kadınların öfkeli olmasına neden olacak tonla sebep var her gün hayatta. Yine de öfkeli kadınlar toplumsal algıda bir tehdit olarak görülmez; çoğunlukla bezgin, komik, histerik olarak algılanırlar. Ama gerçek anlamda tehlikeli addedilmezler. (Romandaki karşılaşmada metro istasyonundaki adam) Hazal ve arkadaşlarıyla yüz yüze geldiğinde onlara dair bir tehdit algılamıyor –ki bu, onun açısından büyük bir sorun, çünkü onları kışkırtıyor ve bunun sonucunda saldırıya uğruyor. Yine de bütün bu hikâyenin fiziksel şiddetle ilgili değil, sembolik şiddetle ilgili olduğunu söylemek gerek. Sembolik şiddet günlük hayatlarımızın bir parçası; azınlıklardan bahsetme biçimimiz şiddet dolu örneğin; kadınların, transların ve ikili toplumsal cinsiyet sisteminin dışında kalanların gördüğü muamele şiddet dolu; yoksulların kültürel ve sosyal yaşamın pek çok alanından mahrum kalması temelde şiddet dolu.
Öfkenin çok üretken ve güçlendirici bir duygu olduğuna ve bunu ara ara dışa vurmamız gerektiğine inanıyorum. Genelde erkeklere yakıştırılan, hatta belki de müsaade edilen bir şey bu. Öte yandan kadınların öfkeli olmasına neden olacak tonla sebep var her gün hayatta. Yine de öfkeli kadınlar toplumsal algıda bir tehdit olarak görülmez; çoğunlukla bezgin, komik, histerik olarak algılanırlar.
Hazal pek çok çelişkisi de olan güçlü bir karakter –bir yandan izlediği filmlerde gördüğü kadarıyla İstanbul’un kadınların sürekli tecavüze uğradığı bir şehir olduğunu söylüyor (gerçekten de epey film var bu mesajı veren!) bir yandan da bu şehrin dünyanın en güzel şehri olduğunu. Onun geldiği ülkeyle ilişkisini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu, insanların geldikleri yerlerle kurdukları doğal aşk-nefret ilişkisinin bir yansıması mı yoksa daha farklı bir şey mi?
Göçmen çocuğu olarak “vatanı” idealize etmeye yatkın olursunuz, çünkü uzaktır ve hakkında anlatılan her şey olumludur. İstanbul söz konusu olduğunda, bu bilhassa böyle. Hazal’ın bu aşk-nefret hâli benim için son derece kişisel. Ama sanırım pek çok kişi de benimle aynı fikirde. Dünyada bundan daha güzel bir şehir görmedim, ama aynı zamanda yoksullukla şatafatı çakıştırmasıyla katlanılmaz bir yer. Şehrin altyapısı bu kadar çok insana kesinlikle yeterli değil ama ben bu kargaşayı çok seviyorum. Bazen de nefret ediyorum.
Almanya edebiyat ortamı… pek Alman. Ve evet, Alman ismine sahip olmayan tüm yazarların kitapları “göçmen edebiyatı” başlığı altına itiliyor.
Almanya’da azınlık kimliğinin son derece bilincinde olan Hazal, İstanbul’da Kürt “olabileceğini” söylerken muğlak davranıyor… Ben kitabı okurken, Hazal’ın kökleriyle ilgili bu muğlak yaklaşımı genelde resmî söyleminde çoğulcu AB ile ilişkilendirdiğimiz “multi-kulti” bakış açısına paralel biçimde Avrupai buldum mesela. Siz, kahramanı kimliği dolayısıyla nasıl konumlandırıyor, bu belirsizliği nasıl yorumluyorsunuz?
Avrupai bulmanız ilginç, ben şahsen bunun Türkiye’ye de özgü olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de ana babaları ya da bir üst kuşak bu konuda konuşmadığı için kökleri hakkında pek bir şey bilmeyen bir sürü insan var, mesela inancından dönmüş Alevi aileler, hatta Kürt geçmişlerini silmeyi deneyenler. Nihayetinde azınlıkların kendilerini korumak için görünmezleşmeleri global bir fenomen. Benim Hazal’a bunu bu şekilde söyletmem, ailesinin kökenine dair bu güvensizlik bir bakıma Avrupai olabilir belki: Hepimizin tek bir kimliğe sahip olmamız fikrini irdelemek istemişimdir, o kadar. Bu meseleler pek çoğumuzun inanmak istediğinden çok daha karmaşık, çok daha akışkan.
Hazır kimlik meselesinden bu kadar bahsetmişken –Almanya edebiyat ortamı, zaman zaman azınlık yazarları bir köşeye ittiği için eleştiriliyor… Bu bakış açısına katılıyor musunuz?
Almanya edebiyat ortamı… pek Alman. Ve evet, Alman ismine sahip olmayan tüm yazarların kitapları “göçmen edebiyatı” başlığı altına itiliyor –artık bu her ne demekse. Ama söylemem gerek, tipik beyaz, erkek, 50 yaşındaki Alman yazarlara kıyasla anlatacak farklı hikâyeleri, farklı bakış açıları olan pek çok göçmen geçmişli yazar çıkıyor ki buna minnettarım. Bence Alman edebiyatı, bu noktada bu çoğulluktan fayda görebilir.
Ellbogen’in Türkçeye çevrilmesi gündemde mi? Yeni bir romanın üzerinde çalışıyor musunuz bu günlerde; bize biraz bahsedebilir misiniz?
Aslında çeviriye yönelik bir plan vardı ama yürümedi maalesef. Bu benim için oldukça üzücü çünkü kitabın Türkçede yayımlanmasını önemsiyorum. Umarım yeni bir fırsat doğar yakında. Şu anda ikinci romanım üzerinde çalışıyorum, ama henüz hakkında bir şey söyleyemeyeceğim kadar karışık hâlâ.