Dedektif karakteri gerçekten ihtiyaç duyduğumuz modern bir kahraman. Onsuz yapamayız. Ama edebiyat değeri taşıyan, nitelikli polisiye roman okumak hakkımızda da ısrar etmeliyiz...
08 Ekim 2015 16:00
Ben bir okur olarak artık polisiye roman türünden öncelikle nitelikli edebiyat eseri üretmesini bekliyorum ve her ne kadar hünerle yazılmış olursa olsun, gerçek edebiyat kalitesinde olmayan polisiye romanları okumayı bıraktım. Tam anlamıyla edebiyat kalitesi ve lezzeti bekliyorum, çünkü bu türün çok önemli bir toplumsal işlevi, hatta giderek felsefi önemi olduğuna inanıyorum.
Polisiye roman türünü, eskiden beri, "western" dediğimiz kovboy filmlerine benzetiyorum. Zamanla popüler kültürde o filmlerin yerini aldığını düşünüyorum.
Kötülüğün yenildiği, ya da hiç değilse bazı kötülerin cezalandırıldığı, geçici bir süre için bile olsa iyiliğin üstün geldiği, manevi bir tatmin yaşatırdı bu filmler bize.
Hikâyenin sonunda şerefli ve iyi kalpli silahşörün kötüleri alt edeceğini ve hayatta kalacağını daha baştan bilirdik ve bu beklenti aldığımız zevki arttıran bir unsurdu.
Hikâye sürprizliyse ve iyi silahşör sonunda ölecekse bile, doğruluğa hizmet ettiği için vicdanı rahat olurdu ve biz de bu hüzünlü tatminden payımızı alırdık. Şimdi aynı tatmini polisiye roman okuyarak yaşıyoruz.
Neden? Çünkü iyiliğin ödüllendirildiği, haklının kazandığı bir dünya düşlemek istiyoruz. Dolayısıyla da, böyle bir dünyaya inanmış ve onu gerçekleştirmeye çalışan bir kahramanın bizim adımıza bu mücadeleyi yapması hoşumuza gidiyor, bu hayali yaşamaya çok derin bir ihtiyaç duyuyoruz. Hatta dünya karmaşıklaştıkça, neredeyse vahşileştikçe, bu ihtiyacımız daha da artıyor. İmkânsız olduğunu bilsek bile, bu hayali yaşamaktan vaz geçemeyiz, sanırım aksi takdirde insanlığımızdan büsbütün vazgeçmek zorunda kalırdık.
Kötülüğün niçin en feci yüzüyle, cinayet, sapıklık, şiddet ve zorbalık şeklinde temsil edilmesi gerekiyor diye bir soru gelebilir akla. Polisiye roman okumak herkesin zevkine uyacak bir şey değil, kuşku yok. Ama polisiye romanın bir diğer özelliği de bulmaca çözmek, bir esrarı aydınlatmak boyutu, yani merak ve eğlence unsuru. İnsanda bağımlılık yaratan tarafı da bu zaten.
Böyle bir janr bağımlılığı yüzünden, eğlenceli olduğu için okuyoruz polisiye romanları. Ama ben bu eğlence boyutunun içinde hâlâ etik ve manevi bir tatmin arayışının izi olduğuna inanıyorum.
İşte bu nedenle, modern dünyanın yorgun, dürüst, ama inatçı polis komiseri yahut da iyi kalpli özel dedektifi, hâlâ o kovboy filmlerindeki onurlu silahşörün mirasını devam ettiren bir kahraman tipidir benim gözümde.
Superman yahut Batman gibi olağanüstü güçlere sahip bir kahraman değil bu, öyle bir fantezi yok polisiye türünde. Bizler gibi sıradan bir insan. Ev kirası yahut kredi borcu ödüyor, aşkta veya evlilikte sorunlar yaşıyor, tıpkı bizim gibi normal, kusurlu ve incinebilir bir insan. Ama görevine bağlı, yaptığı işin önemli olduğuna inanmış, hayatta bir misyonu olduğunu düşünen birisi.
Bu idealler ne kadar yıpranmış da olsa, komiserimiz yahut dedektifimiz kendisi ne ölçüde düş kırıklığına uğramış da olsa, görevin kutsallığı hala geçerli, en azından biz okurların gözünde geçerli. Hiç bir polisiye yazarı okurla arasındaki bu anlaşmayı bozmayı göze alamaz. Haksızlığa karşı çıkmak, adaletsizliğe göz yumanlara aman vermemek arzusu, bu kahramanla ve bu yazarla aramızdaki en temel bağ.
Saf kişilikli değildir bu kahraman, görmüş geçirmiş birisidir, hatta çok fazla şey görmüştür, bezgindir, hayatı ve sokağı iyi tanır, aptalca risk almaz. Bazen mizah bazen alaycılık zırhını kuşanmış, zeki bir şövalye gibidir.
Ama işte bir şövalyedir nihayette.
Özel dedektiflerin en unutulmazı olan Philip Marlow'un yaratıcısı Raymond Chandler, 1944 yılında yazdığı "Cinayet Dediğimiz Basit Sanat" adlı denemesinde, modern polisiye romandaki dedektif karakterini tıpkı şövalye ideallerine benzer şekilde tanımlamış. Bu yazıdan bazı alıntıları, bir kaç yıl önce Joyce Carol Oates'ın yazdığı bir polisiye roman eleştirisinde okumuştum.
"Bu kötü sokaklarda yürüyen adamın kendisi kötü değil, lekelenmemiş, korkusuz birisi" diye tarif ediyor Chandler, dedektif rolündeki modern şövalye/ kahraman tipini.
Şimdilerde kadın da olabiliyor tabii, Chandler'ın zamanından bu yana en büyük değişim, kadınların da kahraman olabilmesi. Agatha Christie'nin Miss Marple karakteri gibi evde kalmış, cinayet çözen zeki ve yaşlı, amatör dedektif tipi çoktan geride kaldı. Artık kadın polis komiserleri de boy ölçüşüyor kötülerle.
Dedektifimiz, eski deyimiyle, şerefli bir adam olmak zorunda, diye devam ediyor Chandler.
"Görece yoksul birisidir, çünkü yoksul olmasa zaten dedektif olmazdı. Sıradan bir adam, çünkü başka türlü sıradan insanların arasında dolaşamazdı. Ama asla alışılmış tarzda bir adam değil. Kimseden kanunsuz para almaz, kimsenin küstahlığını da cezasız bırakmaz. Yalnız bir adam olduğu kesin, çünkü bu hayat başkasıyla paylaşılamaz. Bu kahramanın hikâyesi, gizlenmiş bir hakikati ortaya çıkartma serüvenidir."
İşte bu noktada polisiye romanın o en sorunlu yönüne geliyoruz gene, yani dünyada en çok bağımlılık yaratan okuma türü olmasına geliyoruz.
Bir gizemin aydınlanmasına odaklandığı için, insan polisiye romanı elinden bırakamaz. Ama aynı nedenle polisiye romanlar çok fazla birbirine benzer, sürekli tekrar eden formüller üzerine kuruludur, teknikler üç aşağı beş yukarı aynıdır. Sonuçta bulmacanın çözümü de asla beklendiği ölçüde dramatik olmaz, çoğunlukla düş kırıklığı yaratır.
Bu nedenle polisiye okurlarının büyük bölümü çok dikkatli okurlar değildir zaten. Son bölümde ilgi ve merak aniden söner ve bağımlı okurumuz hemen bir sonraki bulmacaya geçer. Bunu hepimiz yaşamışızdır. Çekirdek çıtlatır gibi durmadan polisiye okumaya başladığım zaman, kendime dur derim, ara vermek zamanıdır.
Fakat son zamanlarda kendime büsbütün dur dedim, artık edebiyat niteliği olmayan polisiye romanları derhal bırakıyorum.
Çünkü, bir kez daha vurgulamak istiyorum nedense, o yüzeysel bağımlılığın arkasında, bir başka ve daha derin bağımlılık var ki, ondan vazgeçmemiz mümkün olamaz ve ne kadar ara versek de sonunda mutlaka polisiye roman okumaya geri döndürür bizi.
Chandler'ın sözünü ettiği o modern kahramana çok ihtiyacımız var, bunu inkâr edemeyiz. Kötülüğe karşı bir arınma, temizlenme, kuvvetlenme ritüelidir polisiye roman okumak. Ama şimdi biliyorum ki, gerçek edebiyat kalitesi olmazsa, içi boşalıyor bu ritüelin.
Ben daha bu yazıyı yazmaya başlarken, dünyanın çok iyi tanıdığı bir polisiye roman yazarının, Henning Mankell'in ölüm haberini duydum ve onun bir dönem çok severek okuduğum Kurt Wallander dedektif dizisini düşündüm.
Orta yaşı geçmekte olan, boşanmış, alkolizmin eşiğindeki bu melankolik polis komiseri tam umutsuzluğa kapılacakken son anda uçurumun kenarından döner, her şeye rağmen karamsarlığa yenilmez, her seferinde hayatın bir güzel yanını görmeyi başarır.
Sinemanın bize armağan ettiği deyimle polisiye roman topluma bakarken "noire" yani kara bir resim çizer ama bu siyahlığın içinde bir ışık görmekten de vazgeçmez.
Mankell'in kitapları benim için iyi edebiyat eseri olmanın tam sınırında duran kitaplardı. İskandinav polisiye akımında sanıyorum daha çok sosyal sorunları ön plana çıkartma eğilimi var, hiç değilse en iyi olanlar öyle. Kimileri bunu biraz sol eğilimli, "ilerici estetik" diye tanımlıyor.
Ama bana göre polisiye de olsa bir romanın iyi edebiyat olması için, insanın ruhunda varoluşsal bir titreşim yaratması, biraz olsun felsefi sorgulamaya girişmesi lazım.
Raymond Chandler aynı denemesinde "Sanat denebilecek her şeyde ruhun kurtuluşuyla ilgili bir mesele olmalı" diye yazmış.
Bunu ille dini anlamda bir günah ve affedilme, günahtan arınma şeklinde almak gerekmiyor bence. Dedektifin varoluşsal bir arayışı temsil etmesi, araştırdığı şeyin de sadece bir cinayet değil, nihayette hayatın anlamı olması, bana göre yeterince bir cazibe yaratıyor. Chandler'in kitapları, örneğin The Big Sleep, gerçek sanat eserleriydi bence. Dedektif kahramanına dil ustalığı, muazzam bir dil kullanma yeteneği vermişti Chandler. Adeta kahramanın ağzından, polisiye romanda tutturulması gereken seviyeyi tanımlıyordu. Los Angeles'i hem kara, hem de romantik bir edebiyat alemine çevirmeyi başarmıştı.
Benzer çabalara bugün de sık rastlıyoruz. Fred Vargas'ın Paris'te, Michael Dibdin'in Floransa'da, Ian Rankin'in Edinburgh'da, Mankell'in Malmö yakınlarında yarattığı atmosfer bazen çok etkileyici olabiliyor. Ama bir Dostoyevski düzeyinde olduklarını iddia edemeyiz. Conan Doyle'un Londra'sı ve Sherlock Holmes'un efsane kişiliği belki bir daha hiç tekrar edilemeyecek.
Chandler dedektif tipi için "O bir kahramandır, o her şeydir" diyor ve kendisi Philip Marlowe karakterinde bunu başarmış, ama bugün aynı şeyi tekrar etmek kolay değil.
Bunun başlıca nedeni, bence polisiye türünün kendi yapısındaki tuzaklar.
Şiddeti fazla abartıp sansasyona kaçmak, teknolojinin cazibesine fazla kapılmak, dedektif karakterini daha ilginç kılmak için yapılan türlü numaralar, bana okur olarak artık tamamen satış için yapılmış sahtelikler gibi görünüyor. Polisiye romanda bence önemli olan cinayetin niteliği değil, kullanılan dilin ve edebiyat değerinin niteliği.
Acaba dedektif yahut polis komiseri karakterinin kendisi mi tekrar bir sanatçı figürüne dönüşmeli? Philip Marlowe bir yazar gibi konuşur ve bunu hiç yadırgamayız. Kendini bu kadar yalnız ve zor bir göreve adamış, şu yozlaşan dünyada adaletin tecellisini sağlamak gibi imkânsız işlere kalkışan bir kişiye bazı yetenekleri çok göremeyiz herhalde diye düşünüyorum.
Belki de amatör dedektifin geri dönüşünü göreceğiz. Ama Miss Marple gibi her romanda karşımıza çıkan aynı kişilik olarak değil. Rahmetli annem polisiye roman yazarıydı, ama romanları her şeyden önce roman tadında, ciddi edebiyat eserleriydi. Onun bir sözü geldi aklıma. Dedektif karakterini sevmediğini, o yüzden kitaplarında hiç kullanmayı düşünmediğini, çünkü romanlarında tekrara düşmeyi sevmediğini, aynı kişileri görmekten, benzer konular işlemekten sıkıldığını söylerdi.
Bu nedenle de annemin romanlarında gerçekten sizin benim gibi sıradan insanlar hayatın içinde kendilerini mecburen dedektif rolünde bulurlardı, kendileri hayatta kalmak için esrarı çözmeye mecburdular.
Acaba polisiye romanın gerçek roman değerini tekrar bulması için, bizlerin, hepimizin, kahraman olmamız mı gerekecek diye düşünüyorum bazen. Ama bu düşünce beni korkutuyor. Ben kahraman olmak istemiyorum. Sadece iyi ve nitelikli bir okur olmak istiyorum. Evde kanepemde rahatça oturmayı ve bir başkasının benim adıma adaletsizlikle mücadele etmesini izlemeyi istiyorum.
Ve o zaman Chandler'a bir kez daha hak veriyorum. Dedektif karakteri gerçekten ihtiyaç duyduğumuz modern bir kahraman. Onsuz yapamayız. Ama edebiyat değeri taşıyan, nitelikli polisiye roman okumak hakkımızda da ısrar etmeliyiz bence.