Şimdiye kadar yazdığım tek gerçek deneme, hayat yerine bir düşünceden yola çıkan, bu düşünceyi savunabilmek için deneme türü hakkında bir iki genelleme yapan, sonra da utangaç bir gülümsemeyle bunları gerekirse geri alabileceğini bildiren bu yazı bence...
04 Şubat 2016 13:45
K24’ün Deneme dosyası için “Montaigne veya genel olarak denemenin doğuşu yahut klasik dönemi” hakkında bir yazı yazmam önerildiğinde şaşırmadım. Bunun nedeni böyle bir işin üstesinden gelmek için gereken vasıfları taşımam değil. Montaigne’le bütün tanışıklığım yıllar önce bir avuç denemesini okumuş olmamdan ibaret. İngiliz deneme geleneği konusunda biraz daha fazla bilgi sahibiyim belki, ama o bilginin de İngiliz Edebiyatı öğrenimi görmüş birisinden beklenileceğin ötesinde olduğu ileri sürülemez. “Sıradan” bir okurun aksine, Addison’la Steele ya da Charles Lamb hakkında bir iki söz edebilecek durumda olmam bu alanda uzman olduğum anlamına gelmiyor.
Andığım yazı önerisine şaşırmamamın nedeni benim de deneme yazdığım yollu yaygın bir kanının olduğunu bilmem. Birkaç yıl önce bir deneme ödülü aldım; son anda fark edip araya girmeseydim yayıncım kitaplarımdan birini deneme etiketiyle piyasaya çıkartacaktı; yazdığım her şeyi deneme olarak gördüklerini söyleyen okurlarım bile var.
Oysa ben yazdığım hiçbir şeyi deneme olarak görmüyorum. Bence deneme, en saf şekliyle, bir konunun (mutsuzluk, aşk, zamanın geçişi vb.) kompozisyon yazar gibi işlenmesi. Türkçede “deneme”nin yalnızca belli bir yazı türüne işaret etmesine karşılık, İngilizcede essay teriminin “kompozisyon” ve hatta “makale” anlamına da gelmesi bile bunu vurguluyor. Aynı kelimeyi sahaf dükkânlarındaki eski kitapları karıştırmanın keyfi hakkında bir yazı, Locke’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’si gibi bir felsefe yapıtı, Oxford ve Cambridge öğrencilerinin her hafta hazırlayıp danışmanlarına okudukları ödevler ve bilim ya da tıp literatürüne bir katkı için kullanmak mümkün. Bu adaşların arasında önemli üslup ve ton farkları olabilir, ama sonuçta hepsinin ortak yanı, ele aldığı konuda bir düşünce ileri sürüp geliştirmesi. Denemeyi çekici kılanın bu düşüncenin, türün adına yakışan şekilde, çekingen ve geri almaya hazır bir edayla önerilmesi olduğu kuşkusuz, ama sonuçta gene de önerilen bir düşünce var.
Ben hiçbir zaman böyle bir yazı yazmadım ya da en azından bunu bir edebiyat yapıtı ürettiğimi düşünerek yapmadım. Bir metnin gözümde “edebi” olabilmesi için her şeyden önce, çıplak bir düşünce yerine, bir şeyler söyleyen bir hayat parçası ya da dilimi sunması gerek. Tabii denemenin en saf şekli tek şekli değil. Bazen onun da günlük hayattan ya da bir yolculuktan bir sahnenin veya yazarın bir anısının çevresinde döndüğü oluyor. Ama böyle durumlarda bile bu hayat parçası genelde denemenin kovaladığı düşüncenin “vücut bulmasına” yetecek en düşük düzeyde kalıyor, düşünceye değil anlatmaya ve betimlemeye ağırlık veren türlerin iyi örneklerinde olduğu gibi, yaşayan bir gerçekliğe kavuşmuyor. Hiçbirimizin çocukların ebeveynlerine karşı nankörlüğü ya da kuşaklar arasındaki sürtüşmeyle ilgili bir denemeyi Kral Lear yahut da Babalar ve Oğullar’la karıştırmayacak olması bundan. Ve tabii böyle bir denemenin bizi Shakespeare’in oyunu ya da Turgenyev’in romanıyla aynı ölçüde kavrayıp sarsma şansının bulunmaması da bence gene bu farktan kaynaklanıyor.
Verdiğim iki örnek aradığım türden, hem “bir şeyler söyleyen” hem de “yaşayan bir gerçekliği” olan bir hayat dilimi sunmanın temelde kurmaca bir hikâye anlatan türlere özgü olduğuna inandığım izlenimini vermiş olabilir. Yıllar önce Chicago’da genç bir üniversite öğrencisiyken gerçekten de bu görüşteydim. Özellikle de romanın bir yandan hayatı bütün karmaşıklığı ve zenginliğiyle yansıtırken bir yandan da onda biçim ve anlam bulabilme gücü beni büyülüyordu. Ama aynı zamanda da bu şaşırtıcı karışımı sergileyenin geçmişin büyük romanları olduğunu, çağdaş romanın hayatı bırakıp kendisiyle ilgilenmeye başladığını düşünüyor ve –arayışımın tam olarak da farkında olmadan– başka bir yazma biçimi arıyordum.
O günlerde kafamdaki projelerden biri, Amerika’ya gidip gelirken verdiğim birkaç günlük molalarda keşfetmeye başladığım İngiltere’nin sahil kasabalarıyla ilgili bir kitap yazmaktı. Zamanla birlikte tuzlu deniz havasının da yıprattığı eski evleri, oturup Manş’ın ya da Kuzey Denizi’nin bulanık sularına bakmak isteyenleri rüzgârdan korumak için Victoria döneminde yapılmış “demir dantel” saçaklı sığınakları, yaz aylarında küçük bandoların çaldığı kameriyeleri, imparatorluk günlerinden kalma “Kandahar” ve “Melbourne” gibi adlar taşıyan sokaklarda dolanan işsiz çocuklarla hayatları geçip gitmiş emeklileri ve bütün bunlara bakan benim geçip gitmekte olan kendi hayatımı anlatacaktım.
Yazı projelerimin çoğu gibi bu proje de sonunda gerçekleşmedi, ama Chicago’nun ardından taşındığım İskoçya’da hiç beklemediğim bir şekilde şiir yazmaya başlayınca aklımdaki kitabın havasıyla “karakterleri”nin bir bölümünü “Kraliçe Viktorya’nın Düşü” ve “Kartpostal” gibi şiirlerime yerleştirdim. Kırkıncı doğumgünümde çıktığım Avustralya yolculuğunda da İngiliz sahil kasabaları biraz kılık değiştirmiş olarak Bondi Beach’de, St. Kilda’da, Darwin’de benimle tekrar buluştu. Daha önemlisi, Avustralya’yı anlatmaya çalışırken nasıl yazmam gerektiğini de buldum. İlk düzyazı kitabımı biçimlendiren, bir yolculuğun ortasında kendimi ve hayatımı anlama çabasının sonraki bütün kitaplarıma da damgasını vurduğu, yazdığım her şeyin gece vakti bir vagon ya da otobüs penceresinden bakan birisinin, terk etmekte olduğu şehrin ışıklarıyla birlikte, kendi yüzünün camdaki yansımasını da görmesini akla getirdiği ileri sürülebilir.
Akla gelen başka bir şey de belki Conrad’ın, J. M. Coetzee’nin, W. G. Sebald’ın bazen değişik türler, bazen de gerçekle kurmaca arasında gidip gelen yapıtları. Gene belki bu gidip gelişin söz konusu yazarların (ve benim) değişik ülkeler, diller, kültürler arasında gidip gelerek geçen hayatlarımızla bir ilgisi yok değil. En azından benim için aidiyetin her zaman sorunlu bir alan olduğu, herhangi bir kimliği benimsemekte zorlandığım ve şimdi denemeci olduğum görüşüne itiraz etmem gibi, geçmişte de gezi yazarı, romancı vb. olduğum şeklindeki görüşlere itiraz ettiğim bir gerçek.
Ama haklı olduğuma inanmak için bu sefer daha fazla neden var. Hayatımla hesaplaşıp onu kafamda bir yere oturtmamı mümkün kıldıkları sürece, yazdıklarımın tam olarak hangi türe ait oldukları o kadar da önemli değil tabii. Gene de, neden deneme olarak görüldüklerini çıkartamıyorum. Kurmaca olmamalarından ve hayatım hakkında yorum yapmalarından kaynaklandığını sandığım bu izlenim denemeyle aralarındaki farkların benzerliklerden daha fazla ve önemli olduğunu gözden kaçırıyor gibi. Yaşadıklarımı anlamak kadar anlatmaya da, ya da, daha doğru bir deyişle, anlatarak anlamaya, çalıştığım kitaplarımla, anlatmak gibi bir kaygısı olmayan deneme türü arasında fazla bir ilişki olmadığı bana açık geliyor. Aynı şekilde, hayatımla ilgili olarak vardığım sonuçlar yazı masasında mantık yürüten bir denemecinin değil, yaşadıklarına tepki gösteren bir bireyin vardığı sonuçlar. Ortada denemenin zihinselliğinden oldukça değişik özelliklere sahip metinler olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Tabii belki yanılıyorumdur. William Hazlitt’in denemeleri bütün çarpıcılıklarına rağmen benim “düşünce üreten deneme” kavramımın sınırları içinde kalıyor. Virginia Woolf’unkiler de bu sınırları fazla zorlamıyor, ama D. H. Lawrence’ın İtalya’da Alacakaranlık’ı onları parçalayıp geçiyor. Bana hep yazarının başyapıtı olarak görünmüş bu olağanüstü kitabı bile kapsayabilecek kadar geniş bir deneme tanımı gerçekten varsa benim yazdıklarımı da kapsaması zor olmaz elbette. Ama böyle bir tanım düşünemiyorum. Şimdiye kadar yazdığım tek gerçek deneme, hayat yerine bir düşünceden –denemeci olmadığım düşüncesinden– yola çıkan, bu düşünceyi savunabilmek için deneme türü hakkında bir iki genelleme yapan, sonra da utangaç bir gülümsemeyle bunları gerekirse geri alabileceğini bildiren bu yazı bence.