Mehmet H. Doğan eleştiri yazılarına “deneme” demeyi uygun görmüştü. Türkçe literatürde eleştiri ve denemenin sınırları kesince ayrışmış değildir...
04 Şubat 2016 13:30
Karac’oğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken
Şiir, Dağlarca’ya göre vahşi, İlhan Berk’e göre capcanlı, Turgut Uyar’a göre insan çıkmazdaysa çıkmazda bir varlıktır. Bütün varlıklar gibi özen ister ama şiir daima daha fazlasını ister. Bu zor bakımı ömrünce üstlenen bir emekçidir Mehmet H. Doğan.
Şair olmak istemişti gençliğinde, bir iki denemeden sonra bir daha tek dize bile yazmadığını söyler. Okuduğu ustaların kastre edici gücüne yenilmiştir; gene de şiire dair her konuyu uğraş edinmiş, toprağının ayrık otlarını temizleyip daha güçlü yeşermesini sağlamak için ömrünü vermiştir. Sorulduğunda, 1940’ların sonlarında başlayan, ama sonra terk ettiğim şiir alıştırmalarımdan bugüne yaklaşık altmış yıldır içinde bulunduğum şiir dünyamızın geçirdiği aşamaları neredeyse birebir yaşadım, demişti, 17 Şubat 2008’de veda etmeden bir süre önce.
Hava Kuvvetlerinde pilottu (1951-57); uçmayı sevdiği gibi seviyordu şiiri. Ama şiir daha da kıskançtı, “uçuştan ayırdı” Mehmet H. Doğan’ı ve ondan tüm ilgisini, bütün zamanını, tüm zihin gücünü istedi. Hem de ne ilgi, buna tutku demek daha doğru olur. M.H. Doğan’ın emeğinin boyutları, Türkçe yazan ve konuşan herkesi borçlandıracak düzeydedir. 60’ın üzerinde kitaba yazar ya da çevirmen olarak imza atan Mehmet H. Doğan’ın ilk yazısının tarihi 1966’dır. O yıldan sonra şiir üzerine düşünmeye yeni bir yön veren denemeci ve eleştirmenlerdendir. Mehmet H. Doğan eleştiri yazılarına “deneme” demeyi uygun görmüştü. Türkçe literatürde eleştiri ve denemenin sınırları kesince ayrışmış değildir. Nedir eleştiri? Bir bakışa göre, başta şiir olmak üzere bütün edebi yapıtlar birer eleştiri metnidir.
Türkiye’de padişah despotizmine karşı bir mücadele aracı olarak başladı modern anlamda eleştiri ve doğrudan şiir üzerinden başladı. Abdülhamit zulmüne karşı Jön Türk direnişi olarak, Namık Kemal ve Ziya Paşa ile başladı. Ama bu başlangıç, “zihinlerdeki despot”u kıracak nitelikte ve güçte olamadı, bir dogmaya karşı başka bir dogma önerisiydi nihayetinde; “ümmet”e karşı “millet”. Cumhuriyet’te de modern “kritik,” bir krizden, olgularda belirmiş zihinlerde karşılık bulmuş bir çatışma biçiminden doğmuş görünmedi. Bir tür siniklik biçiminde, ne olduğu her niyete göre farklılaşan, muğlâk bir “kötü, çirkin, yanlış” karşında aynı belirsizlikte “iyi, güzel, doğru” olanı bulma çabası olarak, çocuksu bir dile sığınmıştı. Yeni’nin farkının ne olduğu havada asılı kalmış, yeryüzünde temsil ettiğiyle buluşamamıştı. Geleneksel olan nerede bitiyor, modern nerede başlıyor, belirsizdi. Yeni bir değer ölçüsü getirildiğinde, Türkçenin en sakatlayıcı özdeyişlerinden biriyle karşılaşılıyordu: “Eski köye yeni adet getirmek.” Bunu yapmak bir tür züppelik, dandilik sayılıyordu. Batıda doğmuş eleştirel düşünceler Tanzimat’tan bu yana Türkçeye girebilmek için binbir eziyet yaşamıştır.
O kadar da umutsuz sayılamayız, Tanpınar ve Ataç vardı ülkede şükür. Tanpınar bir edebi metni birçok yönüyle kuşatacak yöntem ve bilgiyi eleştirinin koşulu olarak önerirken, onun okul raflarında kalmış onca emeğinden çıka çıka Mehmet Kaplan çıkmıştı, namıdiğer “Mehmet Hamdi Kaplanpınar”. Başka tür okumaların, okuma ve düşünme yöntemlerinin, yeni okulların Türkiye’de yankısı nefessiz bırakılmıştı.
Yeni fikirleri daha doğmadan ezmeyi hüner sayan bir devlet geleneği işler bu ülkede. Bu uğurda, cinayet dâhil, elinden gelenin fazlasını sunan bu gelenek devam etmekte. Resmiyetten çıkmayan her düşünceye düşmanca bakan bu gelenekte Ataç’ın modern birey merkezli beğenileri bile aşırılık sayıldı. Ataç’sa, hayal ettiği bireydeki beğeni düzeyinin çıtasını yükseltmeye, Batıdakini Türkçeleştirmeye çalışmaktaydı. Ataç’ın hayalini kurduğu modern insan, edebi ve sanatsal yapıtları okuyup izleyen ve bir sanat beğenisi olan insandı. Öznellik kolay kazanılır bir hak değildi kuşkusuz ama bu beğeninin kaynağını pek açıklamazdı Ataç gibiler. Nitelikli okuru pek olmayan edebi yazı marjinaller mahallesinde dolaştı durdu Cumhuriyet çölünde. Bu çevrede Ataç öylesine etkili olmuştu ki, örneğin kuşağından Necati Cumalı “küfretse bile adımızı andı diye sevinirdik” diyecektir. Ataç’ın modern bireyin öznel beğenisine dayalı eleştiri yolu Garip’i savunmakla şahlanmıştı. Ataç giderek itibardan düşmüş, yerine başka disiplinlerin de katkısıyla güçlenmiş olan eleştiri okulları doğmuştu. Memet Fuat, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk, Adnan Benk, Tahsin Yücel, Mehmet H. Doğan, Muzaffet Erdost, Cemal Süreya vd, eleştiride bu yeni yolları Türkçeye getiren öncü yazarlardandı. Bir yapıtın değerlendirilme ölçütlerinin ne olduğunu daha nesnel kavramlarla açıklamayı savunuyorlar, okuru eğitiyorlar, şaire yazara düşen sorumluluğu tekrarlıyorlardı.
Nihayet 1960’larda kaynaklar çevrilmeye, Türkçe Batı bilgisinin eleştirel gücüyle tanışma fırsatı bulmaya başlamıştı. Bu kaynakları Türkçeye taşıyanlardan biri de M. H. Doğan’dır. Eleştiride sosyalist yaklaşımın temsilcilerini çevirerek şiire bakışı zenginleştiren bir birikim oluşturdu. Eleştiri modern anlamıyla ve kavramlarıyla bu birikim sayesinde buluşabildi. Bu eleştirmen kuşağı rol alana kadar “kalp parayı gerçeğinden ayırma” anlamına gelen “intikad” köküyle, elekten geçirme, ayıklama anlamına gelen “tenkid”in, “eleştiri”nin, eski biçimlerinden, yani tefsirden (hüsn-i tefsir, ilm-i tefsir, su-i tefsir) ve ayırt etme anlamına gelen şerh’ten (şerh-i mütun, metinler şerhi) ayrılan yanı, açıkça belirmemişti. Şiirde uzun bir dönem eleştiri denince şairin dizelerini açıklama, bazen de şerh etme anlaşıldı. M.H. Doğan’ın betimleyişiyle şöyleydi durum: “Önce sanatçının kimliği üzerine –kişiliği değil- bir iki söz edip ardından, ‘Bakın şairimiz aşkı nasıl anlatıyor’... ‘Bakın şairimiz hepimizi tir tir titreten ölümü nasıl anlatıyor...’ gibi hiçbir bildirisi, hiçbir görevi olmayan cümlelerden sonra veryansın e(der) alıntılara.” M.H. Doğan bu türden olanlara, “Abduraman Yaklaşımı” diyordu. Abduraman kimdi? Galiba sarı çizmeli biriydi.
1960’lı yıllarda eleştiri, dünyadaki çeşitlenmesine koşut biçimde yeni kavram ve yöntemlerle zenginleşti. Mehmet Fuat, Hüseyin Cöntürk, Asım Bezirci, Attila İlhan, Fethi Naci, Muzaffer Erdost ve Mehmet H. Doğan; şairlerden Cemal Süreya, İlhan Berk, Turgut Uyar... Yeni bir eleştirel dilin kurulma dönemiydi bu dönem. Birey ayrı yerde, toplum ondan ayrı başka bir şey değil, altyapı belirleyen üstyapı edilgen değil, bunların karşılıklı birbirini doğuran ilişkisi Mehmet H. Doğan’ın yaklaşımının eksenini oluşturmaktaydı. Bundan daha fazlası ise metinden alınan hazdı. Bu haz kuşkusuz okura göre değişirdi ama okurun estetik beğenisinin de birikimli bir çabaya gereksinimi vardı Doğan’a göre. Bu yönde zamanla zengin bir birikim oluşturan M.H. Doğan’ın ilk yazılarından biri, “Yaratıcı Bir Güç Olarak Bunalım”dı. Turgut Uyar’ın şiirinden örneklerle bireydeki bunalımın çözümlemesini yapıyor, şöyle noktalıyordu: “Bunalım içindeki insan ondan çıkış yolunu, hiç kuşkusuz bulur bir gün. Yanılanlar, bu bunalımı, onun yaratıcı gücünü yok sayanlar olacaktır.” Doğan’ın bakış açısının özelliğini şiirin gücü belirliyordu. Şiire ilginin yoğun bir sevgi olmadan sürdürülmesinin olanaksızlığını bilen iyi bilir; Doğan, şiirin içinde ya da çevresinde dolaşan her konuyla içtenlikle ilgilendi. Edebi sanatlara dair temel yapıtları Türkçeye kazandırmanın zorunluluğunu gördü; Aristoteles’ten F. Jameson’a, G. Thomson’dan C. Caudwell’e, G. Lukacs’tan R. Garaudy’e, U. Eco’dan J. Reed’e sayısız çeviriyi bu amaçla yaptı. 1966-1998 arasında, ilk kitabı Tekrarın Tekrarı’ndan son kitabı Şiir, Bugün’e kadar, üstüne gidilmezse daha da kalınlaşacak olan kabukyargıları kırmaya çaba gösterdi. Kırdığı derken, asla eleştiriyi kişisel bir kırıcılık, kıyıcılık aracı olarak kullanmadığını vurgulamak gerek. Çünkü böyle de bir anlayış vardı eleştiri adına, bundan uzak durdu Doğan. Değer gözetmek, şiirde devrimci olan ne ise, şairin ideolojisine bakmadan onu belirlemek, özelliklerini anlamaya çalışmak, Doğan’ın temel derdi oldu. İkinci Yeni’nin, Necatigil’in, Anday’ın eşsiz değerini “Kaba Marksist” saydığı görüşlere karşı cesaretle savundu. Şiirde dün, bugün, yarın bağını, akışın kopuşsuz devam arzusunu yansıtır yazıları. Tam on dört yıl boyunca titizlikle yayımladığı şiir yıllıkları yeni kuşakların şiirini nasıl büyük bir dikkatle izlediğinin de belgesidir. Genç kuşağın “Memet Ağbi”siydi Doğan. Onu sevenler kadar ona kızanlar da çoktu ama herkesin saygısı vardı emeğinin önemine ve büyüklüğüne.
Dağlarca söylüyordu: “Sözü genç arkadaşlara da duyurmak istiyorsam açık söyleyeyim: kendimizden önce yazılanların hepsini okumadan yeni bir dize yazamazsınız. Hepsi bu!” Dağlarca’nın şiir uyarısını eleştiriye uyarlayıp sözü bağlayacak olursak, “kendimizden önce yazılanların hepsini okumadan yeni bir eleştiri yazamayız.” Yazabiliriz kuşkusuz; ama sonunda,“şairbuşiirindedemekistiyorkiciler”den biri olmaktan kaçınamayız. Karac’oğlan’ın sorduğu gibi sormalıysak Mehmet H. Doğan gibi şiir emekçilerini unutamayız. O ve onun gibilerin büyük emeği, eşsiz çabası olmasaydı, sonra gelenler ilk önce Amerika’yı keşfetmek zorunda kalacaklardı.